Epistemoloji ile bilim tarihi arasındaki ilişkiyi inceleyenler için bir olgu, diğer hepsinin ötesindedir. Şöyle ki, bugün biz sıkı ve kesin gerçekler ortaya koymaktan çok daha fazla, araştırma program ve manifestolarına sahip olmakla iştigâl etmekteyiz. Niyet hükümleri mebzul, oysa somut sonuçlar kıt.
Bilim tarihiyle mukayeseli olarak, bir disiplin ve onun kendi tarihçesi bakımından epistemoloji, ilk bakışta yanlış bir konumdaymış gibi gözükür. Kronolojik olarak bilim tarihinin, 1854’te artık iyiden iyiye epistemoloji adını alacak felsefi disipline şükran duyduğu söylenemez.¹ Bilumum Montucla’nın Histoire des mathématiques’i [Matematik Tarihi] (1758), Bailly’nin Histoire de l’astronomie’si [Astronomi Tarihi] (1775-1782) ve Kurt Sprengel’in Versuch einer pragmatischen Geschichte der Arzneikunde’si [Farmakolojinin Yararcı Tarihi Üzerine Bir Deneme] (1792-1803) eleştirel veya normatif kavramlar sistemine atıfta bulunmadan kaleme alınmışlardır. Bu çalışmaların, yazarları ayırdında olsun ya da olmasın, insan ruhunun sonsuz mükemmelleşebilme doktrini ile bir şekilde formüle edilmiş bir farkındalık döneminden beslendikleri ve kozmolojide, matematikte ve fizyolojide neredeyse kesintisiz süregiden bir devrimler dizisine (Kopernik, Galileo, Descartes, Harvey, Newton, Leibniz ve Lavoisier gibi isimlerle özdeşleşmiş devrimler) dayandıkları kuşku götürmez. Süreklilik zeminine dayanılmışsa, bilimsel ilerlemenin gene de süreceğine inanmak da hâliyle meşrudur. Her ne kadar Sprengel (1792’de bir tarihte) kendi tıp tarihinde, eleştirel felsefeyi açıkça taşlasa da bu sahayı, bilimsel yöntemlerin geçerliliğini sınamanın yeni etkili bir aracı olmaktan çok, belirli hekimlerin -tıpkı kendilerinden önceki kuşakların dogmatik, deneysel ya da şüpheci felsefeye olan yatkınlığı gibi- oldukça donanımlı olduğu bir öğreti olarak görüyordu, kabaca. Bu yüzden de on sekizinci ve on dokuzuncu asır bilim tarihçilerini, bugün artık zamane felsefecilerince bilimin tarihyazımında neredeyse bir kural hâlini almış olan epistemolojik kavramlarla iş görmedikleri için kınamak, oldukça anlamsızdır.
Epistemologların kendi disiplinlerini sürekli etüt etmesinden hoşlanmayan bilim tarihçileri, epistemolojinin bilim tarihinden filizlendiğini hiç inkâr etmediler. Fakat ona kazanımlarından fazlasını vermeye de karşı çıktılar; buna göre bir disiplin [epistemoloji], içinden türediği bir başka disiplinin ilkelerini yenileştirmeye kalkışmamalıydı. Ne var ki, bu huzursuz çatışmanın kökleri de yok değildi; ama müphem, ama gevşek olsun, bu iki disiplinin ilişkisi bir şekilde antik çağdaki görünümlerine ve hafıza [hatıra] ile tarihin iletiştiği ruhî [soul] melekelere uzanıyordu. Hangisinin -tarihçilerin yahut epistemologların- yapmak istediklerinin daha aşırı olduğunu söylemek ise güçtür. Hangisi daha iddialıdır: Hafızayı mı dava etmek, yoksa muhakemeyi [hüküm] mi? Hüküm hataları ezkazadır; fakat değişim, hafızanın esasıdır. Bilim tarihinin yeniden yapılanması demişken, birileri de tarihin diğer alanlarının yinelemeli yeniden yapılanmışlıkları üstünde durmak zorundadır –politik, diplomatik, askeri ve dahası; bu, Leopold von Ranke’nin özdeyişiyle çelişecektir: Tarihçi, şeylerin gerçekten öyle olduklarını (wie es eigentlich gewesen) hiçbir zaman iddia edemez.
Dijksterhuis’nin “Bilim tarihi, yalnızca bilimin hafızası değildir; onun epistemolojik laboratuvarıdır da” önermesi üstüne sık yorum yapılagelmiştir.²
Bir şeyin üzerinde ısrarla durmak ve onu işlemek, onun onarımından farklılaştığı için epistemolojinin elde ettiklerinden fazlasını talep etmesi meşru sayılabilir. Epistemoloji, ilgi odağının bilim tarihinden, tarihin ışığında görülen bilime kaymasını sağlamıştır. Bir araştırma nesnesi olarak; kaynaklar, icatlar, etki(lenim)ler, öncülükler, eşzamanlılıklar ve başarılar, kültürün herhangi bir boyutu ilâ bilim arasındaki ayrımı yapabilme konusunda yardımcı olamaz. Epistemolojiden arınmış bir bilim tarihi, kaçınılmaz olarak problem veya çözümlerin muhtelif sınıflarına dair meselelerin muhtelif sistemleri arasındaki kronolojik ve lojik [mantıksal] bağlantıları özetleyeduran bir bilimsel disiplinin (diyelim, on sekizinci yüzyıl bitki fizyolojisinin) durumuna indirgenecektir. O zaman da tarihsel bir çalışmanın niteliği, bilginin enginliği ve farklı bilimcilerin analizindeki kurnazlık ve görüşlerindeki benzerlik ve ayrımları ortaya koyma becerisiyle ölçülecektir. Ne var ki bu kabil tarihsel çalışmaların şüpheli kaliteleri, tarihçinin tarihini yaptığı nesneyle temelde özdeş bağıntısını gözlerden ırak tutamaz. On sekizinci yüzyıl botaniğinin safkan [meslekî] bir tarihi, botaniğe dair hiçbir akıl yürütemeyecektir, o dönem botanikçilerinin kendi araştırma sahalarında neler yaptıklarının haricinde. Meslekten tarihçiler, yalnızca bilimcilerin nelerle meşgul oldukları ve o iştigâl alanına nasıl vardıkları üzerine düşünceleriyle ilgilenir. Fakat burada, temel bir soruyu aşk etmek farzdır: İşbu geçmişin bilimi, bugünkü bilim için bir geçmiş kuruyor mu?
Doğrusu, “bilimin geçmişi” biraz kaba bir tabir. “Geçmiş” (tabiri), geriye yönelik [retrospektif] soruşturmalar için adeta bir çuval vazifesi görüyor.
Günümüzdeki ilişki durumlarının birtakım uzak öncüllerini araştırırken duyulan bir günümüz gereksinimi doğrultusunda “geçmiş” değiştirilebiliyor –bu, ister yeryüzünün şekli, ister âdemin insanlaşması, isterse sosyal işbölümü ve isterse de nev’i şahsına münhasır bir bireyin alkolik hezeyanı bağlamında olabilir. Geçmiş, dahası, sınırsız kapasitenin bir aracı olarak tasarlanıyor peşinen. Bitki fizyolojisi konusundaki örneği yeniden düşünelim.
