Köşe yazarlarını kıskanır dururum. Yıllarca bir köşenin ucundan tutmak kolay değildir, tahmin ediyorum. Belli bir entelektüel birikim ya da belli konularda uzmanlık gerektirir. Hatta Türkiye’de kelle koltukta yazmayı sürdürseler de, gene de bana yazı alanları içerisinde en serbest olan tür gibi gelir köşe yazıları.
Ne edebiyatçılarınki gibi bir dil cambazlığı beklenir onlardan ne akademisyenlerdeki gibi kanıt ne de habercilerdeki gibi olay. Bir üslup tutturup yıllarca sevenleri tarafından okunur, bir nedenle seçilir olmak çok zordur eminim. Yine de şöyle bir serbest vezin yazasım gelirdi hep. İşte bu yazı, bahsettiğim hevesin ilk ürünü. Ben baktığım yerden anlattım konuyu. Hatırladığım, bildiğim kadarıyla yazdım. Bir de tespitler yapınca kendimce, bu girişi yazma ihtiyacı hissettim.
Gelelim “köşe yazıma”…
Hayatımın önemli bir kısmında çeşitli derneklerle, gazete çevreleriyle, STK’larla bağım ya da orada bir arada duran insanlarla arkadaşlığım oldu. Örgütlenmek, bir fikri birlikte savunabileceğim insanlarla bir araya gelmektir benim için, protesto etmek ise düşündüğümü onlarla birlikte, hep beraber daha gür bir sesle söylemek, karşı çıkmaktır. Birlikte olmak güçlenmek demektir ama her şey tartışılabilir ve gerekirse yeniden tanımlanabilir olmalıdır, bu nedenle de hiçbir fikir mutlak değildir. Yani örgüt de, eylem de hayatı kolaylaştırmak, güzelleştirmek için kullandığımız araçlardır.
Buradan yola çıkınca insanların ihtiyaçları doğrultusunda bir araya gelmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Üstelik bu, önemli bir denetim mekanizmasıdır ve gereklidir de. Mesela apartmanınızda, apartman yöneticinizin ortak bütçenizi kendi kafasına göre kullandığını fark ettiğinizde kat malikleriyle toplanmak, ortak bir karar almak yapacağınız en aklıselim davranış olmaz mı? Peki bu bir örgütlenme değil midir? Köylerde imeceyle bir araya gelmekten mahallelerde kurulan derneklere, mezheplerin cemaatlerinden işçi birliklerine, sürekli ya da bir süreliğine kurulan her birliktelik bir çeşit örgüt değil midir?
Peki politik olmak nedir? Ya da hadi tersinden başlayayım, apolitik olmak nedir?
“Politik olmak” yıllardır kendi içimde de tartışadurduğum bir hal, konudur. Tabii yanı sıra zıt anlamlısı apolitiklik de öyle… Hadi, sözlüklere bakalım. Politik kelimesinin birinci anlamı, “siyasal”, ikinci anlamıysa “Belli bir hedefe ulaşabilmek için uzlaşmayı, iyi geçinmeyi amaçlayan” diye yazılı TDK’da. Etimolojik kökenine gelince, Eski Yunancada polis, “kent, devlet”, politik de “kent devleti, devlet” anlamına gelir ve politik, polis sözcüğünden türetilmiştir. Apolitik kelimesine gelince, “Siyasi görüş ve olaylardan habersiz veya onlara kayıtsız kalan” anlamındadır. Sözlük anlamlarında bile politik, geniş anlamda bir “birlik” olarak tanımlanırken, apolitikte siyasi olan bir uzmanlık alanına dönüştürülmüş ve anlamı sınırlanmıştır.
Bu konunun benim için ilginç olan yanıysa atfedildiği grupların kavramları sahiplenmelerinin dönemsel olarak nasıl değiştiğidir.
Apolitik gençlik
İlkin seksenli yıllarda doğan çocuklara atfedildiydi bu sıfat. 80 Darbesi Türkiye solunu darmadağın ettikten sonra, 80 öncesi ve sonrası nesillerin karşılaştırılmasında kullanılırdı. Sadece görüşler suçlanmadı 80 Darbesi’nde, kitaplar da yasaklandı, yakıldı. Toplumsal düzene dair fikir üreten ve okuyanlar cezaevlerine, televizyon da yaygın olarak evlerimize girdi. Yeni koşullar okumak yerine izlemeyi daha çok tercih edilir hale getirmişti.
