Hayatta o kadar can sıkıcı şeyler ve işler var ki… Ne gücüm yeter yazmaya ne de zamanınız yetişir okumaya…
İşte bu yüzden elimden geldiğince deniz kıyısındaki denizyıldızlarını denize atmak misali, ben de iyi işler, şeyler yapmaya çalışıyorum. Çünkü üstesinden gelebileceğimiz şeylere zaman ayırmalıyız, akıp bir baraja güç olan suların aydınlığa enerji olması gibi… Sonra üstesinden gelemeyeceğimiz şeyler için de en uygun zamanı bekleyebilmeliyiz.
Öyle bitkin, yorgun, uzlaşmacı ve teslimiyetçi değil, tüm varlığımızla uyanık olmalıyız üstelik cümle kötülüklere, yanlışlara ve dayatmalara karşı…
Bir başıma yapamayacağım, alt edemeyeceğim şeyler ve işler için bekliyor; beklerken de şiire, türküye sığınıyorum…
Bu neden rahatsız eder bir başkasını…
Olduğumuzdan farklı görünmek yalnızca bilinçsizlerin işi…
Bu girizgâh aslında son cümle içindi.
Gereksiz gibi gelebilir ilk bakışta yazı; ama sabırla okunduğunda dediğim daha iyi anlaşılacak.
“Yazar”la “yazan” arasındaki farka bir sonraki yazıda detaylı değineceğim ama yazıya kaynak olan soruya cevabım olması bakımından dilimden düşen sözleri paylaşmak istiyorum:
-Kitabım yayımlandı, falanca yayınevinde olacağım.
-Dosyalarınızın basılmasına garanti vermeyiz ama yayımlanacak düzeye gelebilmesi için ücretli editörlük yaparız… İsterseniz sizin için matbaacılık işlerinizi de yapabiliriz türünden açıklamalar okudukça, duydukça üzülüyorum. Çünkü o kadar şey duydum dersem yetersiz olacak çünkü inanın duyduklarımdan fazlasına da tanık oldum… Şimdilik kendime saklıyorum… Küçük, orta ya da büyük fark etmiyor yayınevlerinin %70’i paralı kitap yayımlıyor… Yazar, şair, öykücü vs olanların da bir bu kadar oranı yazdıklarını parayla bastırıyor… İyi veya kötü olmaları bir başka tartışma konusu tabii ki… Bu orana girenlerden bir kısmının dosyasını medyatik olmuş yazarlara verin, o yazar ismiyle göndersin, sorgulanmadan yayımlanır dosya… Medyatik olmuş büyük(!) yazarların da en yetkin dosyalarını bu daralttığım grup içindeki yazarların adlarıyla gönderin okunmadan, şöyle bir bakılmadan çöpe atılır… Yani editör geçinenlerin çoğunluğu da bir tuhaf vesselam… (Bakın editör geçinen dedim işini hakkıyla yapanları ayırmak için) İnsan kendisini kandırır, kendisine yalan söyler ve içinde olduğuna inanırsa başkalarını bunlara inandırmaya çalışır.
Oysa insan dediğimiz varlık en çok da kendini iyi tanır.
Yani bizim kendimizi aynada ya da birbirimizi nasıl gördüğümüzün bir anlamı yok asıl kim olduğumuzu biz biliyoruz çünkü kendimizle büyüyen varlıklarız. Bana göre her şey bir insanın kendini kandırmasıyla geriye ve de daha da kötüye gider…
Yazar/şair geçinen birçok zevatın kitabının baskı parasını aldığı yetmiyormuş gibi ayrıca onlara kitaplarını da satan sanal yayıncılara, editörlere kızamıyorum artık. Bu bir arz talep meselesi diyeyim çok adice bulduğum hâlde.
Ya 100/150 kitap karşılığında kitapları en az 5 yıllığına el koyan sözde ciddi yayınevlerine, çevresinde gördüğü ve düşünce yoldaşı/kardeşi saydığı için telifini düzenli ödeyip süresini üç yılla sınırlayan ve en çok da emek sömürüsü karşıtı olduklarını bağırıp çağırıp yazılarla afişe ettikleri hâlde gözden ırak olan gönülden ırak olur anlayışıyla kitaplarını 15 yıllığına ve de üstelik 100/120 kitap karşılığında gasp eden sözde emekçi aymazlara ne demeli?..
Ya 500 ile 5.000 liraya sonsuz ve sınırsız yayın hakkını çalanlara?
Kim mi bunlar?
Bakmasını bilirseniz, görür ve tanırsınız.
O vakit çekersiniz hayatın sifonunu üstlerine, çünkü bunu hak ediyorlar.
Ya bir biçimde mekân bulup da yüz yüze veya sanal üzerinden yaratıcı yazar/şair atölyeleri oluşturanlara ne demeli… Bir simit, bir çay, bir paket sigara edecek kadar ederle bildiğini aktarmaya çalışan(lar)dan, uçuk mu uçuk eder(ler)le adeta yengeç sepeti olan atölyelerine çektiklerine, ciddi dergilerde ve yayınevlerinde ürünlerini yayımlatma garantisi veren(ler)den ayrı tutuyorum, bu işi bir okul anlayışı ile dürüstçe yapan(lar)ı tabii ki… Yalnız her türden atölyecilerin genel anlamda ortak oldukları bir sonuç var bana göre; o da şu soru:
Yaratıcı Yazar/Şair Atölyeleri yetenek yoksa insanı yazar/şair yapar mı?