Demin tanımladığım bu yaygın kanaate göre bitki, ot veya sebze gibi muhtelifçe terimleştirilmiş nesnelerdeki yapı ve işlev arasındaki ilişkiyi kerteriz alarak botanikçilerin, hekimlerin, kimyagerlerin, peyzajcıların, ziraatçı yahut iktisatçılarının ürettiği varsayım, gözlem veya deney türünden şeylerin hepsi, işte o geçmişe dâhil olur. Bu gibi kaynak malzemelerinin bolluğu fikri, Bilimler Akademisi’ne üye Fransız botanikçilerinin çalışmalarını içeren o en kullanışlı kataloga (grubun üçüncü asır anması hasebiyle Lucien Plantefol tarafından derlenmiştir) başvurulursa, edinilebilir –katalog, hoş, belirli bir kronolojik ve politik kritere göre seçilmiş olsa da.³
Gelgelelim, öncü çalışmaları içeren bir katalog, derlendiği zaman bir botanik tarihidir; şöyle ki botanik, bizatihi bitkilerin tarihidir (düzenli tanımlamayı kastediyorum). Bir bilimin tarihi, tam da bu yüzden bir ihtisas kütüphanesinde yapılmış okumaların bir özeti, ta tablet ve papirüsten, parşömen ve incunabula’ya[a] ve derken manyetik kasetlere dek üretilmiş ve çoğaltılmış bilgilerin bir mahzeni, bir mahfazasıdır. Bu elbette ki bir ideal kütüphane, bir zihin kütüphanesidir ki, özne hakkında söylenmiş her şeyin kaydını içerebilmektedir. Geçmişin bütünlüğü, işte burada, bir kesintisiz yayılımla temsil edilmektedir.
Bu yayılımla birlikte koordinatları belirlemek artık kolaydır: İlerleme çizgisini takip etmenin mümkün olduğu bir yerden, birisinin mevcut ilgi nesnesi her ne ise ona kadar. Kimi tarihçiler sözkonusu öncül koordinatlarını saptamakta cevval davranırken, diğerleri daha bir temkinli yaklaşıyor. Fakat basitçe, çalışmaları birbirinden ayıran da işte bu atılganlık ya da ihtiyat oluyor. Bilim tarihi dediğimiz şey, epistemolojiden bir etik kriter dizisi bekler (ki tartışılabilir); geçmişin uçsuz bucaksız yayılımında neyin meşru, neyin olmadığına hükmedebilmek adına –etik kriterden benim anladığım budur.
Oldukça sert münakaşalardan sonra Suzanne Bachelard’ın Epistémologie et Histoire des Sciences’ında [Epistemoloji ve Bilimler Tarihi] vardığı sonuç şudur,⁴ kendi cümleleriyle: “Şurası gerçek ki, tarihçinin geriye yönelik çalışması sınırları pekiştirir; dahası, kararlı erkler kurar. Tarihçi kendi nesnelerini ideal bir uzay-zaman’da kurar. Uzay-zaman’ının hayali olmayışını temin etmek ise, kendisinin bileceği bir iştir.”
Verdiğim örneğe dönersek, bitki fizyolojisi üzerine araştırma yapan on sekizinci yüzyıl botanikçileri, bir model bulmak üzere çağdaş hayvan fizyolojisi çalışmalarına baktılar. Kimileri Stephen Hales gibi hekim-fizyolog iken, kimisi de Jean Senebier ve Jan Ingenhousz gibi kimyager-fizyolog idi.
Bununla beraber, çağdaş bitki fizyolojisi kimyanın analitik yöntemlerini ve dahi fiziğin deneysel tekniklerini kullandığından ötürü bitki fizyolojisinin doğası için birçok temel yenilik yaratmış biyofizik ve biyokimya için, nesnenin radikal kesintisini [süreksizliğini] örtecek bir niyet sürekliliğine izin veren bir tarih inşa etmek, bayağı cüretkâr bir şey olurdu. Yükseltgenme kimyası ve enzimatik indirgenmenin[b] biyokimyası arasında bitki fizyolojisi, hücresel fizyolojiyle (hücre teorisi, kuşkusuz ciddi bir muhalefetle karşılaşmıştı) ilk olarak bütünleşmek ve sonrasında ise moleküler düzeyde metabolizmayı çalışabilmek için hücre ve protoplazmanın erken kavramlarından kendisini arındırmak zorunda kalmış bir sahaydı.
History of Biochemistry [Biyokimya Tarihi] adlı muazzam eserinde Marcel Florkin,⁵ Gaston Bachelard’ın “epistemolojik kopuş” kavramını ödünç alarak Eduard Büchner’in, uzun müddet Pasteur biyolojisi yanlılarınca yanlış anlaşılıp reddedilmiş olan⁶ hücresel-olmayan fermantasyonu keşfetmesi (1897) sonucu, enzimatik teorinin nasıl protoplazmik teorinin yerini aldığını gösteriyordu.
İmdi, bugünkü-bilimin [şimdiki] geçmişinin onun geçmişteki hâliyle niçin aynı şey olmadığı açıklığa kavuşmuştur, sanıyorum.
Araştırma, deney yapma ve kavramsallaştırma dizisini anlayabilmek için -ki, bu yapılmadan Gabriel Bertrand’ın enzim moleküllerinde metallerin zorunlu mevcudiyetleri ve kendisinin “koenzim”[c] dediği şeyin⁷ rolü üzerine olan çalışmalarını (1897) kavramak olanaksızdır- tüm bir yolu gerisingeri tepip Théodore de Saussure (1765-1845) ve bitki beslenmesi üzerine yaptığı çalışmaya dönmenin âlemi yoktur. Tam tersine Saussure’ün çağdaşı olan Brisseau de Mirbel’e (1776-1854) ve hücre teorisinin botanikteki kökenlerine bakmak, enzimatik biyokimyanın erken çalışmalarındaki nesnelerin hücre yerleşimlerindeki heuristic[d] değerleri yakalamak bakımından oldukça yardımcı olacaktır. Diğer bir ifadeyle, aynı tarihsel döneme denk gelen olaylar, kuramsal bir anlam/değer içerebilir de, içermeyebilir de. Burada ayrım, bir baştan diğerine bilimsel söylem hattındadır. Özel bir bitiş noktası, kavramsal açıdan homojen bir veya daha fazla kalkış noktalarıyla ilişkili olabilir. Her bir yörüngenin, rotanın kendi karakteristik doğası vardır.
Derken, bilim tarihçisi itiraz edip sorabilir: Epistemologun talibi olduğu rol, niçin bilimci ile doldurulamasın? Yeni gelişmelerin doğrultusu konusunda bir tür temel içgüdüleri olan bilimcileri dışarıda bırakırsak, diyelim, kimler bu konuda yani bilimsel ilgilerin, uğraşıların çıkarsamaları ve dolayısıyla bunların tarihsel yeniden-inşa indindeki ederleri konusunda ehliyet sahibi olabilir? Evet, ‘üçüncü bir kesim’ savı ancak afallatır ve şaşırtır epistemologu. O gayet farkındadır ki, kendi bilimsel uğraşları dışında bilim tarihine de yönelmiş olan ve hatta, filozoflardan ödünç aldıkları epistemolojik kavramları kullanarak bilimsel ilerlemenin nihai yönleri üzerinde inşacı etki bırakan eleştirel tarihsel metinler üretmiş bilimciler olmuştur geçmişte –ve günümüzde de mevcutturlar. Einstein’ın çalışmaları üzerindeki etkisi de iyi bilinen Ernst Mach’ın Die Mechanik in ihrer Entwicklung [Mekaniğin Gelişimi] (1883) başlıklı yapıtı, bu hususta meşhur bir örnektir.
Marie-Antoinette Tonnelat, History of the Principle of Relativity’siyle [Görelilik İlkesinin Tarihi]⁸ bize tarihsel ve epistemolojik bir vaka çalışması sağlamıştır. Onun, tarihyazımında belirli bir yaklaşımı safdışı ettiği şu giriş yargısına, epistemologlar katılmayacaktır:
Kimi uzmanları hayal kırıklığına uğratmak pahasına şunu iddia edebilirim ki, bilimsel teorinin en erken gelişmelerinden olan göreliliğin -ki bunu tanımlamak tarihçilerin işidir- herhangi bir otantik ve aşılamaz ilkesi yoktu. Belki eksikli, ancak ümit vaat eden ilk yakınlaşma, kutsanma bekleyen bir umursamazlık ve önyargı peçesinin ardında saklayadururdu kendini. Ne tuhaf, tam da bu (fikir) görelilik-karşıtıdır. [. . .] Geç Aristotelesçiliğin kafa karışıklığında neşet etmiş ether[e] gibi kaypak bir kavrama içkin olan çelişkilerle kendisini yenileyedurmuş görelilik fikri, oldu olası neyin kendisini müteakip olduğuyla değil, kendisinin neyi takip ettiği, neyin ardılı olduğuyla özdeşleşmiştir.⁹ Yenilikçi bir vizyondu ki, kendi yolunu aydınlatan –bütün bir dolambaçlı patikaları ve bütün o derinlikli altyapısı daha evvel kararlaştırılmış olsa bile.¹⁰
Bilimcilerce kaleme alınmış epistemolojik tarihlerin kıymeti harbiyelerini görmek için bir örnektir bu.¹¹ Gene bu, lâkin, başka bir tartışma noktasına da atıfta bulunmaktadır: Sonuç olarak epistemolog, bilim tarihinin yüce hatrı için teslim etmek zorundadır ki bir bilimcinin bilim tarihi ile arasında olduğu üzere bir ilişki, kendisi ile bilim tarihi arasında yoktur. Yahut da epistemolog dışarlıklı oluşunu muhafaza etmelidir; zira ola ki kendi ilişkisi bilimcininki gibi gözüktüğünde, büyük bir motivasyon farklılaşması yaşayabilir.
