Nesini söyleyim canım efendim
Gayri düzen tutmaz ilimiz bizim
Arzuhal eylesem deftere sığmaz
Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim.
Serdari, 1834-1918
Gerçekten de, toplumun sınıflı olduğu zamandan günümüze kadarki uzun tarihinde; insanlığın yaşadıkları ‘deftere sığmayacak’ denli çok ve karmaşıktır. Aynı zamanda da azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğinin en büyük kanıtı ve aygıtı olan ‘devlet’ ile birlikte de, çok büyük çoğunluğun “kolu omuzdan kesilmiş”tir, kesilmektedir. Öyle sanıldığı gibi “çaprazlama cezalandırma”yla olmasa da… Bu bağlamda Serdari’ye katılmamak olası değil.
Empedokles, ‘İlkelerin ilkesi sevgidir,’ der.
Konfüçyus ise, ‘İnsanları seviniz,’ diye buyurur.
Bu tümcelere eklenecekler çok; ama bütün bunlar bir kenara, günümüzde görülen sevgisizliktir. Hoşgörüsüzlüktür. İlgisizliktir. Hayatın her’ alanındaki vurdumduymazlığın insanlık tarihi ile birlikte yaşama damgasını vurması gerçekten de üzücüdür, düşündürücüdür. Süreç içinde azalması ve yok olması gereken sevgisizlik, ne yazık ki artan şiddetle orantılı olarak alanını giderek genişletmektedir. Bunun karşısında olmak yetmiyor artık. Yüreklilik de kimi zaman bir kahramanlıktan öteye gitmiyor. Sevgisizliğin egemen olduğu bir dünyanın hangi coğrafyasında olursanız olun, değişmeyen tek şey vardır, o da insanlığın bundan kurtulmak için verdiği mücadeledir. Belki de dünyayı ayakta tutan umudun yanında, güzelin, bir gün egemen olacağı düşüncesidir. Yalnızca bu mu, ayrıca varlığının şiddetli bir örgütlenmeyle olabileceğini bilenlerin çoğalmaya başlamasıdır.
Bugün her toplumun önünde karmaşık sorunlar ve çok zor geçecek günler var. Bu bağlamda insanın duyarlı, içten, uyanık olması; günümüzde artan bir coşkuyla sevgi yönünde örgütlenmesi ile orantılı olduğuna inanıyorum. Çünkü insanın kendisi olması devinimi karşısın da olanların yöntemleri acımasızca, korkunç ve de çirkindir. Artık biliniyor ki, insanın kendisi olmak çabası silah zoruyla susturulamaz. Yazgı ve duygu süpürgesiyle engellenemez. Bunların artık işe yaramadığı biliniyor. Bunun için yeni arayışlar, kaçınılmaz oluyor. Artık çok geri kalmış toplumlarda bile insanları klasik yöntemlerle yönetmek, uyutmak, sömürmek kolay değil. Çünkü gücünü zorbalıktan, sindirmekten ve susturmaktan alanları ayakta tuttuğu sanılan Truva atlarının çivileri günden güne düşmektedir. Bu yüzden de varlığını sürdürmek, yaşamını devam ettirmek için yeni söylemlere, yöntemlere ve gerekçelere gereksinimleri vardır, erki elinde tutanların ve işbirlikçilerinin. Koşulların öne çıkardığı her yeni şeyi kendi süzgecinden geçirerek kendisine yararlı hale getirmek çabası bir zorunluluk oluyor.
Sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte söyleyegeldiğim çabaların hayata egemen olmaya çalışmasının sonuçlarını günümüzde de görmekteyiz. Çünkü insana dair her şeyin bu yeni oluşumların üzerinde bazı güçlere hizmet için geliştirildiği görülür. Sınıflı toplumların doğası gereği, yaptırımlar, gelenekler, yasalar, sanat, kültür, kısacası yatay ve dikey yaşam, erki elinde tutanların isteğine yönelik şekillenirler. Bu yüzden de bunların tümü görecelidirler.