12 Eylül bir musibetti, bin nasihatten etkili oldu. Sola dair sempatiyi de, eğilimi de ortadan kaldırdı. Örgütlü olmayanlar, aileler, anne babalar büyük bir sessizlik içinde kabul ettiler mevcut durumu. Aslında şimdikine benzer bir oyun sergilenmişti. Halk da şimdikine benzer bir karar vermişti. Neden böyle davranıldığını bulmak ancak çok uzun boylu sosyolojik araştırmaların işidir, ben kendi yorumumu söyleyeyim sadece. Zulüm, hükmedene isteğini vererek çözülecekti. Korku iklimi direnmeye değil, kabul etmeye yönlendirdi halkın büyük bir kısmını. Çocukluğumda, büyüklerimin gözlerinden hatırladığım, bu kabulün içinde hükümete taraf olma yerine sanki suçluluğu da barındıran suskunluk halinin varlığıdır. Bu yanıyla bugünlerden çok farklı olduğunu düşünüyorum.
O yıllarda benim gibi gençler içinse apolitik bir nesle dahil olmak, daha çok utanılan bir durumdu. Cesur ve güzel ablalar, ağabeyler tanımıştık. Herkese yeten, ulaşan, türkü söyleyen, umut eden, ille de yeşil parkalar giyen. Onlara özenip onlar gibi olamamaktı apolitiklik. Mümkün olduğunca, yapabildiğince ve kendince dışında kalınması gereken bir durumdu. Ben edebiyat okuyarak dışında kalmaya çalışmıştım lise yıllarımda, ağabeylerimden kalan kitaplarla başlayıp zamanla kendi kitaplarımı edinerek. Suskun yıllarda benim gibi kendi başına kalan gençlere romanlar bir sürü şey söylüyordu.
Üniversite yıllarımda ise 70’li yıllarda doğmuş olmak, kalkan son otobüsü tamponundan yakalamak anlamına geliyordu biraz da. Henüz belirgin bir toplumsal ayrışma yoktu. Büyük ve benzer bir grubun üyeleriydi üniversiteli gençlik. Kürt, Alevi ya da örgütlü olmak ayrışmak için bir neden değildi İstanbul Üniversitesi’nde. Henüz kimlikler yaşamları bunca belirler hale gelmemişti. Sözün söylendiği, insanın eylediği, bizim de apolitik sıfatından yavaş yavaş sıyrıldığımız günlerdi. Hayatı bir anda kökünden değiştirebileceğimiz hayali kalmamıştı, evet, ama yine de fikirleri birlikte çoğaltabileceğimizin anlamını öğrendiğimiz yıllardı.
Defter’den Gergedan’a, Milliyet Sanat’tan 11. Tez’e ve BİLAR’daki seminerlere kadar, edebiyatın, sanatın dışarda tutulmadığı bir politik ortamdı. 80 darbesi bizi apolitikleştirememişti işte. Yalnız biraz cesaretimiz eksikti. Polisten korkulacağını da öğretmişti çünkü 80 darbesi.
Yine de sözümüz olduğunda bir araya gelmeye alışmıştık. İş güç, hayat gailesi dönüştürse de birçoğumuzu, bir araya geldiğimiz cenazeler hâlâ benzer ruh hallerini yaşadığımıza işaret ediyor sanırım.
Bizden sonra gelenler için ise tam olarak içinden çıkamadığım sıfatlar uyduruldu. “X kuşağıdır, Y kuşağıdır, yok yok Z kuşağıdır” gibi. Gençlik araştırmaları yapan sosyologlar açıklasın ötesini. Ben gene kendimce gözlediğimi diyeyim. Sanki çok kişi olmaktan pek de hoşlanmayan, sözünü esirgemeyen, kendine güvenli ama bir yandan da asosyal gençler yetişmiş gibiydi. Bizim durduğumuz yerden böyle görünüyordu en azından. Onlara apolitik denebilirdi pekâlâ.
