Talin Suciyan’ın “The Armenians in Modern Turkey: Post-Genocide Society, Politics and History” adlı kitabı ‘Modern Türkiye’de Ermeniler: Soykırımsonrası Toplum, Siyaset ve Tarih’ başlığıyla ve Ayşe Günaysu’nun çevirisiyle Aras Yayınları’ndan çıktı. Kitap soykırım sonrasında Ermenilerin bir inkar siyasetinin hayli güçlü olduğu yıllarda yaşadıklarına ve bu inkar siyasetinin hangi temeller üzerine inşa edildiğine odaklanıyor ve bunun dönemin Ermenice ve Türkçe kaynaklardaki yansımalarını da izliyor.
Halen Münih, Ludwig-Maximilian Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Suciyan ile kitabını ve 1915 sonrası Ermenilerin hayatını konuştuk.
Kitapta 40’lar ve 50’lerin Ermeni basını ve bu basının Ermeni toplumunun yaşadığı sorunlara, iktidarın ve milliyetçi basının hücumlarına nasıl baktığı çok önemli bir yer tutuyor. Ben buradan başlamak istiyorum. Öncelikle soykırıma rağmen hala, bugün ile kıyaslanamayacak, canlı diyebileceğimiz bir Ermeni basını hayatı var. Nüfus yine fazla değil, hatta bugünden belki biraz fazladır ama sanki canlılık o dönemde, -sürebildiği kadarıyla elbette- hala sürüyor. Buna katılır mısın, bu dönemdeki canlılığı neye bağlıyorsun ve bu canlılık sence nasıl öldü?
Bu canlılığın şaşkınlığını araştırma yaparken ben de yaşadım. Gazetelerin, dergilerin, yıllıkların önemli bir bölümünün Cumhuriyet döneminde çıkmaya devam ettiklerini, 60’lı yıllara kadar önemli bir Ermeni süreli yayını hayatı var. Olaylara tepki veren, tepkilerle açılan, kapatılan, yoğun siyasi, sosyal, tarihsel ve kültürel tartışmaların sürdüğü mecralar olarak basın yayın hayatı olanca hızıyla devam etmiş. Bunun birkaç sebebi olduğunu gözlemledim. Birincisi ve en önemlisi, Cumhuriyet dönemi ile birlikte Ermeni idaresinin akamete uğratılması süreci. Yani Ermeni milletinin 1922 sonuna kadar, 1915’den sonra son derece ağır ve aksak olsa da sürdürülmesi için büyük çabalar harcanan kurumsal yönetimi; devletin soykırımsonrası inkâr politikalarının hedefi haline gelmişti. Kurumlar işlemez olmalı, Osmanlı’dan Nizamnamelerden neşet etmiş haklar kullanılamaz hale getirilmeli ve tüm temsil mekanizması ortadan kaldırılmalıydı. Bugünden baktığımızda bunların tamamına yakının vuku bulduğunu söyleyebiliriz. Bu sürecin başı olan, benim kitapta incelediğim bu dönemde Ermeni yayıncılığının canlı bir şekilde varlık göstermesi kanımca bu kurumsal yapının altının boşaltılması sürecinde basının tek kendini ifade etme mecrası olması önemli bir etkendi. Yani hukuksal, toplumsal, edebi ve entelektüel tüm faaliyetlerin artık tek ortak bir ifade alanı vardı, o da Ermeni basınıydı. Bunun sınırları da tabii ki belliydi. Mesela Aztarar gazetesi, sonradan Hatay olarak anılacak olan İskenderun Sancağı’nın ilhakına yeteri kadar coşkulu tepki vermediği için küt diye kapatılmıştı. Süreli yayınların tepesinde sallanan bir Matbuat Kanunu vardı ki, yayınlar bu kanun bahane edilerek kapatılıyordu. Zaten Takrir-i Sükun Kanunu da aynı türden bir mekanizmayı daha önceden tesis etmişti. Yani tam bir devamlılıkla, sürekli yayın yasaklayarak, sürekli olağanüstü hal durumları yaratarak, onları bahane ederek, olağanüstü “önlemler alma” adı altında kendi vatandaşına, halkına şiddet uygulama siyaseti aralıksız devam etti.
