Geçen akşamların biriydi: Oyundan çıkıyoruz; Fransız Sainte Pulcherie Lisesinin İtalyan Sahneli salonundan…
“Çıkıyoruz”, dediğime bakılınca birlikte olduklarım bulunuyor.
Gerçi 40-50 kadar biletli izleyici de çıkıyor oyun bitiminde, orada kalacak halleri yok ya; Çukurlu Çeşme Sokağına ve oradan İstiklal Caddesine karışıp kendi hayatlarına devam etmek üzeredir herkes…
Birlikte tiyatro izlemeye gittiğimiz ekip Mesele Kitap derginin eski kadrosu; şimdiki mesele121 adresinde web yayını sürdürenler…
Aslı ve Kemal Sarıoğlu’yla ben.
Oyunun adı Zabel!
Sibel yani; Ermenice…
Çıkışta hep yaparız ya, birbirimize soruyoruz:
“Oyunu nasıl buldunuz?”
Aslı, oyunu çok iyi bulmuş.
O, zaten, çabucak kabullenen, af eden, teselli veren, her şeyi olumlamaya çalışan bir sevgili dost! Eleştirilecek bir yan bulamıyor izlediğimiz oyunda…
Eşi Kemal, tuhaf ayrıntıların peşine takılmış ve mesela, “Zabel’de Ermeni aksanlı İstanbul Türkçesine gerek var mıydı” diye soruyor.
Zabel’in acıklı hayat hikâyesinde oyuncular Samatya Ermeni ağzıyla konuşuyor:
“Yapooorum, gidoooorum, gelooooorsun…”
“Var tabii” diyorum, bir kere Ermeni ağzıyla konuşulan Türkçe şirin bir dildir ve onun için tekrarlanmalıdır, ikincisi nasıl o dönemin kıyafetleriyle, dekoruyla bir dönem temsili yapılıyorsa konuşmalar da buna uygun olmalıdır, diye ekliyorum; Kemal’in aklı pek yatmamış görünüyor.
Bunları ayak üstü konuşa konuşa kalabalığın içine karışıp sonra evlere dağılıyoruz.
Zabel başlıklı oyuna ait konuşulacak çok şey vardı oysa; çabuk tarafından kestik.
Şimdi burada yazarım, diye onlar da tiyatroya dair görüşlerimi duymak istemediler galiba.
Zabel, tamamı kadın oyunculara dayalı bir çalışma, erkek figürlere ihtiyaç duyulduğunda sahnenin Yeni Dünyası arkasına vuran ışık efektleriyle hayali karakterleri görebiliyoruz.
Zabel’i canlandıran Aysel Yıldırım, aynı zamanda oyunun yazarı; Duygu Dalyanoğlu’yla birlikte 2 perdelik bu dramı yaratmıştır.
İstanbul’un Üsküdâr’ında 1878’de doğmuş Osmanlı Ermenisi, Millet-i Sâdıka’dan Zabel Yesayan’ın Türkiye-Fransa-Ermenistan üçgeninde geçen hayat hikâyesinin sahneye aktarımıyla Zabel oyunu bizlere ulaşıyor. Yaseyan’ın “Sürgün Ruhum” başlıklı, Aras Yayınları tarafından Türkçe basılmış hatıratından yararlanıldığı belli; bütün alıntılar zannımca oraya dayanıyor.
Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu/BGST’nin titizlenerek sahneye taşıdığı Zabel’in hikâyesine, Sovyet Ermenistan’ı Erivan’da Stalin karşıtlığı, vatan hainliği, zaten ikisi aynı şey demektir ya neyse, halk düşmanı olmak suçlamasıyla tutuklandığı hücresindeki sorgusuyla başlıyoruz.
Sahne açılıyor. Bir Sovyet sorgu subayı, boylu poslu bir güzelce subay! Kıvırcık saçlarını düzeltip topuz yaptığına dikkat kesilmiş olan Zabel’in dediğine bakarsak, aşırı düzenli ve disiplinli işkenceci. Hem iyi polis, hem kötü!
Sabit dekor da yok: Bir Yeni Dünya panosu/paravanı dışında, sahnenin dramatik köşesi sağ taraftaki hücreyi gösteren açık dekor var, ki bu iki sandalye ve metal masa, sorgulama ışığı, bir daktilo, birkaç dosyadan oluşuyor; gerisinde gezici-taşınır dekor kullanılmıştır.