“Postmodernizm çağına girmek ne demek acaba?” diye anlamaya çalışırken, kimlikler ve birbirimiz arasındaki sınırlar belirginleşti. Kimlikler üzerinden yürütülen mücadele zeminleri de çeşitlendi ve güçlendi. Bu bir yanıyla Cumhuriyet tarihinin oluşturmaya çalıştığı, aynı tornadan çıkmış Türk kimliğinin varlığını tehdit eden bir unsur oldu. Birey yeniden keşfedildi. Gizliden yaşanan ayrımcılıklar konuşulabildi. İyi tarafı buydu ve iyi ki de oldu. Diğer taraftan, edinilen kimliklerin sınıfsal kimliğimizi görünmez kıldığı örneklere de daha fazla rastlar olduk. Solcu patronların yanında çalışan sendikasız, hatta sigortasız solcu işçilere denk geldim mesela.
Bir on yıl geçtiğinde, yani 2000’li yıllarda postmodernizmin bizim gündelik yaşamımıza nasıl yansıdığını anlayabiliyorduk artık. İşçi sınıfının niteliği değişti mesela, fason yeniden hayatımıza girdi. Büyük büyük fabrikalar bile evlere kadar iş vermeye başladılar. Sonra kentlere geldi sıra. Mekân yeni değerler kazanırken, siteler kuruldu, mahallelerin niteliği değişti ve mekânsal ayrışma başladı. Anlayabildiğimiz değil, daha çok içinde salındığımız bir dönem yaşıyorduk. Çünkü dönüşüm çoğunlukla kendini dayatıyordu. Belki dönüşmesini çok da istemediğimiz öte yanımız da direniyordu sürece.
Ne demek istediğimi biraz daha açayım mı? Fabrikada ya da üniversitede mücadele etmeyi öğrenmiştik, hatta koca bir sosyalizm tarihiyle külliyatı elimizin altındaydı da, mahallemizi başımıza yıkmak istediklerinde ne yapacağımız çok belli değildi. Üstelik bu çok farklı alanlardaki mücadelelerin kesişip kesişmediğini bile çok kestiremiyorduk.
Yaşamı anlamaya çalışmak; geçmiş, bugün ve gelecek için tespitler yapmak solun geleneğinde var. Yeni dönemi, devletin ve kapitalistlerin yeni stratejilerini de, anlamak, anlamlandırmak biraz zamanımızı aldı, yavaşlattı belki bizi. 80’lerde başlayan solun gerileme süreci neoliberal politikalarla daha derinleşti ve bugün büyük oranda halkla bağı kopuk, etkisi sınırlı bir hale geldi. Olumsuz bir tablo gibi görünse de sol hareketin bugün önemli bir kavşakta olduğunu düşünüyorum. Tam da politiklik/apolitiklik tartışmasının devam ettiği bir yol ağzı burası sanki.
Gezi’nin hükümeti korkuttuğu kadar, sola da çok şey öğrettiğini düşünenlerdenim. O tarihsel günlere kadar, “Bizim bir sözümüz var, haydi takılın peşimize” dediğimizde hep aynı insanlarla yürüyorduk caddelerde. Hatta öyle küçük bir cemaattik ki, her bir birey hakkında en azından bir göz aşinalığımız olurdu. Ama sanki “politik işler politik kişilere göredir” derdi birliğimiz, hatta beden dilimiz. Mesela sınıf mücadelesi çok uzun soluklu ve meşakkatli bir süreçti ve çoktandır kopmuştu bağımız fabrikalarla. Sendika bürokratlarıyla yakın olmak dışında çok bir varlığımız yoktu o alanda ya da grevleri desteklemek istediğimizde yine aynı kişilerle İstiklal Caddesi’nde yürüyorduk. Ama bu yazıdaki niyetim, Marksist olmak nedir tartışması yapmak değil, “Herhangi bir birey politik midir?” sorusunu sorgulamak. Bu nedenle Gezi’yle devam edeyim.