Jean-Toussaint Desanti, bilim ile felsefe arasındaki boşluğun gitgide genişlediğini görünce filozofların (epistemologların) bilgi üretiminin yol ve gereçleri üzerine bilimcilere yönelttiği sorular arasındaki ilintiyi meseleleştirir.¹² Felsefi söylemin bilgi üretmemesi acaba felsefenin, bilgi üretim koşullarını tartışma yetkinliğini yitirdiği anlamına mı geliyor? Bilimsel bilgi üretilmese, kimse bilimler hakkında konuşmayı düşünmeyecek mi? Neredeyse. Gerçek şu ki, bilimsel çalışmanın içeriden [internalist] ve taklitçi açıklamasına ha bire karşılık veren eleştirelliğin, vazifesini yapabilmesi için bilimsel bir terennümü de içeren bir konumlanış edinmeye ihtiyacı var. Ve bu bilimsel terennüm, Gaston Bachelard’ın öğrettiği biçimde bilimle uğraşmayı [uygulama/pratik] içeriyor. “Bilime dair hiçbir şey söylememek de, içeriden konuşmak da bilimle uğraşmayı zorunlu kılar.”¹³ Bilimi uygulamak var, uygulamak var. Sözcüğü şayet Descartes’ta kullanılan manada yani kendisinin, matematiksel problemleri çözmek için bir yöntemi uygulamaya sokmak¹⁴ olarak söylediği manada kullanırsak bu, filozofun amaçladığı üretici uygulayım olmaktan çıkar ve öyle de olursa filozof, bütün bunların ötesinde, apansız bilimsel ilerlemenin öncüsü hâlini alır. Epistemolog için bilim uygulayımı, bilimcinin yoğun gayretleri ile ulaştığı sonuçları yöntemleriyle anlattığı makalelerine dikkatle eğilerek bilimsel üretimin nasıl vuku bulduğunu bilimcinin uygulamalarını taklit ederek çözmeye çalışmak anlamını taşır.¹⁵
Bir bilimsel araştırmacı kendi teorik çalışmasını yaparken ister istemez o alanda mevcut kendinden evvelki çalışmalara [öncül] eğilmek, ilgi göstermek durumunda ise ve o öncüllerin de gene birtakım zorunlu öncüllerinin varlığını hesaba kattığımızda diyebiliriz ki, bilimin bizzat kendi tarihine yönelik doğal bir ilgisi vardır –bilimciler arasında sözkonusu ilgi pek yaygın olmasa bile. Ne var ki bilimcinin tarihsel ilgisi onun kendi araştırmasının bir anlamlandırma (heuristics) unsurudur; dolayısıyla bu pek öyle uzak öncüllere genişletilir gibi değildir –“uzaklık” burada, kronolojik olmaktan ziyade kavramsal bir içerik arz ediyor. Has bir on dokuzuncu yüzyıl matematikçisi, diyelim, Descartes’tan ziyade Archimedes’e [Arşimet] ilgi duyabilmiştir. Biliriz ki herkesin vakti kısıtlı ve dahası, bilimcinin zihninde teorik öncelik, hâliyle tarihsel soruşturmadan daha çok yer kaplayacaktır.
Bilimciden farklı olarak epistemologun tarihsel ilgisine, vaktinin tamamını olmasa da en azından büyük bir kısmını memnuniyetle hasredeceğini söyleyebiliriz. Onun tarihsel ilgisi bir keyfi uğraştan [avocation] çok, meslektendir [vocation]. Ve temel meselesi; saklı algıdaki bilim tarihini deşifre edebilmek adına (ki bu ancak gerçeğin sayesinde görülebilecek kavramsal ilerlemenin ve bilimsel zirvenin geçici [kesin olmayan] durağı olan şimdiki bilimsel doğru kavramının düzenidir) bilim tarihini aşikâr algıdan soyutlamaktır (bu da, hakikati taşıdığını vehmeden -az veya çok- sistematik vaaz serileri demektir).
Buna ek olarak epistemologun tarihsel ilgisi ikincil değil birincil olduğu içindir ki o, bilimciden daha serbestçe arşınlayabilir. Bilgi dağarcığının genişliği, onun bilimci huzurundaki bilimsel keşif ve analitik araçlar bahsindeki görece zayıflığını telafi edecektir. Örneğin Sir Gavin de Beer, kendisine sonra Notebooks on Transmutation of Species’i [Türlerin Transmutasyonu (Tahavvül) Üzerine Notlar] (1960-1967) yayımlatacak olan araştırma sürecinde Darwin’i yeniden okumaya girişmişti. Embriyolog olarak çalışmasının verdiği ilham ve motivasyonla edindiği tarihsel ilgisi, onun birey-oluş [ontojeni] ve soy-oluş [filojeni] arasındaki Darwin-sonrası ve Darwin-öncesi olma ilişkisini görebilmesini sağlamıştı.¹⁶
Bununla birlikte Camille Limoges, Gavin de Beer’nin daha evvel derlediği, neşrettiği ve üzerine de bir yorum getirdiği (Darwin’in günışığına çıkmamış) yayınlarını kullanırken, neredeyse bir asırdır yinelenegelen bir iddiayı da ciddi anlamda sarsmış ve geçmişin alışılmamış bir fotoğrafını göz önüne sermişti:¹⁷ Darwin, gözlemlerine bir mana kazandırabilmek için ihtiyaç duyduğu kavramsal çerçeveyi Malthus okumaları sırasında türetmişti. Bunun etkisiyle Limoges, geleneksel tarihyazımının esas dayanağını sorgulamaya açtı: Etki(lenme) kavramı. Darwin örneğinden yola çıkarak kaynakları yeni bir açıdan okuma önerisi tasarlamıştı: Yazarın kendisini, kendi düşüncelerini ifade ettiğine inandığı yahut öyle düşündüğü yerlerde ona herhangi bir özel şans, imtiyaz tanımamak. Doğal seçilim ve onun öncüsü olarak doğal ekonomi kavramları arasında belirgin bir tezadın ortaya çıkmasıyla birlikte Limoges de, artık eski ve yeni doğa tarihi arasında bir yarılmayı işaret ediyordu: Çekişmenin düğüm noktası şimdilerde adaptasyon kavramıydı; şimdilerde olasılıksal bir düşünce içinde kavranabilmiş ve biyocoğrafi (ya da bugün söyleyebildiğimiz gibi, ekolojik) gözlemlerle ilintili bulunan adaptasyon kavramı.¹⁸
Epistemolojinin bilim tarihine olan ilgisi yeni değil; söylediğim gibi bu, meslekî bir şey. Bir görüşe göre epistemoloji zaten hep tarihsel idi. Bilgi teorisini yeni kozmolojik sistemlerin referans kavramlarının muhasebesini yapmakta, onları açıklamakta yetersiz kalan bir ontolojide temellendirmeye artık son verilmesinden beri, bilimin doğrulama ve gerekçelendirme biçimleri değil ama, bizzat onun yöntemlerini gözlemlemek artık bir zorunluluk hâlini almıştı.