Bence yapmaz ve bundan başka niyetler peşinde olanlara da hiç mi hiç güvenilmez. Neden mi? Ülkemiz âdeta bir “yazar” cennetidir. Bu yüzden okurdan çok “yazan” var desek yeridir. Bırakın bir romanı, hikâyesi, anlatısı, şiir kitabı yayımlanmışları; yalnızca bir şiiri yayımlanmış her birey kendisini bu şekilde isimlendiriyor. Bunun, ‘parayı veren düdüğü çalar’ modunda herkes için kolay olması şaşılası bir durum. Ayrıca bir biçimde bu isteğini/hevesini hayata geçirebilmiş olanların yanında bunu hiç gerçekleştirememiş ve yalnızca “heves”te bırakmışımız da sanırım azımsanmayacak sayıdadır. Abarttığımı düşünmeyin ama İstanbul’dan Ardahan’a, İçel’den Sinop’a uzanan bu topraklarda bazı yayınevlerinin neredeyse kendilerine gönderilen her şeyi hiçbir ayırım yapmadan yayımladıkları inanılmaz olsa da gerçektir. Bu sözünü ettiğim “yazan” ve “yazar”lardan hiçbirinin eserlerini yayımlamadıkları hâlde hiç mi hiç okumadıkları da bambaşka bir gerçektir. Kendilerini “yazar” olarak tanıtan onca insan tanıdım. Yıldıklarında, aşındıracakları yayınevi kalmadığında kendi kitaplarını bazı yayınevlerine -ki bunlara yayınevi demek ne kadar doğru bilemiyorum- kendi ceplerinden para vererek- bastırdılar. Heveslerini kursaklarında bırakmadılar. Yetinmediler sokak sokak, mahalle mahalle kendilerine okur aradılar. Kitaplarına yatırdıkları parayı çıkarmaya çalıştılar. Üç beş tanıdığın, komşunun hatıra binaen aldıkları kitapların dışındakiler ellerinde kaldı. Kimi içine kapandı. Kimi de boğazından, üstünden kesip ikinci, üçüncü kitabını bastırttı. Bazıları bunu bile başaramadıklarından (tabii ki verdiğim örnektekiler ne kadar başarılı ayrıca bir tartışma konusu olduğunu da belirteyim) ve başka nedenlerden dolayı, “kendi yayını” logosuyla en iyi bildikleri matbaalarda yayımlattı kitaplarını.
Kişisel yayıncılık ile paralı yayıncılık arasında kalanları yazar, hele hele gerçek yazar sayıp saymamayı bu ikilem ile sınırlı tutmadığımı ve ikileme de mahkûm etmediğimi belirtmeliyim. Çünkü “yazan” ile “yazar” arasındaki fark salt bu ikilemle sınırlı değil. Aslında bu genel durum hayatımıza giren teknolojik aparatlar ve internetle daha da yaygınlaştı; giderek de saman alevi ve mantar gibi yaygınlaşıyor. Uzatmadan bu duruma paralel olarak cılkı çıkmış şiir, öykü, roman vs atölyeleri de almış başını gidiyor.
Korona günlerinde şöyle bir sendeleme ve şaşkınlık geçirdikten sonra toparlandılar, uzaktan eğitimle yazarlık, şairlik vs kurslarını sürdürdüler. Heveslilerin üzerinden para kazanmak, kafakol ilişkisiyle buraların müdavimlerinin ürünlerini(!) yayımlatmak, hatta kitaplarını(!) çıkartmak enflasyonla yarışırca at koşturuyor. Daha detayına girmek istemiyorum ama ayrıntısı mide bulandırıcı demekle yetineyim. Ve son verirken, Onur Caymaz’dan ödünç alarak iyi bir okurun, kötü bir yazardan iyi olduğunu, zaten kendisini iyi kitaplarla besleyen birisinin az çok yazabileceğini, ama mayasında yoksa insanın asla yazar olamayacağını düşünüyorum diyeyim.
Yazdıklarını her dönem okuduğumuz büyük yazarlar, şairler bu tür atölyelerden çıkmadı. Bu onda biri yeteneğe onda dokuzu ise disiplinli çalışmaya bağlı emeklerinin sonucudur. Çünkü bir insanı yazar, şair, aydın, bilim insanı, her neyse o yapan özelliklerin en önemlisi kendisiyle yetinmemesidir. Anlatım ve dil zenginliği, özgünlük vs gibi olmazsa olmazların sonucudur yaratıcılık. Edebiyat kariyeri boyunca bir “yazar”ın üslubunun giderek daha titiz ve etkileyici hâle gelmesi normal ve kaçınılmazken; hiçbir “yazan”ın bu alanda sıçrama yapması beklenemez. Çünkü yetenekten yoksun bir “yazan” değeri olan bir edebiyat üslubu geliştiremez de; ondandır beklenmemesi bu tür bir yetkinlik. Olabileceğinin en iyisi, kasıtlı olarak bir araya getirilmiş ve ilahi kıvılcımdan yoksun yapay bir yazar(!) olmasıdır.
Edebiyatçılık özetle öğretilebilir/öğrenilebilir bir şey değil…