Lucy Kirkwood tarafından yazılmış, 2017’de National Theatre’da sahnelenen ve ülkemizde geçtiğimiz yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından Ali Gökmen Altuğ yönetmenliğinde repertuvara alınan Sivrisinekler / Mosquitoes’in tadı hala damağımda kalmış olacak ki, koşa koşa gittim Gök Kubbe prömiyerini izlemeye…
Kalemde Kirkwood, yönetmen koltuğunda da onun satırlarına hayran olan bir yönetmen olunca, yüz otuz beş dakikanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile… Örümcek ağlarla kaplanmış tozlu bir kitabın ilk sayfasını açıyormuş gibi başladı Gök Kubbe, hikâyesini anlatmaya.
Gök Kubbe
Dört ay önce, tanımadığı ama hayallerinde yaşattığı ve görür görmez âşık olduğu bir adamın atının sırtında evinden ayrılan Sally, biriktirdiği parasını alıp kaçmak üzere evine döner ve kocasıyla karşılaşır. Bölgenin güçlü ve zengin ailesi Wax’lerin çocuğu öldürülmüş, cinayeti işleyen adam asılmış, ancak o sırada onunla birlikte olan Sally, hamile olduğunu söylediği için asılması ertelenmiştir. Mübaşir olarak görevlendirilen Coombes, hem çamaşırcılık hem de bölgede ebelik yapan Elizabeth’e, Sally’nin gebe olup olmadığını anlamak için bir araya getirilen jüriye katılması gerektiğini söylemek üzere evine gelir. Mahkeme 12 kadından, Sally’nin gebe olup olmadığı hakkında görüşlerini bildirmeleri istemiştir. Dönemin yasalarına göre, Sally şayet hamileyse, asılmaktan kurtulup Amerika’ya sürgün edilecektir. Bir karar çıkana kadar mum, ateş ve yiyecek bulunmayan bir odada tutulan kadınlar, Sally hakkında bir yargıya varmaya çalışırken, kendi geçmişlerine, bağlarına ve kadın olmaya dair gerçekler de açığa çıkacak, başka bir kadının hayatı üzerine adil bir karar vermek, sandıkları kadar kolay olmayacaktır.
Konusu tek paragrafta, bir çırpıda anlatılabilse de, bu satırlardan çok daha derin, çok daha büyülü bir okyanus gibi misafir ediyor içinde sizi oyun. Yer yer üşütüyor, hatta titrediğinizi hissettiriyor. Erkeklerin avaz avaz “KADIN” konuştuğu bir dünyada, bu sefer erkeği susturarak; kadını, kadınlığı, suçu, suçluyu, suçlamayı, suçlanmayı, bilmeden yargılamayı, hızlıca yaftalamayı kadınları konuşturarak, hatta bizzat kendilerine yaşatarak ele almış yazar.
Orkestra çukurundan Rönesans tablosu gibi çıkan on bir kadın
Ebe Elizabeth Luke’u (Aslıhan Kandemir) “Adalet senin çarşaflarını beklemez!” diyerek, jüriye katılmasına ikna eden Bay Coombes (Eraslan Sağlam), “Ben hiç gökyüzüne bakmıyorum, sadece çamaşır yıkarken” diye hayıflanan Kitty Givens’in (Canan Kübra Birinci) de aralarında bulunduğu on bir kişilik jüri odasına davet eder. Mum, ateş ve yiyeceğin bulunmadığı odada mübaşirlik yapan Bay Coombes’un oylamayı sorması dışında konuşması yasaktır.
Elizabeth henüz odaya gelmeden, adeta bir Rönesans tablosu gibi sisli bir orkestra çukurunun içinden yükseldi on bir kadın sahneye. Her birinin elinde günlük rutin işleri; kadın süpürür, kadın siler, kadın doğurur, kadın uyutur, bakar, besler tanımlı parmaklıklara hapsolmuş bir şekilde karşıladılar bizleri. Fonda ritmik bir müzik ile robotlaşan kadınlar gördük ve iç geçirdi kimi seyirci salonda, belki de kendi hayatına dem vuran bu tabloyu görüp. Sonra, tek tek mevcut yaşamlarına bir sebeple hapsedilmiş bu kadınları tanımaya başladık. Jüri olabilmek için yemin ettiler. Her biri birbirinden farklı hikâyeye, aileye, heyecana sahip bu kadınların en belirgin ortak noktaları hayatlarını kısır bir döngü içinde geçirmeleriydi.