Kant, Saf Aklın Eleştirisi’nin ikinci önsözünde (1787)[f] matematiksel ve fiziksel bilimlerin yalnızca sınırlı birkaç çizgide yoğunlaşmış bir kısa tarihinden yararlanır; bilinen ile bilmek (le connu et le connaître) arasındaki mevcut ilişkiyi tersyüz etme niyetinin savunusunu yapmak adına. Bu önsözü yorumlayanlar, geleneksel olarak Kopernik’in etkisindeki sözde-tersyüz etmeyi vurgularken Kant’ın düşünme tekniklerindeki (Denkart) devrimlerin arkasındaki itici güç olarak tanımladığı terimlerin yeni içeriklerini -bence yanlış bir şekilde- ihmal ettiler.
İspatlarında beliren nesneleri yaratmak (hervorbringen) durumunda kalan, ilk kez, matematikçi (gene ilk olarak, diyelim, Thales ya da diğer bir Yunan düşünürüyle örneklenmiştir) olmuştur. Benzer şekilde, o (Galileo veya Toricelli ile karşılık bulmuş) fizikçi ki, yine ilk kez, deneylerindeki nesneleri yaratmak (hervorbringen) durumunda kalmıştır ve bu yaratım saf bir zekâ gelişiminin (Vorangehen) mahsulüdür. Kant’ın, bilimsel çalışmadan dört başı mamur bir kurallar ve bilgi üretimini yöneten normlar dizisi çıkarabileceğini düşünmesi, bize ilgili zaman diliminin kültürü üzerine güzel bir bakış sunuyor. Bilim tarihi aydınlanma yolundaki gelişimin bir parçası olarak düşünüldüğünde, bilimsel düşünce kategorilerinin tarihinden bahsetmek biraz güç olacaktır.
Epistemoloji ve bilim tarihi arasında bir köprü kurarken, elbette Gaston Bachelard’ın ilham verici derslerinden feyzalıyorum.¹⁹ Bachelard epistemolojisinin temel kavramları artık iyi biliniyor sahiden de, özellikle Fransa dışında epey yaygın vaziyette tartışılıyor; belki -hijyenik demeyeceğim ama- kaba bir biçimde ve tabii orijinalinin polemik gücünden yoksun bir biçimde. Sözkonusu kavramlar; yeni bilimsel tin, epistemolojik engel, epistemolojik kopuş (rupture) ile kadük ve “resmi” bilim. İtalyan, İspanyol, Alman ve hatta İngiliz okurlar, birinci elden olmasa da eleştirel yorumlar içeren (özellikle de Dominique Lecourt’ünki) birtakım çevirilerle artık Bachelard’ın işlerini iyiden iyiye bilir hale geldiler. Bana kalırsa Bachelard’ın araştırmalarını ve öğrettiklerini kapsayan en iyi özet, onun son epistemolojik çalışması olan Le Matérialisme rationnel [Rasyonel Materyalizm]’in²⁰ son sayfalarında bulunabilir. Orada, bilimsel ilerlemedeki epistemolojik süreksizlik, yirminci yüzyıldaki bilim öğretimi ve tarih üzerine fikirlerle desteklenmektedir. Ve Bachelard neticeyi şu yargıyla koymaktadır: “Çağdaş bilim, doğru/hakiki (véritable) gerçeklerin araştırılmasına ve doğrucu/hakikatli (véridique) yasaların sentezine dayalıdır.” Doğrucu derken Bachelard, nesneler veya zekâya kaydolunmuş ve ha bire basitçe doğrular bildiren bilimsel yasaları kastetmiyor. Doğru, kısaca, bilimin söyledikleridir. Peki bir hükmün bilimsel olduğuna nasıl karar veririz? Bilimsel doğrunun onu ortaya koyan kafadan hiçbir zaman o biçimiyle fırlayıp peyda olmadığı gerçeği aracılığıyla. Bilim, eleştirel tashih ile yönetilen bir söylemdir. Şayet bu söylemin, tarihçinin sürecini yeniden inşa edebileceğine inandığı bir tarihi var ise. Ve çünkü tarih burada, epistemologun manasını yeniden hayata getireceği bir şeydir. “Tüm bilim tarihçileri, ister istemez, gerçeğin tarihyazıcılarıdır. Bilim olayları birbirlerine, sürekli büyüyen doğru aracılığıyla bağlıdırlar. [. . .] Düşünce tarihinin muhtelif anlarında düşünce ve deneyim geçmişi yeni bir ışık altında görülebilir.”²¹ Bu yeni ışık rehberliğinde tarihçi, aynı terimin ısrarlı kullanımının sabit manalı bir kavrama yahut da sürekli benzer deneysel gözlemlere atıfta bulunmanın, yine metot veya yaklaşımdaki benzerliğe karşılık geldiğini düşünmek yanlışına düşmemelidir. Bu kuralı göz önünde bulundurursa o, örneğin Maupertuis’e ilksel bir transformist veya genetikçi gözüyle bakmaktan sakınabilecektir.²²
Şu ikisi arasında açık bir fark var: Zamane bilgi seviyesinin ışığında bilimsel geçmişe (bilimsel, evet kesinlikle; çünkü gelecekte geçersiz kılınabilir yahut düzeltilebilir) yönelik eleştirel değer-biçme ile, bilimsel teorinin bazı standart modellerini geçmişe sistematik, yarı-otomatik bir biçimde uygulamak arasında. Bu ikisi farklı şeyler. İkincisi tarihsel bir ilgiden ziyade, epistemolojik ilgi ile intibak hâlindedir. Peder Joseph T. Clark [S.J.]’ın adlandırdığı gibi, von oben bis unten ya da “yukarı-aşağı metodu” bilim tarihçisinin, bu analitik felsefeciden ilhamla, bilimin bugün belirli bir olgunluk seviyesine ulaştığını ve bugünkü aynen mantıksal modeli kullanarak da gelecekte yeni sonuçlar üretilebileceğini kabul etmesini gerektirir.²³ Buna göre tarihçinin çalışması, geçmiş teorilerin neden mantıksal bir olgunluğa ulaşmayı başaramadıklarını sorgulamak üzere, tamamlanmış bir bilimsel teori ile mücehhez olmalıdır.
Gelgelelim Ernest Nagel’ın tartışmasında koyduğu gibi, evrensel bir mihenk taşı olarak çağdaş bir modeli kullanmak, belki geçmiş projeksiyonunda o denli faydalı olmaz, fakat ufkumuzu hayli genişletebilir.²⁴ Mesela Kopernik’in, mantıksal ve tarihsel olanağı karıştırmak üzere biçimselleştirdiği savlarıyla kendi teorisinin belirli sınırlarını nasıl aşmış olabileceği konusunda… Nagel’e göre Clark’ın tezi, analitik felsefe ve onun bilgi teorisindeki dogmatik güvene aykırıdır. Dolayısıyla epistemolojik geriye dönüş (récurrence épistémologique) ile yukarı-aşağı metodu arasında ayrım yapmak artık kolaydır. Bachelard’ın “normallik”²⁵ ve Thomas Kuhn’un “normal bilim”²⁶ dediği şeyi ayırmak da, bundan daha az kolay değildir. İki epitemologun ortak paydasında yer alan belirli noktalar vardır: Özel olarak temel bilimsel kitapların [text-books] bilimsel araştırmanın sürekliliği konusundaki aşırı vurguları. Her ikisi de ilerlemenin süreksiz tabiatına vurgu yapar. Bununla beraber, bahsi geçen temel kavramlar akraba olsalar da aynı alana ait oldukları pek söylenemez. Bu Peder François Russo tarafından kaydedilmiştir. Russo ki, epistemolojik tarihçilerin ara ara meyyal de olduğu üstünlük konusundaki çekincelerini bir yana bırakırsak Kuhn’un, aslında bilimsel akılcılık konusunda yanıldığını iddia ediyordu:²⁷ Göstermelik olarak da olsa Karl Popper’ın teorinin zorunluluğu ve deneye önceliğine yaptığı vurguyu koruma kaygısı taşıyarak, mantıkçı pozitivizmin mirasını sarsmayı başaramaz ve tam da “paradigma” ve “normal bilim” kavramları sayesinde, rasyonalist safa katılır. Bu kavramlar niyetsellik (maksatlılık)[g] ve regülasyonu gerektirir ve esasen, müesses kurallar ve prosedürler ile birlikte bir kopuşun olanaklılığını ima eder. Kuhn bu rolü, onlara alışılagelmiş manalarını atfederek değil, basit kültürel olgular olarak yaklaşarak verir. Ona göre paradigma, onu kullananların tercihinin bir neticesidir. Normal bilim, herhangi bir zaman diliminde, bir üniversite araştırma sahnesinde bir grup uzmanın içinde olduğu pratiğin adıdır. Felsefi kritiğin kavramları yerine, safi sosyal psikolojiyle uğraşırız. Utancın bu açıklaması, Structure of Scientific Revolutions’ın [Bilimsel Devrimlerin Yapısı] ikinci baskısının ekinde, teorinin doğruluğunun nasıl anlaşıldığı sorusunu yanıtlarken apaçık belirir.
