“Yer, alan” mekâna dair kimliklerde, iletişim biçimlerinde ve oluşturduğu süreçlerde merkezi bir önem arz eder. Mekân dönüştürücü, geçirimli, ve devingen yapıların teşekkül etmesine ortam oluşturur. Bu mekân, oluşturulduğu zamanın toplumun bilincine göre farklı işlevler ve vasıflar üstlenebilir. Buradan hareketle, bu yazıda, kamusal ve özel alanda kurulan ilişki biçimlerinden üçüncü tarz söyleme dair mekân tasarımı olan mahrem alanın içindeki kadının yerini inceleyeceğiz.
Bir mekânın oluşmasını sağlayan unsurlardan biri hiç şüphesiz yerel-toplumsal ilişkilerdir. Ancak bu ilişkilerin hepsi birden, oluşturulan mekânın içinde yer alamaz.
Alan, mekânın oluşturduğu ilişkiler ağıyla ve bunun karşıtlarıyla önem kazanır. İçerisi ile dışarısı, küresel ile yerel, kamusal ile özel alan ayrımlarında olduğu gibi mekân da kendi içinde yarattığı kimlikleri devamlı olarak devingen, geçirimli, bazen kırılgan ama ürettiği ilişkilerden dolayı çoğul yapar.
Gaston Bachlard eseri “Mekânın Poetikası”ndai buna değinmektedir; içerdelik ile dışardalık arasında bir sınır yüzey varsa, her iki taraf için de bu acı vericidir.
Nereye kaçmalı, nereye sığınmalıdır?
Hangi dışarıya kaçabiliriz?
Hangi içeriye sığınabiliriz?
“Mekân, içerilik-dışarılık arasındaki diyalektikten başka bir şey değildir” der. (Bachelard,1996:231)
Bütün alan kavramlarının kendi mahremini yaratma gücü mevcuttur.
Misal, diyelim ki, kamusal alan kadınlı-erkekli oturulan salonlardan yalnızca erkeklerin girdiği kahvehanelere doğru evirilince, kamusalın iktidarını oluşturan erk, bu alanda ürettiği söylem ve örgütlemeyle kendi bünyesindeki mahrem alanı (ezoterik, Masonluk gibi gruplar) oluşturmaya başladı. Özel alan olarak nitelenen ve evin mini-kamusunu meydana getiren salon daraltılıp bireysel odaların sayısı artırılarak ev içi mahrem alanın büyümesi sağlandı. Hatta buradaki söylem üretimi, 18.yy‘un edebi kamusunda şiirin, bilhassa mektup edebiyatının ilerlemesine olanak hazırladı. Bundan dolayı her iki alan kavramımız da himâyelerindeki mahremi, ilk zamanlar bir özgürleşme alanı olarak yansıttılar.
İkinci evrede hikâyemiz biraz değişiyor. Mahrem alanı kalıplaşmış kullanım şekliyle özel alanın yerine kullanılan ikâme bir kavram ve bunun yanında süreç kavramı olarak ele alırsak, süreç içerisindeki parametrelerde güç ve erkin koca olarak simgeleşmesi, cinsiyetin alandaki ilişki biçimleri üzerindeki rolünü artırmaya başlar. Hâlbuki mahrem alanın söylemeye çalıştığı mahremiyet kendi olma, yani kişinin kendi kararlarını özgürce dile getirdiği bir alan olmalıydı. Bundan böyle genelde içine kadını yerleştirdiğimiz mahrem alan, kocayı erkin merkezine koyduğumuzda bu sefer oluşturduğu iletişim biçimiyle ve tecrit ortamıyla kadının gündelik yaşam yoksunluklarını bir döngünün mahkûmu gibi yaşamasına sebebiyet veriyor. Mahrem alanda kadının kendi kararını verme ve özgürce seçim yapma hakkını kocaya devretmesiyle mekânın ürettiği biçimler de başkalaşım geçiriyor.
Mekânlar üzerinden üç alan kavramını biçimsel olarak incelediğimizde; kamusal alan, meydanları, özel alan ise evi simgeler. Mahrem alan ise kişinin mekânsız olarak nitelediği, hayal dünyasında yarattığı ve çoğu zaman söylemediği duygu ve düşünceleridir. Erk, kamusal alanda devlet, özel alanda erkek, mahrem alanda ise bireydir. Fakat birey kadın olduğunda, mahrem alan duvarlarla kadının üzerine kapanır. Meydanlardan haneye geçiş, bir sır dönüşümünün yaşanmasıyla olur. Sırrın yaşanmadığı hane, hane değildir.
