Bir grup arkadaşımla kitap değerlendirdiğimiz perşembe günleri bizim için buluşma günüdür. İki senedir yaz kış buluşmak için okuyoruz. Yazın, deniz kenarında, çimlerin üstünde ama illa ağaç altında. Her kitap vesilesiyle bilgilerimizi tazeliyor, yeni bilgiler ediniyoruz.
Yaaa öyle miymiş!
Bir daha tekrarlar mısın!
Bunu not almalıyız!
Şu cümlenin güzelliğine bakar mısınız!
Yazar burada ne demek istemiş olabilir?
Burada gönderme mi var?
Bu bana şunu hatırlattı…
Kurabiyen nefis olmuş…
Çay kaldı mı?
Grubumuzun evrene en sık gönderdiği cümleler olsa gerek.
Geçtiğimiz hafta perşembe günkü kitabımız Zehra idi.
İş Bankası Kültür Yayınlarından, 2024 yılında onuncu baskısı.
Nabizade Nâzım’ın 1896’da yayımlanan tek romanı. Teması; kıskançlık üzerine…
Kitap değerlendirmemize her zaman şiirle başlıyoruz. Bu kitap için şiir seçimimiz Ataol Behramoğlu’nun Aşk şiiri oldu. Kitabın özeti gibi.
AŞK
Hayatın hızıyla yaşadık o aşkı
Her şey bir anda başladı
Yaşandı
Ve bitti…
Yan yana gidip de bir süre
Ayrı yönlerde uzaklaşan
İki tren gibi…
Bugüne kadar basılan her Zehra romanının kapağında bir kadın resmi kullanılmış. Bizim okuduğumuz kitabın kapağında ise bir yılan ve üç çiçek vardı. Yılan, Suphi olsa gerek dedik. Suphi değilse kıskançlığı temsil ediyordur. Kuyruğunu yiyen yılan gibi kıskançlık duygusu karakterleri yedi bitirdi.
Yazar hakkında da konuşuyoruz. Detayların bilinmesinin okuyucuya hoşgörü kattığını düşünüyorum. Bugün yazılmış olsa farklı eleştireceğimiz romanları, dönemi, durumu itibariyle değerinde değerlendiriyoruz. Zehra da bunlardan biri.
Zehra’nın yazarı, 1862 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Tanzimat dönemi yazarımız Nabizade Nâzım. Gerçek adı Ahmet Nâzım. Annesini hiç tanımamış. Babası Nabi Efendi’yi de erken yaşlarda kaybedince büyükannesi tarafından büyütülmüş. Çocukluğunun mutsuz geçtiğini yirmi iki yaşındayken yazdığı otobiyografik yapıtı Yadigârlarım’dan biliyoruz. Belki de bu yüzden yazıyordu.
Henüz öğrenciyken A. Nâzım imzasıyla ‘Esaret’ başlıklı ilk deneme yazısı Vakit Gazetesi’nde yayımlanır. Başarılı bir öğrencilik sonunda 1886’da Erkan-ı Harbiye’den yüzbaşı olarak mezun olur. Öğretmen olup bir süre mezun olduğu okulda matematik, istihkâm ve topoğrafya dersleri verir. Askerlik mesleğiyle ilgili araştırmalar yapması için Suriye’ye gönderilir. 1891 yılında İstanbul’a dönüşünde dördüncü dereceden Mecîdî nişanı ile ödüllendirilir. Sevdiği, Ayşe Nâciye Hanım’la evlenir. Evliliğinin ilk aylarında teşhis edilen kemik veremi için Haydarpaşa Hastanesi’nde iki sene gördüğü tedavi sonuç vermez ve 5 Ağustos 1893’te, otuz bir yaşında hayata gözlerini yumar.
Nabizade Nâzım, kısa yaşamının ardında realist ve natüralist akımlardan etkilenerek kaleme aldığı şiir, anı, hikâye, roman türlerinde ve bilimsel konularda eserler bırakmıştır. Edebi olarak çok başarılı bulunmasa da denenmemişleri deneme merakıyla ilklere imza atmış bir yazarımızdır.