Aksine Bachelard, norm ya da değer üzerine konuşurken kendisinin de en sevdiği bilim üzerine, matematiksel fizik üzerine düşündüğü için, teori ile matematiği özdeşleştirir. Onun akılcılığı matematizm yapı-iskelesi üzerine kuruludur. Matematikte normal olan değil, norma bağlanmış [normed] olan hakkında konuşulur. Ortodoks mantıkçı pozitivistlerden farklı olarak Bachelard matematiğin, bizzat ilerlemesinin de katkı yaptığı bir epistemolojik içeriği olduğunu düşünür; aktüel ya da potansiyel. Tam da bu noktada, mantıkçı pozitivistlere yaptığı eleştirel gücünden ve katiyetinden henüz dirhem yitirmemiş olan Jean Cavaillès ile örtüşür. Cavaillès, “[M]atematiksel muhakemenin hızla tepilecek, acele edilecek bir yolda değil, kendi içinde tutarlı bir yolda [olduğunu], doğal bir ilerlemeyle yol aldığını” göstererek²⁸ Carnap’ı çürütür. İlerlemesinin doğası üzerine düşünüşünü şöyle sonlandırır:
Bilim öğretisi ile ilgili temel sorunlardan bir tanesi kesinkes şudur ki ilerleme, katiyen, mevcut olana ekleneduran küçük miktarlarla biriken, yeni ile mevcut olanın bir arada bulunduğu bir artış ile karşılaştırılamaz. Dahası, ebedi revizyon odur ki bazı şeyler elenir, diğerleri ise kalır. Neyin sonra geldiği, neyin geride kaldığından çok daha mühimdir; yalnızca mevcut olanın geçmiştekini içerdiği ya da yerini aldığı için değil, ek olarak, zorunlulukla biri diğerinden neşet eder ve içeriğinde üstünlüğünün işaretlerini taşır, her seferinde kendine özgü olmak kaydıyla.²⁹
Ne var ki, tarihsel bir yöntem olarak epistemolojik geriye dönüşün kullanımının evrensel bir geçerliliği yoktur. Bu yöntem en çok, zaten kendisinin kökenlendiği, matematiksel fizik ve çekirdek kimyası disiplinlerinin çalışılmasında verimlidir. Elbette ki hususi bir ileri uzmanlık dalının bu yöntemle çalışılıp, diğer disiplinlere de yol gösterebilecek (bilgi üretimine dair birtakım) kuralların çıkarsanmasında herhangi bir mahzur olamaz. Fakat bu anlamıyla yöntem, genişletildiği kadar genelleştirilemez. Dolayısıyla yöntem, çalışılacak alanın özgül tabiatı üzerine yeterince düşünüm yapılmadan, bilim tarihinin öteki alanlarına yayılamaz. Mesela, on sekizinci yüzyıl doğa tarihini düşünelim. Bachelard normlarını ve prosedürlerini bu meselenin çalışılmasına uygulamadan evvel, fiziğe kuantum mekaniği ve görelilik ilk tanıtıldığındakine benzer şiddette bir kavramsal kırılmanın³⁰ ne vakit ve nasıl ortaya çıktığının sorgulanması gerekir. Bu cinste bir kırılma, olsa olsa erken Darwin-sonrası yıllarda³¹ veya kapsamı iyiden iyiye müşahhas olan ve müteakip tufanların sadece bir tetikleyicisi durumundaki genetik ve moleküler biyolojinin yükselişinde saptanabilir.
Sonuçta, geriye dönüş yöntemi makûl bir biçimde kullanılmak durumundadır ve bizler de epistemolojik kopuşların doğası üzerine daha çok şey öğrenmeliyiz. Bir büyük dönüm noktasını kovalayan tarihçi sıklıkla Kant’ın, bilimin, kavramanın ani parıldaması ve dehanın işlemesi ile başladığı şeklindeki iddiası ile baştan çıkar. Sözü edilen parıldamanın etkilerinin herkesçe benimsenen ve bilimcinin de bütün bir çalışmasına yön veren şey olduğu sık söylenir. Ne ki kazın ayağı başkadır. Tek bir insanın çalışmasında bile bizler, çoğunlukla tekil bir dramatik kopuştan ziyade temel ya da kısmi kavrama serilerine rastlarız. Teori çok sayıda telden mürekkep bir dokumadır; kimisi yeniyse de diğer kesimi eski kumaşlardan kalmadır. Kopernik ve Galieo devrimleri, geleneği bir kalemde süpürüp atmadılar. Alexandre Koyré, Galileo’nun çalışmasındaki kesin “mutasyonun” ne olabileceğini düşünürken, kesin değişimin Ortaçağ mekanik ve astronomisinin sunduklarını kabul edemeyecek noktada gerçekleştiğini belirtmişti.³² Koyré’ye göre fiziğin anlaşılabilirliğinde matematiğin -aritmetik ve geometri- anahtar rolü taşımaya başlaması, Platon lehine Aristoteles’ten vazgeçilmesini ima ediyordu. Koyré’nin argümanı yeterince bilindiği için üstünde detaylıca durmayacağım. Ancak Koyré’nin, Galileo’nun Arşimetçi olduğu ölçüde Platoncu olduğu yönünde bir tastamam portre çizmesi, geriye dönüş yönteminin bir istismarı değil midir?³³ Ve Galileo’nun düşüncesindeki esas değişimin Aristoteles düşüncesinin bütünsel bir yadsıması olduğunu söylemesi, acaba biraz fazla zorlama olmuyor mu? Ve tabii Ludovico Geymonat, Koyré’nin bu yorumunun, Galileo’nun her ne kadar mantığa dayanak olarak matematiği kullanmayı önerse de Aristotelesçi geleneğe bağlılığını koruduğu gerçeğini tamamen yadsıdığını söylerken, haksız mıdır?³⁴ Koyré kendisini zorluyor, tıpkı şunları yazarken Pierre Duhem’i zorladığı gibi: “Orta Çağ’dan bu yana fiziğin gelişimindeki zâhiri süreklilik (ki Caverni ve Duhem mümkün mertebe vurgularlar bu sürekliliği) yanıltıcıdır. [. . .] Altyapı ne denli sağlam olursa olsun mühim değil; devrim, devrimdir.”³⁵
Antrparantez, sorulmayı hak eden bir şey de tarih ve epistemoloji meselelerinde niçin, bir Fransız olarak Duhem’in, İngiliz ve Amerikan tarihçi ve analitik felsefecilerince Koyré’den bile fazla rağbet görüp muhatap alındığıdır. Yanıt, öyle sanıyorum ki Duhem’in bilimsel teorileri çalışırken Aristotelesçi şemaya olan sadakatinin, mantıkçı pozitivist kuşak indinde, Koyré’nin tarihsel matematizminden ya da hatta, Cavaillès ve Bachelard’ın militan matematizminden daha fazla uyandırdığı sempatidir.³⁶