Oradaki ortak yaşamın sır olan yanıyla bir sınırla çevrildiğini, meydanlara çıkamadığını biliriz. Hanenin duvarları bu çıkışı önler. Virginia Woolf, haneye tıkılmış kadının kendini yaşaması için bir iç haneye (mahremiyet) geçmesi gerektiğini düşünüyordu.ii (İnam,1998:182)
Woolf, burada mahremiyeti ya da iç haneyi, metaforik mekânlandırma ile “kendine ait bir odaya”iii çeviriyordu. Henüz mahrem alanı hayalinde canlandırmayıp özel alanda gündelik yaşam pratiklerine devam eden elli ev kadınını konu almış, Ankara Mamak’ta yapılan bir araştırmaya bakalım: Çalışmaya konu olan kadınların hepsi genç kızlık dönemlerini, ev hanımlığı rolüne hazırlanarak idame ettirmiş ve bu onların tercihine kalmış bir durum değildir. Ev hanımı kimliğini kadere dönüştüren, kırsal yaşam koşulları ve namus olgusuyla beslenen ataerkil kültürdür. Ev hanımlığının önceki evresi olan ev kızı tanımlaması söylendiği zaman zihinlerde domestik-evcilliği ifade eder. Toplumsal üretim biçimlerinden ve sosyal hayattan dışlanmışlığı yansıtır. Ev kızı olduğunun altını çizen kişi, masumiyeti yok ettiğine inanılan genç kadın olgusunun verdiği anlamdan kendini korumak ister. Bunun ardında yatan sebep ev kızının toplumdan onay alma, dolayısıyla sahiplenme beklentisidir. Böylelikle ev kızı ailesi tarafından ilerideki kocası için evin güvenli surlarında korunur, gelin olarak değerini artıracak çeyizi üretir ve ev hanımı olarak takdir kazanmasını sağlayacak becerileri edinir. Evliliğin ardından yaşam, başka bir evde ama bu sefer kocanın yani erkin kurallarıyla örülen surlar içinde devam eder
Ev ile sokak arasında kapı eşiği kadar mesafe bulunur. Fakat ne kızın cesareti ne de kocanın-babanın-abinin verdiği onay bu eşiği geçmede yeterli olmaz. Sadece kırsal alanda değil, büyük şehirlere geldiğimizde de hikâyenin tarzı değişmez. Koca karısının evinden uzaklaşmasını engellerken, bu davranışını iyi niyet ve sahiplenme söylemleri üzerine kurar. Kamusal yaşamın zaman geçtikçe saldırganlaştığı, mahremiyetin de buharlaşma niteliği kazandığı bu zamanda kadın kutsal bakirliğin simgesi olarak elde tutulur. Özel alanı kadın ve evle, kamusal alanı da sokak ve erkekle oluşturan maskülen/erkeksi sistem, ev kadınının karşısına sokak kadını tehdidini koyarak ev hanımını zincirler.
Burjuva ailesinde kadın öteki sınıfların ev hanımlarına göreceli olarak iyi durumda sayılabilir; hiç değilse, dışa açık yüzünü gösterebileceği bir yere, Salona, sahiptir. Habermas’ın “Kamusallığın Yapısal Dönüşümü” başlıklı eseri, burjuva kamusal alanı üzerine incilerle doludur. Burjuvazinin 17. ve 18.yüzyıllardan itibaren kendi salonlarında toplanıp sosyalleşmesi, bütünüyle saraya ve asilzadeliğe karşı bir direnişin ifadesiydi. Burjuva esnafın düzenlediği davetler burjuvazi zenginleştikçe, hasılı sermaye biriktirmeye devam ettiği sürece saraya özenir, öykünür; saraydan geri kalmak istemez. İşte böylece Salon Kültürü ortaya çıkar.iv
Bu konuşmalar ışığında Tevrat’ta yer alan bir hikâyeyi, Suzan’ın hikâyesini, inceleyeceğiz. Güzelliği ve narin yapısıyla dillerde misafir olan Suzan bir o kadar da kocasına sadık ve Tanrı korkusu olan bir kadındı. Evinin bahçesinde yıkanırken sapkın duygularını dizginleyemeyen iki yaşlı adam tarafından tacize uğrar ve kocasına ihanet suçlamasıyla tehdit edilir. Kocasına sadık olan Suzan tehditleri reddederek yardım çığlıkları atmaya başlar. Suzan’ı baskı altına alamayan korkunç hakimler ondan intikam almaya karar verir. Umudunun tükendiği noktada Suzan’ın yardımına koşan Yahudi peygamber Daniel (Danyal) yaşlı adamların yalanını ortaya çıkararak Suzan’ın masum olduğunu kanıtlar ve sonunda iki yaşlı adam ölüme mahkûm edilir.v
Bu hikâye 16. ve 17. Yüzyıllarda Alessandro Allori gibi birçok ressama ilham kaynağı olmuştur. Eserine,vi Suzan’ın Banyosu’na baktığımızda Suzan’ın eviyle bahçesi arasındaki sınır bir avuç tuğla yığını ve birtakım kalıplaşmış hegemonik, ataerkil toplum normlarıdır. Tuğlaları mahrem yapan ataerkil toplumun düşünce üretimidir. Bundan dolayı bahçeyi geçersek, Suzan’ın kendi evinin içinde bile bir mahrem alana sahip olduğunu söyleyemeyiz. Dille kurulan hapishanenin mahkûmu haline gelen Suzan, kendisinin hayalinde bile kuramadığı mahremiyetini de erkeğe teslim etmiştir. Suzan’a kalan ise dışarıdan yoksunluk ve ömür boyu hane duvarları içinde bir mahkûm olmaktır. Eğer Suzan bu hapishaneden çıkarsa sonu tecavüzle sonuçlanır.
i Bachelard, G. (1996), Mekânın Poetikası, Çeviren: Aykut Derman, Kesit Yayınları, İstanbul.
ii İnam, A (1998),’’Hanemizdeki Sır’’, Doğı-Batı Dergisi, Yıl : 2, Sayı: 5, 1998, Felsefe Sanat ve Kültür Yayınları, Ankara.
iii Woolf, V. (1992), Kendine Ait Bir Oda, Çeviren: Suğra Öncü, Afa yayınları, İstanbul
iv Şenol M. http://www.ekdergi.com/burjuva-kamusu-salonlarda-baslar/
v Book of Daniel (13:31)
vi Resim : Alessandro Allori – Susanna and The Elders