Hümanizm, insanı ve insana dair erdemlerin tümünü temel alan ve erdemlerin tümünü sonuna kadar savunan, geliştiren bir düşünce akımıdır. İnsanın kendisi olma yolunda ilerleyişiyle sınırlı kalmayıp yaşamın içinde de etkin olması gerektiğini savunur aynı zamanda. Hümanistler, insanın kendini ve içinde yaşadığı dünyayı denetlemeye, değiştirmeye ve güzelleştirmeye yetkin olduklarına inanırlar. Tanrının varlığına ya da ölümden sonra bir başka yaşam olabileceğine inanmazlar. Hümanistler, insanın iyi ve kötü eğilimleri olduğuna da inanırlar. Hatta kişinin gerçek bir insan olması için bu iyi eğilimlerinin eğitilmesi, beslenmesi, genişletilmesi gerektiği gerçeğine de bağlıdırlar. Hümanistlere göre, herkes yaşamında dilediğini yapmakta özgürdür; ama özgürlüğü toplumsal yapılanma ve yaşama açısından sınırlı sorumludur. Onlara göre, bu özgürlük toplumsal yaşamın kurallarını ve birlikteliği sağlayan dayanakları sarsmamalıdır. Bu özgürlük, başkalarına ya da içinde yaşadığı toplumun insanlarına zarar vermemelidir. Buna içtenlikle bağlıdırlar, inanırlar ve herkesin de böyle davranmasını beklerler. Ayrıca, toplumun insanlık yaran için en iyi biçimde örgütlenebileceğine içten inanırlar. Örgütlülük, insanın doğası gereği uzaklaşamayacağı, yadsıyamayacağı, onsuz yapamayacağı, olmazsa olmaz’ların en başında yer almaktadır.
Hümanizma Akımı’nın kurucusundan (Petrarca Francesco: 1304-1374) itibaren ‘ilk hümanistler’in tümünün ortak yönü, korkutucu ve keyfi Tanrı fikri yerine iyilik Tanrısı fikrini yerleştirmeye çalışmalarıdır. Dinin öbür dünya beklentisini sorgulama cesareti bulan bu “ilkler” Rönesans’ın doğmasına önayak oldular ve bunun din egemenliği altındaki Avrupa’da yayılmasına katkıda bulundular. Yani, yapıtlarla, söylemleriyle, eylemleriyle “ortaçağ”ın “klerikalist”lerinden kurtulmak için çabalarlarken, dayanakları yine din olmuştur. Ama din, asla bir amaç olmamıştır, araç olmuştur bu ilk hümanistler için. Çünkü ilk hümanistler hem insanın gücüne inanırlardı hem de dinsel inançlara bağlıydılar. Bundan dolayı kilise ile aralarında çatışma olmamıştır. Hatta eski gücüne kavuşmak isteyen kiliseler, bu ilk hümanistlerin aracılığı ile reformlarını, amaçlarına uygun biçimde uyanan ve düzenlerini yıkmaya çalışan yoksul kitlelere kabullendirmeye çalışıyorlardı. 14. yüzyılın sonuyla 15. ve 16. yüzyılı kapsayan bu dönemde Eski Yunan ve Roma Kültürü’nün canlandırıldığı süreçtir. İnsanları, yeryüzünde krallarla, soylularla özdeş biçimde gören ve birbirinden ayırmayan, insanları Tanrı katında değil, yeryüzündeki devlet ve kral-soylu karşısında da eşit ve özgür olduğunu savunan, söyleyen “din”, sınıflı toplumun gereği olarak, yönetici güçlerin dayanağı olmasıyla birlikte eşitlik ve özgürlük gökyüzüne çevrilerek dünyanın merkezine “Din-Tanrı” konuldu. Yeryüzünün nimetlerinin paylaşımı da krala soylulara ve kiliseye bırakıldı. İnsanlık tarihi açısından, insanların hiçbir değerinin olmadığı bu uzun süreç elbette iç ve dış koşulların gelişen etkilerinin sonucu olarak, eskisi gibi yönetemeyenlerin varlıklarını sürdürmek için eski yöntemlerinin yerine yenilerini koymak istemelerinin sonucu olarak, ilk hümanistler bu eğilime yardımcı olurlarken iyiye yönelişi de bir noktada