Ermeni yayıncılığının devam etmesinin bir başka önemli sebebi hayatta kalma iradesi ile ilgiliydi. Çalıştığım dönemin yazarları, entelektüelleri, yayıncıları bir hayatta kalan toplumunun üyeleriydi; Osmanlı’nın son döneminde doğmuş, 1915 ve sonrasının getirdiği tüm toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel kırılmaların içinde yoğrulmuş, ne yaşadıklarının farkında olan, tarihiyle, diliyle, kültürüyle bağları sağlam bir toplumdu.. Batı Ermenicesine ve Türkçe’ye çok hâkim, sıklıkla da en az bir yabancı dilde yayınları takip eden entelektüel bir kesimdi. Gazeteler açılıyor, gazeteler kapatılıyor, yıllıklar çıkıyor (Halk Salnamesi, Surp Pırgiç Hastanesi, Yerçanig Yıllıkları gibi) ve gazetelerde Türkiye’nin gündemi gün gün takip ediliyordu. Ermenilerle ilgili çıkan neredeyse bütün haberler tercüme ediliyor, yazılara, suçlamalara cevaplar veriyorlardı.
Bu canlılığın sona ermesi gerekliliği soykırımsonrası inkâr habitusunun bir parçasıydı. Kalanlara kendilerini inkâr etmekten başka bir çare bırakmayan bir devletin ve toplumun kesişim kümesinde, aslında beklenen zaman içinde kuşakların doğal yollarla, ya da zorla –göçe zorlanmasıyla mesela-, korkutularak, kaçırılarak fiziken ortadan kalkmasıyla, bu canlılığın sönümlenmesiydi, öyle de oldu. 1925-28 arasında bir sürgün olan Kevork Halacyan’ın 1932’de yayımlanan anılarında Diyarbakır’da karşılaştığını yazdığı Şeref Uluğ’un sözleri, -ki kendisi 1915’de bölgede aktifti- bu sürecin ne kadar planlı programlı olduğunun kanıtıdır:“[Ermenileri asimile etmek] zor bir iş olacaktı eğer dış dünya ile ilişkileri kesilmemiş olsaydı. Burada okulları yok, Ermenice basın yayın hayatı da yok. Kendini geliştirmiş olanlar zaten gitti, kalanların da yüzde 80’inin okuma yazması yok. Yaşlılar ölüyor, yeni kuşaklar da Türk okullarında eğitim görüyor.(…) [Ermenilerin] bütün mektupları sansürden geçer.Ermenice gazetelerin buraya girmesi kesinlikle yasaktır. İstanbul’da yayımlanan Ermenice gazeteler bile burada bilinmez. Zaten zaman ve imkan da verilmez böyle şeylerle ilgilenmelerine.”
Halacyan, Şeref Bey’in Müslümanlarla evlenmenin teşvik edilmesinin önemini vurguladığını da yazıyor, böylece kalanların asimilasyon süreci hızlanacaktır.
Vilayetlerdeki Ermenilere karşı bu kadar sistematik bir inkâr siyaseti izlenmesinde devlet yerel halkın, beraber yaşadıkları yerlerde önemli ölçüde de Kürtlerin desteğini almıştı. Bu herkes için ciddi bir mesele idi; vilayetlerdeki Ermeniler yaşadıkları yerin canlı belleğiydiler, kendileri tek söz söylemese de, inkâr etmek zorunda da bırakılsa, etraflarında yaşayan herkes onların birer canlı tarih olduğunu biliyordu. Yani onlar orada olduğu sürece kimin Müslümanlaştırılmış, kimin odalık olarak alınmış, kimin fail, kimin kurban olduğu bilinmeye devam edecekti, bu da uzun vadede inkârın kurumsallaşması ve toplumsallaşması açısından istenmeyen bir durumdu. Vilayetlerdeki Ermenilerin kendi okullarını açmalarına Lozan Anlaşması’na rağmen izin vermemek, mesleki yasaklar getirerek geçimlerini sağlamalarını engellemek, ya da gündelik saldırılarla kaçırtmaya çalışmak, hayatta kalan Ermenileri de yok etmeye yönelik kesintisiz devam etmiş bir süreçti. Vilayetlerde Ermeni olmak her an ırkçı bir şiddetle yaşamak anlamına geliyordu; üstelik kapı komşusundan, öğretmene bütün kişi ve kurumlar bu varoluşun ortadan kaldırılmasının bir görev olduğu konusunda hemfikirdi. Ermenilere ne yapılırsa yapılsın bunun cezai müeyyidesi olmayacağını herkes biliyordu. Bu koşullar altında vilayetlerde kalan Ermenilerin önemli bir kısmının önce İstanbul’a kaghtagan olarak gelmesi, sonra da Avrupa ve Amerika’ya doğru devam etmeleri, sürmekte olan bir yok edilişin görünmeyen, gösterilmeyen katmanları oldu. Bu arada İstanbul ise tam bir panoptikon haline gelmiş, “gayrimüslim” olarak nitelenen grupların tam bir kontrol altında tutulduğu bir açıkhava hapishanesine dönmüştü. İşte 20 Kura Askerlik, Vatandaş Türkçe Konuş, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Pogromu gibi soykırımsonrası inkâr habitusunun toplumsal şiddetle pekiştirildiği tüm olaylar böylesi bir gündelik hayat üzerine inşa ediliyordu. Bu nedenle bunları ayrı ayrı ele almak yerine, bu vakaların her birinin aynı bütünün parçaları olduğunu görmek gerekir. Bir başka deyişle, inkârın gerek şartı olan suç ortaklığı Cumhuriyet döneminde bu vakalarla sürekli pekiştirilmişti. Bu şekilde, inkâr temelinde devlet toplum ilişkisinin bütünleşik olarak kaldığının sağlaması yapılmış oluyordu.