Bu durum ve dahası, süreklilik epistemolojisinden beslenen bir bilim tarihinin ne kadar uygun olduğunu dosdoğru savunabilmek için süreksizlik epistemolojisine ihtiyaç duyma hâli, paradoksal mıdır? Değişik tarihsel normlar, değişik ilgi alanlarından doğar. Süreksizlik epistemolojisi bilimdeki değişimin ivmelendiği, yıllar ve hatta aylarla ölçüldüğü zamanlar için uygundur. Aksi biçimde süreklilik epistemolojisi, bilginin henüz uyanmaya başladığı dilimlere doğal olarak yatkındır. Süreklilik epistemolojisini asla hor görmeyecek ölçüde süreksizliklerin ayırdında olan bir epistemolog, buna rağmen, hiçbir şeye inanmayan filozoflara karşı ironik bir tavra girebilir. Bachelard Duhem’i anlıyordu, fakat Emile Meyerson’u tahammülfersâ buluyordu. “Özetle, epistemolojik aksiyom, hareketin yavaş, ilerlemenin sürekli olduğu başlangıç zamanlarından bu yana sürekliliğin patronları olanlarca yerleştirildi. Filozof, meselelerde ön almayı beceremedi. Fakat yeniçağa katlanamayacağını gördü; o yeniçağ ki bilimsel ilerleme kelimenin tam manasıyla dört bir yanda infilâk ediyordu, geleneksel epistemolojiyi de yerle yeksan ederek.”³⁷
Geriye dönüş metodunu uygulayan bir tarihçi, bir gün bir metodun diğerinin yerini alacağını kestirebilir mi? Hızlı bilimsel ilerleme, tarihin sık yazımını gerektirir. Tarihi çalışılan bir disiplin her epistemolojik kopuşla birlikte kökten değişebilir, dilbilimsel alışkanlıkla onun değişmediği zikredilse de. François Jacob’ın La logique du vivant [Canlının Mantığı] (1970) adlı eseri Charles Singer’ın History of Biology’sinden [Biyoloji Tarihi] (2. ed., 1950) farklıysa, bunun sebebi yalnızca o meyanda artan bilgi hacmi değil, ayrıca 1953’te DNA’nın yapısının çözümlenmesi ile biyolojiye yepyeni kavramların girmesidir –kimisi, yani organizasyon, adaptasyon ve kalıtım eski isimleriyle; ileti [mesaj], program ve teleonomi[h] vd. ise yeni isimleriyle.³⁸ Bu, ama, basitçe tarihin bir yeniden yazımı meselesi değildi. Tarihsel çalışmalar için de kadükleşme vuku bulabilir.
Fransız epistemolojisinin görece genç nesli, tarihi, bilim tarihinde artık hayatiyeti olmayan kavramlardan arındırmanın iki yolunu bulmuşlardı. Gaston Bachelard’ın ortaya koyduklarının detaylı, keskin ve kapsamlı bir tefsirini yazmış olan Dominique Lecourt, Bachelard’ın hiçbir zaman kendi epistemoloji çalışmalarının değeri ve manası üzerine bir paha biçmeye girişmediğini söylüyordu.³⁹ Lecourt’a göre, bizzat kendisinin de çok iyi görmüş olması gerekir ki diyalektik materyalizm olarak bilinen öğreti ile sahiden uyumlu sonuçlara varması, Bachelard’ın idealist felsefenin uğraşlarından kopamadığına işaret ediyor. Bilgi üretimi, diyor Lecourt, sosyal bir pratiktir; dolayısıyla bilginin tartılması, onun üretim koşullarıyla, esasen ve adlı adınca politik praksisin teorisinin bir meselesidir; Louis Althusser ve okulunca yeniden işlenen Marksist materyalizme göre. Eğer Lecourt haklıysa, o halde itiraf edilmelidir ki epistemologlar, bilim tarihini toplumsal tarihe başvurmadan yeniden inşa etmeye girişmekle yanılıyorlar. Fakat “bilim” başlığını, son kertede politik olanın belirlediği ve kadim doğru-yanlış kriterinin parti çizgisine bağlılık ve ondan sapma kriteri ile ikâme edildiği bir teorik üretim tarzına uyarlamak ne ölçüde olanaklıdır? Ve süreklilik epistemolojisi bir yanılsama ise, epistemolojik kopuş düşüncesi tarihin bilimi olarak Marksizmin -ki süreklilik epistemolojisi, onun adına yanılsama olarak reddedilmiştir- yeniden yorumu için nasıl temel olabilir?⁴⁰
Diğer bir genç epistemolog, Michel Serres, farklı bir itiraz seslendirir. Bilim tarihi, der, nâmevcuttur: “Herkes, sanki öyle bir şey varmış gibi, bilim tarihinden söz ediyor. Varsa bile ben bilmiyorum.”⁴¹ Geometri, optik, termodinamik vd. tarihleri vardır, evet; tek tek disiplinlerin tarihleri. Fakat bir bilim tarihi yoktur; hiç değilse “ayrı ayrı bileşenlerinin değil, bütünsel bir bilgi sürecinin”⁴² küresel bir tarihi olana dek. Yalnızca, bir inşaat unsuru olarak bilginin, genel tarihin diğer unsurlarıyla ilişkisinden söz edilebilir. Serres’in bakışı, bilim tarihinin, sınıflandırmanın boynu kıldan ince bir kurbanı olduğunu, oysaki asıl sorunun, sözkonusu sınıflandırmanın niçin var olduğunu keşfe çalışmakta yattığını ve bunun da “sınıflandırmanın eleştirel bir tarihine” girişmek⁴³ demeye geldiğini söyler bize.
Disiplinlerin içinde gelişmekte olduğu “tarihsel süreç”ten önce, bilginin disiplinlere bölümlenmesini eleştirel bir süzgeçten geçirmeden kabul edivermek “ideolojiye” karşı koyamamaktır. Terimlerin kullanımı Marksist bir bakış açısını işaret ediyor gibi görünebilse de, bağlam oldukça muğlâk.⁴⁴ Not edilmelidir ki, hangi olay çerçevesinde olursa olsun bu sorunla yüzleşen Bachelard epistemolojisidir; tarihçileri buna aldırmamakla itham etmeye kalkışanlardan evvel ve çok daha yetkin bir şekilde yapmıştır bunu. Bachelard’ın Rationalisme appliqué’i [Uygulamalı Akılcılık] ekseriyetle neden “bilginin rasyonel organizasyonunda farklı bölgeler” bulunduğu sorusuyla meşguldür ve “bölgesel rasyonalizmler” ve “sentetik rasyonalizm” ilişkisinin bir analizini yapar.
Açıkçası, demin atfedilen tartışmalı metinlerin özetleri daha kısa, yüzeysel değerlendirmeleri daha az olmalıydı. Bununla beraber, onları mevzubahis etmekle iyi yaptığımı da düşünüyorum; çünkü her biri epistemoloji ve bilim tarihi arasında bugün süregidenden daha doğurgan bir ilişki tesis etmek konusunda belirli özgün misyonlar üstleniyorlar. Daha evvel de belirttiğim gibi, niyet hükümleri somut başarılardan çok daha fazla niceliğe sahip, nitekim bu metinler de niyetsel yargılar içeriyorlar. Devamı da gelmeli, başka katkılarla artırmalıyız bunu, bir yandan somut sonuçları beklerken.
– Sonnotlar.
1. Krş. J. F. Ferrier, Institutes of Metaphysics [Metafiziğin Kurumları]. Epistemoloji sözcüğü, ontolojiye karşı çıkılabilecek durumlar için türetilmiştir.
2. “The Origins of Classical Mechanics” [Klasik Mekaniğin Kökenleri], Marshal Clagett (ed.), Critical Problems in the History of Science içinde [Bilim Tarihinde Kritik Sorunlar] (Madison: 1959; 2. ed., 1962).
3. Institut de France, Académie des Sciences [Fransız Enstitüsü Bilimler Akademisi], Troisième centenaire [Üçüncü Yüzyıl], 1666-1966, II. Cilt: Histoire de la botanique [Botanik Tarihi], ed. Lucien Plantefol (Paris: Gauthier-Villars, 1967).