ilerlettiler. Düşüncede, edebiyatta, resimde, heykelde ve mimarlıkta büyük bir değişiklik yaşanıyordu. Dünyanın ve insana has bütün şeylerin merkezine tanrıyı-dini koyan genel anlayışa karşı, insanı koyan hümanizmanın bir farkı vardı: İnsanları eskisi gibi yönetemeyen kilisenin ve din adamlarının yönetimini sanatçıların, aydınların öncülüğünde yıkması… Klerikalizm, kendisini yaralayan hümanistlerden birçoğunu öldürtmüştür. Ortaçağ boyunca yaşamın her alanında söz sahibi olan kilisenin gücü, iç ve dış etkenlerden dolayı hızla azalıyordu. Gökyüzü Devleti ile Yeryüzü Devleti arasında bulunan dini kurum-kuruluş ve kişiler, başlangıçta çok yoksul kitlelerin umuduydu; ama süreç içinde insanın aklını kullanmaya başlamasıyla birlikte bu aldatıcı umut tükenmiştir. Yerini, insani değerler almıştır. “Kul”laşmaktan, eşitsizlikten ve özgürlüksüz bıkan yığınlar, yüz yılların karanlığı içinde bir kurtuluş ışığı aramışlardır. Sonuçta bu ışığı yakanların arkasından ilerleyerek yollarını bulmuşlardır. Antik Çağ’a, Eski Yunan ve Roma kaynaklarına dönerek, yeniden doğuşu ve aklını kullanmayı yaşama sokanların ışığı yol gösterici olmuştur bu yığınlara. Oluşan yeni sınıfın aydınları, sanatçıları doğaları gereği ilerici ve devrimci olmalarına karşın süreç içinde burjuva hümanizmini olgunlaştırmışlardır. Bu akım büyük kitlelerin istemlerini “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” gibi sloganlarla geçiştirmeye çalışmıştır. Bunlar yalnızca iktidarı ellerinde tutanların birer dayanağı olmuş ve kitleleri kandırmanın araçlarına dönüştürülmüşlerdir. Hümanizma Akımı’nın yarattığı bu büyük dalga, bütün bir Avrupa’da ulusal kiliselerin, bilincin ve yeni coğrafi oluşumların şekillenmesini gündeme sokmadı, yani sadece bununla yetinmedi; aynı zamanda tanrıtanımazlığa kadar ulaşmış siyasi-sınıfsal hareketlerin oluşmasını da gerçekleştirmiştir. İnsana ve insan aklına olan inancından dolayı birçok ülkede bu tip hareketler çoğaldı ve bugünün Avrupa’sının özgürlükleri temelinde bunlar yatmaktadır. Almanya’da Thomas Münzer hareketi gibi kent reformizminden kopmuş şiddetle birleştirilmiş devrimci fikirler geliştiren bazı örnekler, dinsel bir örtüden vazgeçememekle – birlikte, aklı yüceltmede, tanrı tanımazlığa kadar ulaşmış siyasi-sınıfsal hareketler… Buna kanıt gösterilebilir. İşte burjuva hümanizmi, erki eline geçirmek için yoksul kitleleri kiliselerle uzlaşma içinde olanlara karşı ayaklandırdıktan sonra, yönetimi eline geçirir geçirmez, varlığını sürdürebilmek için alt-sınıflara karşı “dini Tanrı’yı-dinsel kurum, kuruluş ve kişileri” kullanmaya başladı. Başından beri sınıflı toplumun genel bilincinin “din” olduğunu söylemem bundandır. İşte sınıflı toplumların “erki”ni en iyi biçimde açıklayan bir alıntıya geçelim şimdi: Devlet bir kez toplum karşısında bağımsız bir güç hâline geldi mi, kendisi de artık yeni bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuku kuramcıları, özel hukukçular, gerçekte, ekonomik olaylarla olan bağlantıyı hileyle örtbas ederler. (F. ENGELS) Gerçekten de bugün bile kaçınılmaz bir biçimde “din” toplumsal sınıfların bilinci değil mi, hatta “ulusal” ve “üniter” yapı için de farklılıkları birleştirici olarak kullanılmıyor mu?