Oyuncular aynı zamanda oyun kısımları değişirken dekoru taşıyıp yerleştiren sahne emekçisi olmaktadır.
Ölüm cezasıyla suçlanan Zabel’in hücresinde kendi başına kaldığı uzun ve insan ruhunu, bedenini ezici dakikalardayız… Ve kahir hayatın bütün yükünü hatırlamaya zalimce kalkışan hafızanın geçmişi kurcalamasıyla, geriye dönüşleri izlemeye başlıyoruz.
Üsküdâr’da bir ev, Zabel dünyaya geliyor. Dramın içine ustaca yerleştirilmiş komedi rahatsız edici değildir, aksine izlediğimiz ağır tempoya canlılık katıyor ve örneğin bu sahnede, Ermeni ebe kadının komedisi göz alıcıdır.
Zeynep Okan olduğunu daha sonra fotoğraflarına bakarak çıkartabildiğim oyuncu, daha sonra başka komik rolleri de üstlenecektir.
İşte eleştiri: N’olur sanki, tiyatro broşürüne kim kimi canlandıracak diye yazsalar!
Matbaaya harf başına para mı ödeniyor, yoksa!
1930’lu yılların sonlarında Zabel Yaseyan, Stalin karşıtlığıyla yargılanıp önce ölüm cezası, ardından müebbete çevrilen ağır cezayla karşılaşır. Hayatla bütün bağları kesilmiş olan Zabel’in hangi hapishanede ve ne zaman öldüğünü de tam olarak bilemiyoruz; savaş yıllarıdır, 1943’de kayıtlar yanıltıcıdır.
Zabel’in geri dönüşlerle sahnede okul yıllarına, ilk edebiyat yazılarına başladığı günlere, ilham aldığı Osmanlı Ermenileri arasında feminist akımın öncüsü Sırpihi Düssap’la karşılaşmasına, evliliği ve kızıyla olan ilişkisi, Paris-İstanbul arası gidiş gelişlerle geçen o telaşlı yıllara kadar uzanıyor, yazarımızın hayatından kesitlerle onu tanıyoruz.
Fransızcasının kusursuz olduğunu bize fısıldayan Kemal Sarıoğlu’ndan duyduğuma göre sahnede zaman zaman Fransızca kimi deyişlerle konuşan Aysel Yıldırım’ın bu diller arası başarısı, aynı zamanda piyano tuşlarındaki yeteneğiyle devam ediyor. Zabel’in kızını o sahnede canlandıran ve yine adını sadece fotoğraflarına bakarak çıkarabildiğimce Elif Karaman’la birlikte piyano düeti, aman kısa kesilmesin de biraz daha çalınsın, dedirtiyor.
Yıldırım’ın sanatçı yönü ele avuca sığmaz bir haşarı çocuk gibi oradan buraya zıplıyor, sahne onun canlılığıyla ve diğer oyuncuların inanılmaz eşlik-uyum gücüyle artıyor, baştan sona rahatça izlenecek bir oyuna dönüşüyor.
Kulis giriş çıkışlarının siyah perde aralığından yapılması, sahnedeki sihri bozan bir şeydir. Tiyatro yanılsama sanatıdır, siz tam yanılsatılmışken, siyah perdenin aralığından fark edilen kulisin gizemli dünyasındaki insanlara ait hareket eden gerçek bir kol, bir ayak, bir başın orada ortaya çıkışı oyundan kısa süreli bile olsa kopmaya neden olur.
Bunca sanatı bir araya getiren Aysel Yıldırım-D.Dalyanoğlu-Sevilay Saral’dan oluşan reji, bir tür basit paravan, hatta belki Yunan tarzı periaktoi gibi hareketli paravan, yahut başka bir şey kullanamaz mıydı? Böylece sık sık o perdenin açılışında soluğumuzu tutup ‘Eyvah, şimdi bakalım oradan kimin başı, omzu, kolu görünecek’ demezdik.
Ben oyun boyunca dedim, durdum da size deyivereyim dedim; iyi mi ettim, bilemedim!
Kızım sana söylüyorum, gelin hanım sen anla, vaziyeti!
Aslı’ya sorarsanız, o bunu görmemiştir bile.
Açık denizdeki millerce ötede bir geminin küpeştesinde gezinen karıncayı görüp, ayak sesini duyan, kıskacında taşıdığı meyvenin kokusunu ta sahilden alan biri olmayın; hayat zor oluyor.
Ben, kendimden bilirim; ondan söyledim.