Taksim Dayanışma’nın uzun soluklu mücadelesiyle başladı Gezi. Aylarca soğuk sıcak demeden metro çıkışında imza toplamak önemliydi. Beyoğlu halkının bir sözü vardı, bu sözü inatla söylüyor olmak önemliydi. Bu inat ve samimiyet Gezi’de karşılığını buldu. Ve 90’lı yıllarda doğan gençlerin başrolünde olduğu Gezi Direnişi yaşandı. Benim gibi, yıllardır sol cemaatin içinde yaşamış birçok kişi için bir hayal akşamıydı 31 Mayıs. Hiçbir eylemde bunca çok insan görmediğimizden şaşkın, neşe içinde slogan atıyorduk. Halk sokağa çıkınca ne olur, canlı canlı görüyorduk, “Ölsek de gam yemezdik artık”. Gezi’yle ve apolitik dediğimiz gençlerle birlikte yepyeni sloganlar da, yeni örgütlenme biçimleri de girmişti hayatımıza. Bizler gibi bebeklikten itibaren polisten korkmayı öğrenmediklerinden pek bir cesaretliydi bu yeni nesil. Hiyerarşi filan da bilmiyorlardı üstelik. Kendilerini önemsiyorlardı ve bu birlik olmanın önünde duran bir duvar da değildi.
Gezi bize yeni diller olduğunu anlattı. Hükmedenler de boş durmadı tabii ki. Sonrasını hep beraber yaşadık. Bizler tüm renklerin nasıl bir arada olacağını öğrenirken; onlar baskıyla, şiddetle, hatta savaşla bir halk nasıl sindirilir, bunu öğreniyorlardı. Biz barıştan yanayız, dedikçe onlar barış isteyenleri düşman belliyor, belletiyorlardı. Bu arada süreç devam ediyor elbette; yani di’li geçmiş zamana ait değil yazdığım hiçbir şey.
Barış isteğiyle bir bildiriye imza atanların tüm emeği ellerinden alındı; çocuklar, gençler öldürüldü; kutuplaşma öyle bir arttı ki şimdi hayır cephesi hükümet diliyle marjinalleştiriliyor.
Bugün hükmedenlerin düşüncesi dışında söylenen her söz, hükmedenler tarafından “suçlu” ilan ediliyor. Kendi varlıklarının devamı, sürekli iç ve dış düşmanlar bulmalarından geçiyor çünkü. Bu durumun sokağa yansıması ise politik kavramının daha da marjinalleşmesi, hatta terörist olmakla bir tutulur hale gelmesi oluyor. Onlar kendileri için uygun iklimi yaratıyorlar. Peki bu bizler için ne demek?
Onların oluşturduğu çerçevenin dışında kalan herhangi biri için apolitik olmak bugün daha sağlıklı mı acaba? Sağlık derken, yekten birinci anlamını kullanıyorum, yani bedensel ve ruhsal bütünlüğümüzü devam ettirmeyi. Peki sözümüzü kendimize sakladığımız, evlerimizde yakınlarımızla yoldaşlığı sürdürdüğümüz bu mevcut durum yetecek mi onlara? Bence yetmeyecek. Çünkü bizim renklerimiz her nerede olursa olsun korkutuyor onları. “Onlar” derken kastettiğim Ak Parti’ye gönül veren halk değil, hükmedenler, bu baskı ortamından çıkar sağlayanlardır. Bizim evlere kapattığımız varlıklarımız bile, bir gün faşizmin kirli yüzünü ortaya çıkarmaya aday. Yani apolitik kimliklerimiz bile artık onlar için fazlasıyla politik. Sussak da duyuyorlar çığlıklarımızı.
Bu nedenle ben Hayır kampanyası için mahallemde benim gibi düşünen ve sözünü söylemek isteyen arkadaşlarımın, komşularımın yanında saf tuttum. Bugün ve yarın, herhangi bir zamanda bir sözüm olduğunda söyleyebilmek için, bugün de susmuyorum. Peki bu durumda politik miyim? İnsan olduğumdan, herkes kadar politiğim. Yaşadığımız sürece yaptığımız her şeye aksediyor politik varoluşumuz, aşkımıza da, işimize de, aile ilişkilerimize de… Yani en apolitik olanımız da bulunduğu sınıfa ve hayattaki seçimlerine bağlı olarak politik. Politika alış-veriş ederken de çalışırken de arkadaşlarımızla ilişki kurarken de bizi buluyor. Toplumsal ilişkilere ilk elden dahil olmak, sözünü söylemek, sakınmamak ise her durumda kişiyi güçlendiriyor. Söz çoğaldığında sokakta hayat da zenginleşiyor.