Bu yüzden de gerekse bizde gerekse toplumsal genel bilincimiz olan “din”in yayıldığı her yerde ne yazık ki bir Marcion, Abelard, Nicholas, Arnaud De Bresda’lar çıkamamıştır. Bırakalım insan sevgisini öne sürenleri bir kenara, Tanrı anlayışını akla, temele dayandırarak bir sevgi öğesi yaratmaya çalışan tasavvufçuların bile birçoğu katledilmiştir. Gerçeklere din kitaplarıyla değil, akılla ulaşılır diyenler öldürülmüştür. Korkutucu Tanrı fikrinin kutsal kitaplarda yeri olmadığını söyleyen insanlar taşlanmıştır. Ama Rönesans ile birlikte gelişen tarihimizin hiç de anlatıldığı gibi olmadığı bir gerçektir. Bugün üzerinde sıklıkla tartışılan laiklik konusunda öylesine ekstremist yaklaşımlar var ki. Bunlardan biri “Osmanlı’nın Laik” olduğu savı… İkincisi ise çok yakındaki bir açık oturumda “laik”liği ve “cumhuriyet”i savunanlarca söylenen “Osmanlı’nın çok ulusluluğu, özgürlükçülüğü, din ve vicdan özgürlüğüne” sahip olduğu vs… Bunun, yeni olmadığını biliyoruz artık. Çünkü konformizmin bir özelliği de sürekli gündemi değiştirmek ve kendi çıkarına canlı tutmaktır. Fakat bir şey daha var. O da şu: 5. sınıfların Din KL. Ah. BL. kitabında benzer söylemlerin olduğunu gördüğümüz gerçeği. “Atatürk’ün Laiklik ve Din ile İlgili Görüşleri,” bölümünde, laiklik denen bu olgunun çok eskiden beri Türkler tarafından kullanıldığı ve Batı’nın nice sonra bunu alıp geliştirdiği üzerine saptamalar var. Bu böyle olunca, televizyonlardaki açık oturumlarda yukarıdaki açıklamaların olması da normal görülebilir. Ama gerçek öyle değil. Neden değil? Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u ele geçirdikten sonra, sınıfsal paylaşım gereği, Hıristiyan ve Yahudilere özgürlük tanıması, yukarıdaki tanımlama içinde değerlendirilemez, gösterilemez de. Bunun sosyoekonomik ve işbirliğinin bir dışavurumudur. Büyük bir Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği altındaki değişik din ve mezheplerin yaygınlığı karşısında yöneticilerin bir şey dayatmaması laiklik olarak yorumlanamaz. Kaldı ki bu, sözde özgürlük bile çoğunlukla askıda kalmıştır. “Ulema idam edilmez” fetvasına rağmen birçok ulema öldürülmüştür. Hıristiyanlara ve Yahudilere, bu dinlerin değişik mezheplerine kimi zaman haksızlıklar yapılmış olsa bile, kabul gören dinin değişik mezheplerinden insanlara tarih boyunca kıyımlar, baskılar yapılmıştır. Rafızilere, Işıkçılara, Kızılbaşlara, Babailere vb. olmadık baskılar yapılmıştır. 1558 yılından sonra özellikle ve bundan önce 43 yıl içinde 54 padişah fermanıyla birçok insan katledilmiştir. Yakılmıştır… Safevi Devleti’yle yapılacak savaşa hazırlık olarak Anadolu’da Kızılbaşların kılıçtan geçirilmesi, kırk bin kişinin kuyulara, boyunlarına taş bağlanarak Kızılırmak’a atılmaları “münferit olaylar” değildir. Eğer söylendiği gibi “din ve vicdan özgürlüğü” demek olan “laik”lik olmuş olsaydı bunlar yaşanmazdı. Katı bir teokratik yönetimi benimseyen Osmanlı’yı böyle görmek, bugün vardığımız yerin resmidir demek abartı olmasa gerek. Eğer öyle olsaydı, “Aziz Mahmut Hüdai-Şeyhülislam Ebussuud Efendi-Müftü Hamza’lar” olur muydu? Elbette olmazdı…