1890 yılında yazdığı Karabibik ilk Türkçe gerçekçi köy romanı olarak kabul edilse de daha ziyade uzun hikâye kapsamında değerlendirilmelidir. Nabizade Nâzım genellikle uzun hikâyeler yazmıştır. Tek romanı sayılan Zehra ise Türk edebiyatındaki ilk psikolojik roman denemesidir. Zehra’dan önce de kıskançlık teması pek çok romanda işlenmiştir fakat Zehra’daki kadar neden sonuç ilişkileriyle detaylandırılmamıştır.
Aynı zamanda Türk edebiyatının ilk tezli romanıdır Zehra. Tezli Roman; siyasal ya da toplumsal bir sorunu konu edinen ve bu konuyu bir teze bağlayıp işleyen roman türüdür. Tezli romanlarda yazar, savunduğu görüşü veya düşüncedeki haklılığını okuyucuya kanıtlamaya çalışır.
Bilim dergisi niteliğinde 1891’de çıkmaya başlayan Servet-i Fünun Dergisinin ilk edebî yazarlarındandır Nabizade Nâzım.
Yazarın ölümünden sonra arkadaşı Mahmut Sadık tarafından Servet-i Fünun dergisinde tefrika edilen Zehra, 1896 yılında eski Türkçe harflerle kitap olarak basılır. Daha sonra 1954’te Mustafa Nihat Özön ve 1960’ta Aziz Behiç Serengil tarafından güncel Türkçeye çevrilerek yeni harflerle yayımlanır.
Eser edebiyat dünyasında kıskançlığın romanı olarak tanımlanmakta. Nabizade Nâzım, kıskançlığı; Zehra, Sırrıcemal ve Suphi’nin davranışları üzerinden nedenleri ve sonuçları arasındaki bağları detaylandırarak anlatmaya çalışmış. Bu yüzden ilk psikolojik roman olarak değerlendirilmekte. Karakterlerin hissettikleri değersizlik, mutsuzluk, öfke, çaresizlik ve yalnızlık duyguları olaylar karşısında gösterdikleri tepkiler ve ruh hâlleri işlenmiş.
Romanın öne çıkan beş karakteri var. Üç kadın, bir erkek, bir anne. Kitaba ismi verilmiş ana karakter Zehra’dır. Üç kadının sınıf farklılıkları sonucu olaylara verdikleri tepkilerin farklılığı anlatılmış öyküde. Doğuştan aşırı kıskanç ve kıskançlığı sebebiyle huysuz bir kadındır Zehra. Küçükken kardeşini boğmayı düşünecek kadar kıskançtır. Suphi Bey ise henüz hayatı tanımayan, kadın ve aşk ilişkisi yaşamamış bir erkek karakterdir. Zehra’nın düğmesi açılmış beyaz sinesini görünce içinde uyanan duyguları aşk zanneder. Zehra’nın babası Şevket Efendi de Suphi’yi damat olarak onaylayınca evlenirler. Kızını emin ellere teslim ettiğini zanneden Şevket Bey’in düşünceleri kitabın izleği gibi …Bu tabiatta olanların -özellikle de kadınsalar- ilerde gayet feci olaylara sebep olacaklarını biliyordu… (Sf.9)
Tanzimat romanlarının klasikleşmiş şekliyle Zehra’nın babası da bir süre sonra vefat eder. Başlarda çiftin evlilikleri gayet yolundayken Zehra dolaşmaya çıktığı bir gün, bir kadınla konuşan erkeği Suphi zanneder ve o anda Zehra’nın hissettiklerini, …Bir hayli zamandan beri sükûnet bulmuş zannedilen kıskançlığı, oksijene temas etmiş fosfor tozu gibi birdenbire büyük bir hız ve şiddetle patlayıverdi… (Sf.27) diye anlatır yazarımız. Zannettiği zehabına kapıldığı erkeğin Suphi olmadığını öğrendiği hâlde Zehra’nın sebepsiz kıskançlık krizleri dinmez. Üstüne, Suphi’nin annesi Münire Hanım, yardımcı olsun niyetiyle güzeller güzeli, gamzeli bir Kafkas cariye kızını eve getirince olanlar olur. Bu olanlardan ağır bir hisse romanın ilerleyen bölümlerinde Münire Hanım’a da düşecektir.
