Hayatımızdaki her şey hep olduğu yerdeymiş gibi, değil mi? Bugünlerde kendi içimize sıkışmışlığımız da korkularımız da nefretimiz de hep varmış gibi; ne yapsak, ne söylesek hiçbir yere ulaşmıyor sanki. Oysa sadece bir şey farklı olsa neler değişecek, yoksa öyle değil mi?
Bugün Ursula’nın yedisi. Malum inanç yönünden fakirim, annemden sonra okutmadığım gibi Ursula’nın arkasından da Kur’an okutmak aklıma gelmedi tabii ki. Ama bu yedinci gün hadisesine nesnel, elle tutulur bir neden uydurup, kendi kendime bir şeyler yapmıştım annemin ölümünden sonra. İnsan en iyi yalanları kendi kendine söylüyor, ben de o gün annemin burnunun düştüğüne inandırmıştım kendimi. Hiçbir yere bakmadan, nereden duyduğumu hatırlama gereği duymadan, inanmış ve onun için Kur’an değil ama roman okumuştum. Hakan Günday’ın Daha’sıydı o gün anneme okuduğum.
Bugün ayrılık günlerinin ölenle değil kalanla ilgili olduğunu anladım nihayet ve modernizm ne derse desin, o bir daha kavuşması mümkün olmayan ıssız ayrılığı kavrayabilmek için insanın zamana ihtiyacı olduğuna da eminim. Birdenbire büyüyorsunuz anneniz, babanız öldüğünde mesela, sadece bunu bile kavramaya ihtiyaç duyuyor insan. Doya doya gideni düşünmeye, ondan kalanı anlamaya, hatırlamaya ve belki bol bol ağlamaya ihtiyaç duyuyor.
Hem ölen öldüğüyle kalmıyor, illa ki kalanla devam ediyor sohbeti. Tamam, daha az kulak kabartıyorsunuz, bazen “Aman sen de” deyip, duymazdan geliyorsunuz ama kulağınızın dibinde konuşup, duruyorlar. Mesela genç göçtüğünden her daim yakışıklı yavaş abim, ne zaman hayati bir konuyla ilgili karar veremesem, “bi daha düşün” diyor. Bu ikinci düşünmelerle ne çok kolaylaştı hayatım. Hem onların varlığını kabul edince hayat daha bir zenginleşiyor.
Ursula da gitti gideli ne zaman kendi başıma kalsam aklıma düşüveriyor, ondan yola çıkıp günden uzaklaşıp, bugünle ilgili düşünüyorum. Değişkenleri değiştirme oyununa da öyle başladım. Ursula K. Le Guin’in bence en iyi yaptığı, bildiğimiz her şeyi başka koşullarda yeniden anlatmasıydı. Hep hayranlıkla hatırladığım bir öyküsünden örnek vereyim, Omelas’ı Bırakıp Gidenler’de mükemmel bir dünya kurar; herkes birbirinin hakkını gözetir, isteyen istediğini yapabilir, kimse aç ve açıkta değildir. Bu güzel dünyanın devamı küçük bir kızın hapiste tutulmasına bağlıdır, tek koşul budur. Çoğu zaman “ama”larla, “rağmen”lerle kabul ettiklerimiz, “hiç yoktan iyidir”ler, topunu sorgulatır insana.
Sadece toplumsal meselelerde değil kar ülkesindeki cinsiyetsiz sevgililerden, Yerdeniz’deki ejderha kadınlara, masaldan, felsefeye insandan yola çıkar Ursula. Zaman ve mekân birbirini etkileyen, belirleyen, dönüştürendir ve insan kendi devrimini yapamazsa hiçbir yerde devrim olamaz. Yunus Emre gibi “enel hak” der bir bakıma Ursula K. Le Guin de. Ben de elimden geldiğince birliği yaşamaya, kendim gibi yapmaya, bir olmaya çalışırım. Birlik kolaylıktır, bilirim; birlik sevgidir, acımaksa yanmaktır, sevinmekse delice coşmak. Olamadığım zaman ise huzursuzluktur, yalnızlıktır elimde kalan. Girizgahı bunca olan yazının devamı nice olur? İhtimal, “üç kuruşa beş köfte misali” dengesiz olacak ama olsun. Başka yazılara uzayacağı belli, bu oyuna başlamak gerekir yine de. Hayde!