İşte böylesine göreceli bir hoşgörünün üzerinde şekillenen kültürün uzantısı ne yazık ki aydınlanmayı gerçekleştirmeye yetmemiştir. Gerçek anlamda “Burjuva Aydınlanma Feslefesi”nin başlangıcı olan genç “Cumhuriyet” ise varlığını sürdürecek olan “kendi insanı”nı yaratamamıştır. Bunun önünü açmıştır; ama çok partili süreçle birlikte yeni cumhuriyet insanını oluşturacak şeylerin tümü birer birer yok edilmeye başlanmıştır. Bu hâlen devam etmektedir. Böyle olunca da insan sevgisi filizlenmeden koparılmaya başlanmıştır. Yolunan genç fidan yeniden yetiştirmek için çabalamaktadır; ama bir süre sonra tekrar yolunmaktadır. Bu kısır döngü içerisinde insan sevgisizliği büyümektedir ancak. Türkiye Burjuvazisinin Aydınlanma Sürecine katkısı olan gerçek aydınların, bilim adamlarının ve sanatçıların önü ne yazık ki sürekli kesilmektedir. Bu bağlamda aklı öne çıkaranların ve onun egemenliğini sağlamaya çalışanların zinciri her geçen gün daha çok saldırıya uğramaktadır. İşte bu sürecin güzel insanlarından olan Turan Dursun, Bahriye Üçok ve diğerleri… İnsanı acı acı güldüren de nedir bilir misiniz? Ruhban sınıfının olmadığı söylendiği hâlde, var olması bir biçimde. Acaba, onca din görevlisi ve tarikat şeyhleri birer ruhban kitlesi değil mi? Resmi ve gayri resmi… Bunlar insanların öldürülmesi konusunda fetva verebildiklerine göre, kanımca bu böyle… İşte insan sevgisi ne yazık ki göreceli ve sınıfsaldır, öyle idi, böyle gidecek… Ne zamana kadar? Toplumsal sınıfların birlikteliği gerçek anlamda tek oluncaya kadar, yani sınıflar kalkıncaya kadar sürecek bu…
Ülkemizde aydın ve sanatçılar ‘irade birliği’ne inanmıyor. Çoğunluğu böyle. Aynı zaman da konformisttir, bencildir. Kendinden başkasını beğenmez. Yalnızdır. Kalabalıktan korkar. Yürekliliği yalnızca dost sofralarındadır. Pısırıktır da. Asla kendisi olmamıştır. Kendisi olmak; aklını kullanmak ve genel-göreneksel yargılardan, konformistlikten kurtulmaktır. Değiştirmektir… Kendisi olma çabasında olanları, kendine benzetmeye çalışır. Kendisi olma yolunda ilerleyeni ve öne çıkanı küçümser. Oportünisttir de aynı zamanda. Öne çıkanı karalar. Yadsımaya çalışır. Yalnız bırakır kendince. İçinde yaşattığı dünyanın tek adamıdır. Kendi içine dönmüştür, yalnızdır aslında. Son on yıllık ara rejimin etkisini üzerinden atamamıştır. Korkaktır. Otokontrol yöntemiyle kendini çizgi dışına bırakmaz. Sürekli kendisinden istenilen yörüngededir. Kendisine ördüğü kalenin içinde yaşamını sürdürür. İstenilen at gözlüğü ile yolunu takip eder, göz bağı ile de yaşamının ufkunu belirler. Güdümlü, güdük biri olmuştur. Toplumun kendisi olma çabası geleneklerden ve sözel yaptırımlardan kurtulmaya, özgür iradesini kullanmaya bağlıdır aslında. Bunun öncüsü aydınlar ve sanatçılardır. Bu yüzden de elinden geldiğince engellemeye çabalar. Yeni