Bu kadar derin bir şiddetle yaşamak zorunda bırakılan gruplar, seslerini çıkartmazlarsa başlarına bir şey gelmeyeceğine dair bir inkârcı bilince mecbur bırakıldılar.
Bunlara ilaveten, Türkiye’de kalan Ermeniler, başka bir Ermeni topluluğuymuş gibi, kaçmak zorunda bırakılan Ermenilerden sistematik bir şekilde farklılaştırıldı. 1915 sonrasında ya da Cumhuriyet yıllarında diasporalaşan Ermenilerin Türkiye’de kalan akrabaları ile ilişkilerinde ciddi kopukluklar, ayrışmalar yaşanmasının garanti altına alınması için devletin, basın yayın organlarının, kamuoyu önderlerinin ve hatta bireylerin diaspora Ermenilerine karşı kötücül, şiddet dolu, düşmanca bir söylemi hayata geçirip yeniden ürettiğini bugün dahi biliyoruz. Bununla ilgili Cumhuriyet Arşivleri’nde çok erken tarihlerden başlayan belgeler bulmak mümkündür. Devletin Ermenice gazeteler hakkında hazırlattığı raporlarda, bu gazetelerin ne oranda “Ermeni kolonileri” hakkında haberlere yer verdikleri, bir Ermenice gazetenin “zararlı” olup olmadığının en önemli kriterlerinden biri olmuştur. Bu bağın da koparılmasıyla amaçlanan şey, hakkını koruyacak, darda kalsa göç edebileceği bir ulus-devleti olmayan hayatta kalmış Ermenileri korunmasız ve çaresiz bırakmaktı. Böylelikle, gittikçe diğer diaspora cemaatlerinden de uzaklaşan Türkiye’de kalan Ermeniler, diasporadaki Ermenilerin de ilgi ve görüş alanından çıkartıldılar. Bu habitusta Ermenilere kalan tek bir şey vardı: Kendi kendilerini inkâr etmek.
Tarihiyle bağı kopmuş, anadilini 50 senede konuşamaz, yazamaz olmuş, yabancı dil gibi okulda öğrenen, diğer diaspora cemaatleriyle ilişkisi kesilmiş, kendini besleyecek kaynaklara ulaşmasını bir yana bırakın, ailesine soru sorması dahi imkansızlaştırılmış nesillerden bahsediyoruz…
Anlatmaya çalıştığım çok sıradanlaşmış, normalleştirilmiş, günlük hayatın her alanına sirayet etmiş bir inkar habitusudur, bu nedenle de her şiddet envanteri yetersizdir, eksik kalmaya mahkumdur. Bu koşullar altında Cumhuriyet döneminin ilk on yıllarında Ermeni idaresinin, Patriklerinin ve entelektüellerinin yaptıklarının insan üstü bir hayatta kalma çabası olduğunu söylemek gerekir. Varlıkları ve yok edilmeleri inkâr edilmiş, kendilerine dair bütün salahiyetleri ellerinden alınmış, dünyanın geriye kalanı tarafından tamamen kaderlerine terk edilmiş bir toplumun bugün varlık gösterebiliyor olması bile, bence kendi kendine çok özel bir durumdur.
Bu yazı, Agos internet sitesinde yayınlanan röportajdan kısaltılmıştır. Röportajın tamamını okumak için tıklayın