Devamlı düşük yapan Helen Ludlow (Ayşem Yağmur Ulusoy Göktürk), uçan maşrapaya tutunan çılgın Mary Middleton (Ada Alize Ertem), yoksulluktan yakınan Hannah Rusted (Gözde İpek Köse) , dört çocukla şair bir eşe sahip Ann Lavender (Eylül Soğukçay), uzun yaşayıp yirmi bir tane çocuğu olan Sarah Smith (Zeliha Güney), yirmi beş yıl konuşmayan Sarah Hollis (Betül Kızılok Bavli), evli ve hamile olmasına rağmen çiftçi bir adamı düşleyen Judith Brewer (Ezgim Kılınç), kocası manifaturacı olan ve kendinden bahset dendiğinde evinin yakınındaki pis kokulu tahliye borularını anlatan Emma Jenkins (Işıl Zeynep Karaalp), Wax’ların yanında çalışan, karnı burnunda Peg Carter (Fatma İnan) ve bambaşka bir kasabadan gelip, yapacak daha iyi bir işi olmadığı için jüriye katılan Charlotte Cary (Demet Bozkaya Şalt) gibi farklı suretlerde on bir kadınla tanıştık, Ebe Elizabeth (Aslıhan Kandemir) dışında mahkemenin dış sesle konuşan Yargıcı (Mutlu Güney) sayesinde.
Kadın kadının kurdu mudur? Kadın kadının yurdu mudur?
Tam da bu ikilemin sorgulandığı sayfalar açıldı otobiyografik hikâyelerden sonra. Suçlu koltuğunda oturan gencecik bir kadını yargılayacak olan on iki kadından kimi empat, kimi kibirli, kimi de çekimser yaklaştı suçlanmakta olan Sally’nin hamilelik olasılığına… Sally Poppy (Serap Öztürk) ruhuna vurulmuş kelepçelerin bir benzeri bileklerine takılmış şekilde girdiğinde odaya, yabancılaştı tüm kadınlar, onun da bir kadın olduğunu unutarak. Kadına dair, doğuma dair ne kadar az şey bildiklerini fark ettiler ve yüzleştiler bu azıcık bilgilerinin de ne kadar yüzeysel olduğuyla… Cinselliğin bilgisizlikle ama en çok da bilinçsizlikle yaşandığının altını çizdiler beze sarılı tuğlalarla, arpa filizleriyle… Erkekleri konuştular; en çok da etiketledikleri erkekleri… Hem de bir tanesi yanlarındayken. Yasalar gereği konuşmasına müsaade edilmeyen Bay Coombes’in erkekliği ile dalga geçtiler rahatça, aslında en çok kendileri kirli ağızlara alınırken bu dünyada… Ellerine verilen yetkiyle baltalarını savururken rastgele, hınç alıyor gibiydi birçoğu… Koca karı ilaçlarından faydalanıp tatmin olmaya çalışanın bile gülümsemesinden cahillik, bilgisizlik, hurafeler akıyordu; çünkü bilmek, düşünmek mutsuzluk getiriyordu, izin de verilmiyordu zaten gerçek bilgiye ulaşmasına. En doğal kadınsal ihtiyaçlarını bile özgürce yaşayamamanın yarattığı hapishanede, şimdi gerçek bir suçlu(?!) oturuyordu ve ilk oylama yapıldı. Kadına yurt olmaya çalışan beş kadın, kadını kurt gibi kemiren yedi kişiyi ikna etmeye başladı.
Kötülüğün doğuştan gelmediğine inanan, bir insanın kötülükle doğamayacağını savunanlar yineledi bu oylamaları. Müthiş bir manipülasyonun içinde, her oylamada farklı bir kadın hikâyesi çıktı ortaya. Gördüğümüz, seyrettiğimiz ve en önemlisi zannettiğimiz kadınlardan çok daha uzak, bambaşka kadın hikâyeleri… Ancak sesi daha kalın, kendinden daha güçlü eril birinin varlığı ile ikna olabilen insanların yaşadığı bir çevrede, rahmiyle değil, aklıyla karar verdiğini ispatlamaya çalışan Ebe Elizabeth’in direnişini izledik.
Kadına ve kadınlığa dair ne varsa; regl hikayeleri, doğum kontrolü, doğum sancıları hepsini farklı karakterlerden, onların tecrübeleri ve bildikleri üzerinden dinledik. Ortak bir akıl ile kendisine danışılmasına karar verilen ve mahkûmu kontrol etmeye gelen doktordan (Doktor Willis / Çağlar Polat) gebe olma ile gebe kalma arasındaki farkı dinledi on iki kadın! Ve sahnede -hâlâ günümüzde tabu(t)laştırılan, kadına söz hakkı verilmediği için ihtiyaç duyulan- zoraki kontroller yapıldı her-şey-den emin olabilmek için.