yöntemler, metotlar, dallar ve sanatlar keşfeder. Bunların yaygınlaştırılması için taraftar bulmaya çalışır sürekli. Televizyondan bağırır, yaralıdır, yatakta: “Aziz Nesin’i istiyorlardı. Onun yüzünden oteli yaktılar, bize ne ondan…” diye haykırır. Oturumlarda, toplantılarda, yazılarda, açıklamalarda sürekli bir suçlu aranır. Bunlarda şu veya bu şekilde payı vardır aydınımızın, sanatçımızın, kısacası insanımızın. Fikret Başkaya’yı, İsmail Beşikçi’yi, Yalçın Küçük’ü, İlhan Arsel’i ve daha nicesini kendince dışlayanımız olmadı mı? Olmuyor mu? Ağızda sakız yapılan ve yinelemek istediğimiz sözde gerekçelerimizle yaşamı kendimize biraz da biz darlaştırmadık mı? Bu insanların tarihi misyonlarını sürdürmelerine yardımcı olduk mu? Her insanın okuma yazmasından dolayı, anlama ve algılama farklılığı kaçınılmaz bir gerçekken, kâğıt üzerindeki okuma yazma oranı dışında gerçekten de yeterince algısı olmayan suçsuz insanlarımızı bunları yanlış anlatan medyaya karşı savunma gereği duyduk mu? Duyuyor muyuz? Kentlerimizin ve kırsal kesimlerin karmaşık yapısı içinde yaşamını sürdüren ve çağdaş insanlığın sınırı dışında kalan, -elinde olmadan- çünkü bunların suçu değil insanlarımızın bilincini oluşturan televizyonlara karşı nasıl bir çabamız vardır? Yoktur, Yaşamı sorgulamanın ve değiştirmenin yolu irade birliğini gerçekleştirmekten geçmiyor mu yoksa? Bence bu doğru yanıtlanmalı. Çünkü: Tek tek bireyler ancak başka sınıfa karşı ortak bir mücadele yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerinin düşmanıdırlar. (Mark-Engels) Bu çok yerinde bir saptama. Hem sınıflar arası mücadele açısından hem de aydınlar ve sanatçılar açısından. Şimdi “bireyler”in yerine “aydınları-sanatçıları”; “sınıf” yerine de “kitle” sözcüğünü koyun. Nasıl, sanatçıların, aydınların “irade birliği” için yerinde bir çıkış ve saptama değil midir? Demek ki önemli olan, aydın ve sanatçıların “ortak bir hedef” belirlemeleridir. İşte hedefi aynı olanın birlikteliği de kaçınılmaz oluyor. Bu birliktelik asla, tek yumurta ikizi gibi düşünülmemelidir… Farklılıklarıyla birlikte, ortak hedefe ortak mücadelede birlikteliktir sözünü ettiğim. Bunu sağlayamayan, yaşadığı “ortam” gereği birbirinin düşmanı olarak didişip durur; bunun da kime yarayacağı belli.
Görünüşte en büyük özgürlüğü oluşturan burjuva toplumunun köleliğine (Marks) karşı duran ‘sosyalizm’ ölmemiştir. Yıkılan “reel sosyalizm”dir. Bunun yıkıntısı altından çıkamamıştır, aydınımız sanatçımız. Daha doğrusu çıkmak istemiyor, konformizmin bir yönü de bu. “Paris Komünü”nden sonra emeğin savunucuları ‘sömürünün ve artık değerin karşıtları asla yılgınlığa düşmediler. Eğer böyle olsaydı, o yıkıntıdan sonra büyük Ekim Devrimi olmazdı. İşte, “yaşasın Hitler” diyemeyenlerin kuyrukçuluğunu yapmak bizi “sosyalizm öldü”ye götürür. Hâlen toplumlar sınıflıdır, sömürü tüm şiddetiyle sürmektedir ve yıkılan reel sosyalizmin altından emeğin yeni direnişçileri ayağa kalkmaktadırlar.