Zehra’nın izahsız kıskançlıklarının doğuştan geldiği anlatılan öyküde. Duyduğu kıskançlık onu intikam almaya yöneltir.
Kurmacada ilk başta kıskanan Zehra, kıskanılan Suphi ve Sırrıcemal isimli cariyedir. Oysa ortada hiçbir sebep yoktur. Suphi, Zehra’nın hırçınlıklarına kadar Sırrıcemal’in farkında değildir. Fakat kırk kere söylenince gerçekleşir deyişiyle Sırrıcemal’le Suphi evlenecek kadar sever birbirini. Kurmacada Zehra’nın yaşadığı aynı olayları Sırrıcemal de yaşar fakat verdiği tepkiler farklıdır. Bu sefer kıskanan güzeller güzeli Sırrıcemal, kıskanılanlar Suphi ve Zehra’dır. Karakter farklılığının yanında sosyal ve ekonomik durumu da etkiler tepkilerini. Kıskanması gerekenin Zehra olmadığını anlar. İntikam almaya yönelmez. İçine kapanır.
Suphi, şimdi, işini, evliliğini unutacak derecede Ürani isimli Rum hayat kadınına âşık olmuştur. Hissettiği aşkın ya da kadının esareti altında hareket etmektedir. Öykünün ilerleyen sayfalarında Ürani’yi Zehra’nın görevlendirdiğini öğreniriz. Suphi’yi ayartmakla görevlidir. Bu yolla Sırrıcemal’in evliliğini bozup Suphi’nin ayaklarına kapanacağını düşünmüştür. Fakat planı umduğu gibi gelişmez. Suphi, kendini Ürani’ye o kadar kaptırmıştır ki gözü Zehra’yı görmediği gibi Sırrıcemal’in intiharından bile haberi olmaz. Annesini hatırına bile getirmez.
…Suphi kendisini Ürani’nin ayaklarına attı. Hem kanaviçe terlikleri şapur şupur öpüyor ve hem diyordu ki: “Üraniciğim! Ben senin köpeğinim, kölenim, ez beni! Çiğne beni!” (Sf.95) diye yazılmış satırlar, bize, Ahmet Ümit’in Aşk köpekliktir kitabını hatırlattı.
Bu derece yoğun hissedilen sözüm ona aşk sonucu Suphi varını yoğunu kaybederek tulumbacılığa kadar düşer. Ürani’nin başka bir erkekle yaşadığını öğrenince hissettiği kıskançlık, içine düştüğü durumun etkisiyle intikam alma boyutuna ulaşır.
Roman konusu, karakterler üzerinden anlatılmakla beraber döneminin sosyal hayatını yansıtması açısından içeriğinde konuşulacak çok şey barındırıyor. Mekânlar, kıyafetler detaylıca anlatılmış. Mesela, o dönemin yayınlanan gazetelerinden “Tarik”den bahsedilmiş. Zehra, gazete ve kitap okuyan kültürlü bir kadındır. Fakat üçüncü defa okuyup notlar aldığına tanık olduğumuz kitabın adı “Monte Kristo Kontu”dur. İçindeki intikam ateşini harlamak için en ideal kitap olup ruh hâli için zararlı bir kitap olduğu kesin. Ürani’nin gitmesiyle İstanbul’un tiyatroları ve oynanan oyunları hakkında balolar ve içkiler hakkında bilgimiz olur.
Kıskançlığın aşırısının ve zaaflarımızın kontrolsüz yaşanmasının sonuçları acı olur demek istemektedir Nabizade Nâzım. Kısa, akıcı ve tek zincir olay örgüsüyle anlatılmış bir roman. Bir devrin öykücülüğünü anlamak isterseniz okumanızı tavsiye ederim. Ama sade okur olarak okumazsanız da bir şey kaybetmiş olmazsınız.
Nabizade Nâzım’ın, olayları, İstanbul’un gecesini, boğazını, tabiatını pek güzel anlattığı romanında Ürani’nin Rum şiveli sesini bile duyduk okurken. O kadar güzel anlatmış ki ister istemez hepimiz en az bir kere Ürani’nin çekici bir nida ve edayla “Supii” deyişini tekrarlayarak güldürdük birbirimizi.
Romanların içeriğindeki detayların izinde buluşmak dileğiyle.