Aynı anda yıllar sonra gök kubbeden geçecek olan kuyruklu yıldız heyecanla beklenirken ve henüz daha geçmemişken tutuldu dilekler. Böylelikle gerçek, çırılçıplak çıktı ortaya. Tam ispatlanacak bir şey kalmadı artık derken, yazar öyle bir ters köşe yapmış ki, koltuklarımızda nefes nefese izledik finali “yaranın üstüne açılmış daha derin bir yara” nın varlığıyla.
Nefes alışverişlerimizi, yutkunmalarımızı, boğazımıza takılan tükürükleri hesaplayamadığımız; aklıyla, fikriyle, rahmiyle, tüm benliği ve bizliğiyle, her ânı yüzleştiren, soran, sorgulayan, sorgulatan, ilmek ilmek dokunan, dokunduran bu yapımın yönetmen koltuğunda oturan Ali Gökmen Altuğ, yazar Lucy Kirkwood’u çok derinlikli okuyan bir isim olarak, nefis bir işe imza atmış.
Gizemli bir suç öyküsünden geçerken, dişiliğin karanlık ve sisli tünellerini aydınlatmaya çalışan eserde “Kuyruklu yıldız hakkında bildiklerimizin, bir kadın vücudunun işleyişi hakkında bildiklerimizden fazla olması” nın tuhaflığını sorguluyoruz. Bu kadar sivri uçlu, bu kadar vurucu bir eserin, uzun süresi de hesaba katıldığında, oyunun seyirci nezdinde su gibi lıkır lıkır akıyor oluşu.
Metinin çevirisini uzaklardan yapan Özden Gököz, dramatujisine imza atan başarılı isim Sinem Özlek, şahane yönetmeni Ali Gökmen Altuğ, başarılı yardımcı yönetmeni Onur Demircan ve emek veren yönetmen yardımcıları Aslı Şahin, Özge Kırdı, Emre Ertunç işbirliğinden kaynaklanıyor olsa gerek.
Dekor, başarıyı kendine kimlik yapmış usta isim Barış Dinçel’in yaratımı. Karmaşık olaylar örgüsüne, yalın ama boyutlu bir tasarımla cevap vermiş Dinçel. Müzik tasarımı da notalarıyla, eseri gözleri kapalı okuyabilen Emrah Can Yaylı’ya ait. Kostüm tasarımında, tüm sağlam projelere adını altın harflerle yazdıran Gamze Kuş ismini okuyoruz. Hareket düzeni, en son “Ağrı Dağı” oyunu ile karşılaştığımız yaratıcı isim Senem Oluz tarafından tasarlanmış. Nokta atışı, isabetli efektlerin tasarımı Metin Küçükyılmaz imzası taşıyor. İlk defa bir oyunda ekibi tanıtırken, ışık tasarımını en sona bıraktım hayranlığımı ifade etmek için. Yakın zamana kadar izlediğim oyunlar içinde, en başarılı ışık tasarımına sahip oyundu Gök Kubbe diyebilirim. Işık, o kadar “ince” görülüp, tasarlanmıştı ki, projenin tablo gibi durmasının en önemli etkenlerinden birisiydi adeta. Bu başarılı tasarımın arkasında ise Mustafa Türkoğlu var. Kendisini, tüm yaratım-yönetim ekibini tebrik ederim.
Ve Oyuncular…
İki erkek oyuncu ve dönüşümlü oynayan iki çocuk oyuncu ( Asya Kale & Deniz Şiir Boy) eşlik ediyor on üç kadın oyuncuya… Seyirci yaş sınırı on üç ve üzeri olan, cinsellik, argo, küfür ve vahşet içerikli bıçak sırtı bir oyunun içine yazar neden küçük çocuk eklemek istemiş anlayamadım. Hem doktor hem de Sally’nin kocası Frederick Poppy olarak, iki farklı karakterle izlediğimiz Çağlar Polat, emeğinin hakkını vermiş. Marjinal bir rolle karşımıza çıkan Eraslan Sağlam, güçlü oyunculuğu ile kendine hayran bıraktırmaya devam ediyor. Tam karşısında, oynarken sofitadan, “Gök Kubbe” ye doğru bakabilen ve her oyun gecesi elleriyle yıldız toplayıp seyirciye hediye eden, tüm projelerinde olduğu gibi bu oyunda da ışıl ışıl parlayan isim Aslıhan Kandemir var. Performansıyla alkış yağmuruna tutulan başarılı oyuncuyu İzlemelere doyamadık.