Sınıflararası uçurumların hızla derinleştiği bir dünyada ve üzerinde yaşadığımız parçasında yaşamdan kopuk ve sınıflar üstü bir hümanizmadan söz etmek doğru olmaz. Emeğin sömürüsü üzerinde varlığını sürdürenlerin rahatlarını daha da sağlamlaştırmak için kullandıkları gereçlerden olan sözde bir insan sevgisinin pratik karşılığı yoktur; olmamıştır. Çünkü sınıflı toplumların özü gereği erki elinde tutanların insan sevgisi çıkarına hizmet etmeyle orantılıdır. Bunu sözde olmaktan öteye götürmeyenlerin ciddiliği inandırıcı olmamıştır, olmayacaktır. Çifte standartçılığın sınırları içinde dolanıp duran bu anlayışlar gerçekte karşılığım da bulmazlar. Yüreğinin incecik zarında yaşayarak kendini düşünmekten başka bir şey yapmayan insanların giderek azalacağı yerde çoğalması ürkütücüdür. Bedenimize, dilimize vurduğumuz soyut ama oldukça güçlü zincirleri, bukağıları çıkarmamız gerekmektedir. İçimizde yarattığımız zindandan kurtulmasını bilmezsek dışımızda örülen duvarları nasıl yıkabiliriz ki.
Bugün için de bulunduklarımız bir açıdan da duyarsızlığımızın, tepkisizliğimizin sonucudurlar demek asla bir abartı değildir, gerçektir. Robot duyarlılığı insana özgü değildir, bunu bilmek zorundayız. Sevgi öylesine yalın, sıradan mı? Duygusuz ve düşüncesiz miyiz? Öyleyse bize doğru adım gelen bu öldürmelerin, kıyımların karşısında olmamak doğru mudur? Sıra sizlere geldiğinde sizi kurtaracaklar olacak mı?
Marksizm, hümanist bir dünya görüşü olarak, özgürlükten yanadır. Ne var ki, onun, özgürlüğü ele alış biçimi ile sorunun çözümü için önerdiği önlemler başkadır. Marksizm’e göre, özgürlük, önce belli bir tarihsel gelişmenin ürünüdür. Bu gelişme dışında, soyut bir özgürlükten söz açılamaz. Kişinin özgürlüğü, yaşadığı çağa, toplumun koşullarına doğrudan doğruya bağlıdır. Ve özgürlük kavramı, her şeyden önce, belli bir toplum çevresinde, belli sınıfların karşılıklı ilişkisi olarak ele alınmalıdır. Sonra özgürlüğün sözde kalmaması için, o özgürlüğün yaşanabileceği koşulların da hazırlanması gerekir. Verilen her özgürlükle birlikte, özgürlüğü gerçekleştirecek “somut olanakları”n da sağlanmasını ister. Ne var ki, bir toplum, çıkarları birbirleriyle çatışan sınıflara ayrıldıkça ve devlet iktidarının bir sınıfın ötekine baskı için kullanıldığı bir araç oldukça, özgürlüğün gerçekleşmesi de düşünülemez. Özgürlük ortamının yaratılabilmesi için, toplumda yaşayanların başta “iktisadi yabancılaşması”nın yok edilmesi gerekir. (Devlet ve Demokrasi, Anayasa Hukukuna Giriş, Server Tanilli 4. basım Say-Aralık 1985 İstanbul, sf: 174)
Şimdi soruyorum: ‘sizce hangi hümanizma öyleyse?