4. 12. Uluslararası Bilim Tarihi Kongresi bildiri kitabında yayınlandı (Paris: Albin Michel, 1968): “Colloques, textes des rapports” [Konuşmalar ve Tebliğ Metinleri] başlığıyla, ss. 39-51.
5. Marcel Florkin, A History of Biochemistry [Biyokimya Tarihi] (Amsterdam, Londra, New York: Elsevier, 1972-1975). Bilhassa giriş kısmına bakınız: “The Emergence of Biochemistry” [Biyokimyanın Doğuşu], ss. 1-20.
6. Aynı eser, 3. bölüm, s. 29: “Kohler [J. Hist. Biol., 5 (1972), 327], Büchner’in keşfinin zamanın bilim çevrelerince nasıl karşılandığını analiz etmişti. Yalnızca entelektüel yönleriyle değil, sosyal yönlerini de hesaba katarak. (. . .) Kohler’in işaret ettiği gibi, Büchner’in ulaştığı şey, bir gerçek yahut teoriden fazlasıydı; yeni bir kavramsal sistemin temeliydi bu.”
7. A.e., ss. 191-193.
8. Fransızca başlığı: L’Histoire du principe de relativité (Paris: Flammarion, 1971).
9. İtalikler benim.
10. Tonnelat, L’Histoire, s. 13.
11. Örneğin, Nobel sahibi François Jacob’un La Logique du vivant, une histoire de l’hérédité’si (Paris: Gallimard, 1970).[i]
12. Jean-Toussaint Desanti, La Philosophie silencieuse, ou Critique des philosophies de la science [Sessiz Felsefe ya da Bilim Felsefelerinin Eleştirisi] (Paris: Editions du Seuil, 1975).
13. A.e., s. 108.
14. Discours de la méthode, 3. bölüm.[j]
15. Krş. Desanti, La Philosophie silencieuse, s. 17: “Biliyoruz ki Kant, matematiksel fizikle hemhâl olmak, yoğun şekilde uğraşmak istiyordu. Fakat o, bunu yapabilmiş olan bir Newton, d’Alembert, Euler, Lagrange ya da Laplace gibi değildi. Onun bilimsel çalışma ile ilişkisi, Leibniz’in matematik ya da mantıkla olan ilişkisi kadar yakın değildi.”
D. Grmek, Raisonnement expérimental et recherche toxicologues chez Claude Bernard [Claude Bernard’ın Deneysel Muhakemesi ve Toksikoloji Araştırmaları] başlıklı eserinde, bilimcinin laboratuvar notlarıyla kendi deneysel yöntemlerini a posteriori [deneyden sonra] rasyonalize etmeye giriştiği not defterlerini karşılaştırma fırsatından nasıl yararlanılacağını göstermiştir.
16. Bkz. Gavin de Beer, Charles Darwin: Evolution by Natural Selection [C. Darwin: Doğal Seçilim Aracılığıyla Evrim] (Londra: 1963).
17. Bkz. Camille Limoges, La Sélection naturelle [Doğal Seçilim]. Limoges, Montreal Üniversitesi Bilim Tarihi ve Politikası Enstitüsü’nün direktörüdür.
18. Pasteur hakkındaki iki çalışma arasında bir benzeşim düşünülebilir: René Dubos, Louis Pasteur, Free Lance of Science [Bağımsız Bilimci] (Londra: 1951) ve François Dagognet, Méthodes et doctrine dans l’oeuvre de Pasteur (Paris: Presses Universitaires de France, 1967). Bu iki çalışmanın ve tarihsel yöntemlerinin eleştirel bir mukayesesi şurada bulunabilir: Nils Roll-Hansen, “Louis Pasteur: A Case against Reductionist Historiography” [Louis Pasteur: İndirgemeci Tarihyazımına Karşı Bir Olgu], Brit. J. Phil. Sci. 23(1972): 347-361.
19. Bkz. benim “Gaston Bachelard”, Scienteziati e technologici contemporanei, 1. cilt, ss. 65-67. [Bachelard’ın bilim tarihi ve epistemoloji çalışmaları Amerika’dan ziyade Avrupa’da iyi bilinir ve tanınır; hoş, onun esas ünü edebiyat eleştirmenliği yönüyledir. Fransızca dışındaki ilgili okurlar benim, biyografik ve diğer bilgileri de ihtiva eden The New Scientific Spirit (Boston: Beacon Press, 1985)[k] çevirime müracaat edebilirler – A. G.].
20. Paris: Presses Universitaires de France, 1953.
21. Le Matérialisme rationnel [Rasyonel Materyalizm], s. 86.
22. Anne Fagot’un “Le ‘transformisme’ de Maupertuis” [Maupertuis’in ‘Dönüşümcülüğü’] makalesine ve benim takiben, Actes de la Journée Maupertuis’te (Créteil, 1 Aralık 1973) işaret ettiklerime (Paris: Vrin, 1975) bakınız. E. Guyénot, Les Sciences de la vie aux XVIIe et XVIIIe siècles’de [17 ve 18. Yüzyıllarda Yaşam Bilimleri] (1941) bayağı ileri gider ve Maupertuis için “bir genetikçi” der (s. 389).
23. Joseph T. Clark, “The Philosophy of Science and the History of Science” [Bilim Felsefesi ve Bilim Tarihi], Critical Problems in the History of Science (1959; 2. ed., 1962), ss. 103-140.
24. A.e., ss. 153-161.
25. L’Activité rationaliste de la physique contemporaine [Çağdaş Fizikte Rasyonalist Etkinlik] (1951), s. 3. Ayrıca bkz. Le Rationalisme appliqué (1949), s. 112: “Rasyonalist düşünme ‘zuhur etmez’. Düzeltir. Regüle eder. Normalleştirir.”[l]
26. The Structure of Scientific Revolutions, 2. ed. (Chicago: The University of Chicago Press, 1970); The Copernican Revolution (New York: 1957).[m]
27. “Epistémologie et histoire des sciences” [Bilimler Tarihi ve Epistemolojisi], Archives de philosophie 37.4 (1974). Peder Russo, Imre Lakatos ve Musgrave’nin editörlüğünü yaptığı Criticism and the Growth of Knowledge (Cambridge: 1970)[n] başlıklı önemli çalışmaya sıklıkla atıfta bulunur. Bu eserde Kuhn’un fikirleri Lakatos, Karl Popper ve Paul Feyerabend tarafından uzun uzadıya tartışılmakta ve zaman zaman şiddetle eleştirilmektedir.
28. Jean Cavaillès, Sur la logique et la théorie de la science [Bilimin Teorisi ve Mantığı Üzerine], 3. ed. (Paris: Vrin, 1976), s. 70.
29. A.e., s. 78.
30. Fransızcada: fracture. Sözcük, Bachelard’ın kullandığı epistemolojik kopma (rupture) ya da yırtılma (déchirure) ile kıyaslamalı olmak üzere, Jean Cavaillès’ten ödünç alındı: A.e., s. 28.
31. Darwin’e karşı Fransa’dan yanıtlar, eleştirel epistemoloji açısından Yvette Conry tarafından çalışıldı: L’Introduction du darwinisme en France au XIXe siècle [19. Asır Fransası’nda Darwinizm] (Paris: Vrin, 1974).
32. Bkz. Alexandre Koyré, “Galilée et Platon” [Galilei ile Platon], Etudes d’histoire de la pensée scientifique (Paris: Gallimard, 1973), ss. 166-195[o] ve Etudes galiléennes [Galilei Çalışmaları] (Paris: Hermann, 1940). İkinci eserin hemen başında Koyré, mutation terimini Bachelard’dan aldığını söyler. Sahiden de Le Nouvel esprit scientifique (1934) ve La Philosophie dun non (1940)’da[p] epistemolojik süreksizlik, biyolojiden ödünç alınmış metaforlar aracılığıyla tanımlanır. Bu erken Bachelard jargonundan, Le Rationalisme appliqué’te (1949) “epistemolojik kopuş” uğruna vazgeçilir.