Herkesin kendi içinde ama birbirine benzer duyguları yaşadığını hissediyorum. Benzer düşmanlıkları büyütürken bir CHP’linin HDP’liden, Ak Partiliden farkı yok. Benzer yemekleri severken de halay çekerken de çifte telli oynarken de kına yakılırken de yok birbirimizden farkımız. Ama çok sıkıldık birbirimizden, en çok da kendimizden. Hayat gidiyor bir şekilde de aslında içimizde patlayan bombalar var. Uzun süredir böyle hem de. Hiç tanımadığımız insanlara sinirlenirken anlıyoruz, hayata küfrederken…Bu nedenle “ben”den devam edeceğim bundan sonrasını ama hiç, yalnız olduğumu düşünmüyorum.
Ben çok sıkıldım kendimden. Bu kadar ihtiyatlı olmaktan, korkmaktan ya da korkmadım diyelim, ettiğim sözün hiçbir yere ulaşmamasından, yıllardır neredeyse tüm solcuları tanımış olmaktan çok sıkıldım. Bu kadar olmaktan ve bu yazdığım yazıyı okuyacakları bile tahmin etmekten çok sıkıldım. “Bencil” bir durum olmasa gerek. Kendinden her durumda emin az sayıda kişi dışında bir sürünüz benimle duygudaşsınızdır.
Ve geçen cumartesi günü pazara giderken kendi kendime parametreleri değiştirme oyunu oynama başladım. Şimdi hepimizin muhalefeti Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kimliğinde birleşiyor ya, o olmasaydı? Son 15 yılı düşünün, devlet aygıtında neler değişirdi? İnşaat sektörü, ekonomi, insan hakları ne durumda olurdu? Ben kendimce yanıtlar verdim kendime ama burada oyun oynamak istiyorum sizinle, politika yapmak istemiyorum.
Peki bu yazıyı okuyan siz olmasaydınız, ne değişirdi bu yazıda? Birikmiş, çıkacak illa ki… Peki o zaman kime seslenirdim? Dili nasıl değişirdi? Hadi bu sefer aynı soruları kendime sordum varsayayım.
Bütün Kadınların Kafası Karışıktır Ece Temelkuran’ın ilk kitabı. Senin Kadınlar Rüyalar Ejderhalar kitabınla bir ortak noktası var biliyor musun? Kadınlar erkekler gibi yazmak için oymalı kakmalı masalar aramazlar, mutfakta iki arada yazarlar ya da en gizli sohbetler çorbayı bir taşım kaynatırken yapılır. Mutfak kadının eksilme değil çoğalma imkanı da bulabildiği bir yerdir.
Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Odası’nı okuduğumda, bir gün biriyle paylaşırsam hayatı, mutlaka kendime ait bir oda talep edeceğim, illa ki isteyeceğim bunu ve yapacağım, demiştim. Hayat daha sonra kendime ait insanlar, bir sürü yerde bir sürü kişi ve mekanla kesişen yaşamlar oluşturabildiğimi gösterdi. Kendime ait bir Aslı yapıyorum ben mesla. Daha doğrusu hem kendime ait hem de Maçika’ya, Elektra’ya, Şöbiyet’e, Kemal Cenk’e ve tanıdığım ne kadar kişi varsa biraz biraz hepsine ait. Mutfakla da zorunluluk temelinde devam etmeyen güzel bir ilişki kurdum. Küçük olduğundan oturup yazmam mümkün değil ama yemek yaparken benim kadar keyif süreni yoktur. Hayatla kavga etmeden, anlayarak değiştirmeyi öğütledin sen sanki, ya da ben öyle anladım. Böyle işte Ursula. Eğer hala okuyan kaldıysa bir iki cümle de onlarla konuşayım.
Minik oyunuma hoş geldiniz. Kolaylaştırıcı olmak için örnek bile verdim size. Bundan sonrası sizin hayal gücünüz, sizin yolculuğunuz…
Hadi, son bir soru. Peki, Gezi Kalkışması olmasaydı bugün nasıl bir Türkiye olurdu?