Ada Alize Ertem. Oyuna biraz çocuksu bir muziplik, biraz fantezi ve tebessüm katarak dağıtıyor sisleri. Yirmi beş yıl konuşmamış ve yıllar sonra ilk defa konuşan bir kadın sahiciliği ile oynadı Betül Kızılok Bavli, tüm gırtlak takılmaları, ses kısıkları, bedenindeki değişimi seyirciye yansıtarak. Oyunda etkilendiğim isimlerden biri de Demet Bozkaya Şalt. Tarif et deseler: “Sağlam bir diyaframdan çıkan pürüzsüz, anlaşılır ve tertemiz bir konuşma şekli. Müthiş bir duygu ve beden kontrolü ile öncesi/sonrası şeklinde, bıçak gibi ayrılan karakter hikâyesinin güçlü bir yorumla, net bir şekilde yansıtılması…” diye cevap veririm. Şalt, şapkasıyla olduğu kadar sesi ve yeteneği ile de dikkat çeken bir oyunculuk izlettirdi bizlere.
Uzun zamandır kendisini seyretmeyi beklediğim, en son “İstanbul Şiirle Buluşuyor: Gülten Akın” dinletisi ile sahnede olan Işıl Zeynep Karaalp, oyunun en katı, en yargılayan ve en son ikna olan soylu kadınını canlandırıyor. Kulisteki mutevazı kişiliğine tezat olan, bu kibirli ve sınıfçı kadını o kadar güzel buyur etmiş ki, kendinizi içten içe Emma’ya öfkelenirken buluyorsunuz. Zeliha Güney, hem saf ve eğlenceli hem de diğerlerine göre daha tecrübeli bir kadın karakteri ile renk katmış oyuna. Sarah Smith, seksenli yıllara damga vuran dizi, Altın Kızlar’ın Sophia Petrillo’sunu anımsattı adeta sempatikliğiyle.
Sally Poppy karakterine hayat veren ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’na bu oyunla merhaba diyen Serap Öztürk’ün Sally ile zaman geçtikçe daha iyi hemhal olacağı düşüncesindeyim. Özellikle uzun mesailer ayırıp, ses ve duygu kontrolü çalışması gerektiğini düşünüyorum naçizane. Bazı repliklerini net ve anlaşılır duyamadık maalesef. Mikrofon ihtiyacını sorguladığım oyuncunun sırttan oynadığı sahnelerinde daha çok replik kaybımız var orta ve arka sıralarda oturan seyirciler olarak. Kirkwood tarafından hırçın, öfkeli ve bol küfürlü yazılan karaktere, belki Şehir Tiyatroları ilk sahne heyecanından, belki karşısında oynayan güçlü isimlerin farkındalığından olsa gerek, kontrollü bir şekilde bürünememişti Serap Öztürk. Vurucu final sahnesinin duygu çözümlemesinin üstünden birkaç kez daha geçmeli sanki. Ama bu kadar iyi oyuncuyla bir arada olmanın şansına sahip olduğu için, zamanla toparlayacağından da şüphem yok açıkçası.
Gözde İpek Köse, Fatma İnan, Ezgim Kılınç, Eylül Soğukçay, Canan Kübra Birinci ve Ayşem Yağmur Ulusoy Göktürk oyuna emek veren, yarattıkları karakterlerle oyunu bütünsel anlamda tamamlayan diğer isimlerdi. Şimdiye dek farklı oyun ve rollerle bizlere selam veren oyuncular, “Gök Kubbe” nin takımyıldızları gibi ışıldadılar oyun gecesi.
Oyunun en sürprizli tarafı, 1759’lu yılların soğuk İngiltere’sini ziyaret ettiğimiz prömiyer gecesi, aynı anda seksen bin yılda bir görülen “TSUCHINSHAN ATLAS” kuyruklu yıldızının ülkemizin üstünde, Çanakkale’de görülmesiydi. 21. yüzyılın en parlak kuyruklu yıldızı olarak adlandırılan Tsuchinshan-ATLAS’ın 21 derece uzunluğundaki ihtişamlı kuyruğu ile gerçekleştirdiği tarihi geçişi, nadir görülen bir doğa olayına imza attı.
Kadını, kadınlığı, adaleti, yaşamı ülkece en fazla sorguladığımız ve canımızın belki de hiç olmadığı kadar acıdığı ve acıtıldığı yoz zamanlardan geçerken, tüm çürümüşlüğe inat üstümüzde parlayan kuyruklu yıldızın, sahne ve gerçeği buluşturan bu gök kubbenin altındakilerine vicdan, sağduyu ve bilinç getirmesini diliyorum.
Sanatın en iyileştirici yanı ile hareket edip, baki kalan hoş sedanın fark edileceği günlere hasretle…