33. Maurice Clavelin, La Philosophie naturelle de Galilée’de [Galilei’nin Doğa Felsefesi] (Paris: Armand Colin, 1968) Arşimet modelinin geçerliliğini onaylar ve Platonculuğun kullanışlılığını sorgular.
34. Ludovico Geymonat, Galileo Galilei (Turin: Einaudi, 1957).
35. Koyré, Etudes galiléennes, ss. 171-172.
36. Duhem’in epistemolojisi ve bilim tarihi üzerine görüşleri için, René Poirier ve Maurice Boudot’nun Les Etudes philosophiques 22.4 (1967)’deki makalelerine bakılabilir.
37. Le Matérialisme rationnel, s. 210.
38. Charles Singer, History of Biology: A General Introduction to the Study of Living Things [Biyoloji Tarihi: Canlılar Bilimine Genel Bir Giriş]. İlk edisyonu 1931’dedir.
39. Dominique Lecourt, Le Jour et la nuit [Gece ve Gündüz] (Paris: Grasset, 1974).
40. [Yazarın iddiasına göre Althusser ve takipçileri, Bachelard’ın epistemolojik kopuş kavramını (rupture’den ziyade, coupure [kesinti] adı altında) kullanarak onu, Marx’ın düşüncesini yeniden yorumlarken bir asal eleman haline getirdiler. – A. G.]
41. Michel Serres, “Les Sciences” [Bilimler], ed. J. Le Goff ve P. Nora, Faire de l’histoire [Tarih Yapmak], 2. cilt içinde (Paris: Gallimard, 1974), ss. 203-228.
42. A.e., s. 204.
43. Histoire de la philosophie 3’teki [Felsefe Tarihi-3] (Paris: Gallimard, 1974) August Comte çalışmasında Serres, aynı hayıflanmayı, sınıflandırmalar üzerine eleştirel bir çalışmanın olmayışı hakkında da yapar. Olmayabilir; fakat esas üzücü olan bu noksanlığın pek bilinmeyişidir.
Sosyal Psikoloji Laboratuvarı’nın direktörü olan Robert Pagès telifli o çalışmadır işte: Problèmes de classification culturelle et documentaire [Kültürel Sınıflama ve Dokümanterin Sorunları] (Paris: Editions documentaires industrielles et techniques, 1955).
44. Marksist etkinin ipuçlarını güçlendirecek bir pasaj vardır Serres’in Esthétiques sur Carpaccio’sunda [Carpaccio’ya Estetik Yaklaşımlar] (Paris: Hermann, 1975). “Bilen öznenin içinde neler döndüğünü tanımlama projesini, o aptal projeyi” ifşa ettikten sonra ekler: “Sana kim söyledi? Ne gördün? O şeyi görmek için nereye gitmem gerektiğini söyle bana. Şartlı cümle, karşı-olgusal [counterfactual] bir şeydir. Olanaklılık şartları işte burada ve şuradadır; bu masal kalesi, bu ütopya içinde değil. Marx’ın ayaklarını bastığı ve nihayet üzerine tanımlanabilir bir dünya kurduğu, Kant ve eleştirel projesi, Kant ve onun şartlı yargı sahasıdır. Marksizm, başarılı bir eleştirellik örneğidir; beyaz atlı prensin düşlerini kapı dışarı eden.” (ss. 86-88).
Bu yazı ilk kez, “Il ruole de l’epistemologia nella storografia scientifica contemporanea” başlığıyla, İtalyanca olarak şurada yayınlandı: Scienza e Technica 76, Annuario della Enciclopedia della Scienza e della Technica (Milan: Mondadori, 1976), s. 427-436. – G. C.
[Dipnotlarda ve metin içinde yer alan köşeli parantez içindeki izahlar, aksi belirtilmedikçe, Türkçeye tercüme edene (Özen B. Demir; Ankara, 2013) aittir. Özgün metin ise şudur: “Introduction: The Role of Epistemology in Comtemporary History of Science”, Ideology and Rationality in the History of the Life Sciences (Idéologie et rationalité dans l’histoire des sciences de la vie) içinde, çev. Arthur Goldhammer, MIT Press, 1988, s. 1-23.]
[a] [Batı’da, 16. yüzyıla kadar matbu kitaplara verilen isim.]
[b] [(a) İndirgenme: Bir bileşikten oksijen çıkarılması (veya hidrojen eklenmesi) ya da bir atom, iyon veya molekülün elektron kazanması olayı; redüksiyon. (b) Yükseltgenme: Tersine, yine kimyasal bir olay sırasında bir maddenin bileşimindeki hidrojen miktarının azalması (veya oksijen miktarının artması), bir atom veya iyonun bir elektron kaybetmesi; oksidasyon.]
[c] [Bir enzimi aktif duruma getiren, enzimin protein-olmayan bileşeni.]
[d] [Keşfe (buluş) yarayan, anlamaya vesile olan; buluşsal, keşifsel. Yaygın olmasa da, Türkçede, muhtelif yerlerde ‘hevristik’ olarak rastladım ve tipografik hata mı, emin olamadım. Kavram, Bachelard’da daha ziyade yorumlama ile karşılanır.]
[e] [Esîr de denen, duyu-dışı, metafizik, kavramsal bir madde (hâli). Eski Yunan’da çeşitli karşılıkları vardı; sözgelimi Aristoteles için, göğü oluşturan ve insanın beş duyusunun dışında bir maddedir. Asıl yaygınlık kazandığı modern anlamını Maxwell’le bulmuştur (Türkçede tam da bu kavramsallaştırma ile ilgili olarak, Maxwell’e ait, 1875 seneli Ether başlıklı metin için bkz. A. Yardımlı (der./çev.), Uzay, Zaman, Özdek [Maxwell, Einstein, Schrödinger, Born] (İdea, İstanbul, 1998), ss. 19-31). Özel Görelilik’ten (Einstein) bu yana itibarını yitirmiştir.]
[f] [Türkçede bkz. “İkinci Yayıma Önsöz” (ss. 23-47), Arı Usun Eleştirisi içinde, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea, 2010.]
[g] [Intentionality. ‘Yönelimsellik’ ile karşılanması, fenomenolojik metinlerdedir.]
[h] [teleonomi – Genetik olarak tespit edilmiş (yapısal/işlevsel) olayların anlamlı oluşu ve amaca uygunluğu. Tek başına canlılığın yeter şartı değilse de, canlılık tanımında olmazsa olmaz olduğu düşünülür.]
[i] [Türkçede bkz. Canlının Mantığı: Bir Kalıtım Tarihi, çev. Bertan Onaran, İstanbul: Payel, 1993.]
[j] [Türkçede bkz. Metot Üzerine Konuşma, çev. A. Altınörs (Paradigma, İstanbul, 2010), ss. 23-30; yahut yine bkz. aynı başlıkla, çev. K. Sahir Sel (Sosyal, İstanbul, 1994), ss. 25-32.]
[k] [Türkçede bkz. Yeni Bilimsel Tin, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki, 2008; veya bkz. Yeni İlmî Zihniyet, çev. H. Z. Ülken, İstanbul: Vakit, 1935.]
[l] [Türkçede bkz. Uygulamalı Akılcılık, çev. E. Sarıkartal (İthaki, İstanbul, 2009), s. 66 ve 129.]
[m] [Türkçede bkz. Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. N. Kuyaş, İstanbul: Alan, 2003; ve Kopernik Devrimi: Batı Düşüncesinin Gelişiminde Gezegen Astronomisi, çev. H. Turan, D. Bayrak ve S. K. Çelik, Ankara: İmge Kitabevi, 2007.]
[n] [Türkçede bkz. I. Lakatos ve A. Musgrave, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi, çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul: Paradigma, 1992.]
[o] [Türkçede bkz. Yeniçağ Biliminin Doğuşu: Bilimsel Düşüncenin Tarihi Üzerine İncelemeler, çev. K. Dinçer (Ara, İstanbul, 1989), ss. 107-140.]
[p] [Türkçede bkz. Yok Felsefesi: Yeni Bilimsel Tinin Felsefesi Üstüne Bir Deneme, çev. A. Tümertekin, İstanbul: YKY, 1995.]