“Bilmiyoruz.” diye düşündüm. “Kendimizi tanımıyoruz. İnsan olarak neye, ne kadar tahammül edebiliriz? Tahammül edemediğimizde nasıl, nerede insanlıktan çıkarız? İşte bundan zerre kadar haberimiz yok.” Elimdeki kitabı masaya bırakırken aklıma ilk gelen şey buydu.
Kitap William Saroyan´ın Yetmiş Bin Süryani adı altında toplanan çoğu otobiyografik, hatta bazıları anı türünde yazılan öykülerinden oluşuyor. O öykülerden birinde (öykünün adı Savaş) Saroyan birinci dünya savaşında bir çocuk olarak neler düşündüğünü, neler hissettiğini, arkadaşlarıyla birlikte neler yaptığını anlatmış. Anlatım tekniği her zamanki gibi sözlü anlatıma yakın. Yani kelime oyunları olmadan, okurla konuşur gibi… İşte tam da anlatımın oyunsuz-kafiyesiz oluşu; konunun etki gücünü dört misline çıkarıyor. Çünkü gerçeğin “anadan üryan” karşınızda durduğunu fark ediyorsunuz.
Nefret eden çocuklar:
Öykü düzlemi şu şekilde:
Birinci dünya savaşı yıllarında W. Saroyan henüz çocuk yaşlarda, Fresno’da (ABD) yaşıyor. Orada savaşın, daha doğrusu savaş haberlerinin güncelliği ister istemez erkek çocukların dünyasını da etkiler nitelikte. Bütün çocuklar karşı taraf olarak gördükleri Alman kayzerinden nefret ediyorlar. Derken bu nefret onların oyunlarına karışıyor. Mesela hep birlikte oturup, “kayzeri nasıl öldürebileceklerini“ hatta “nasıl işkence ederek öldürebileceklerini” hayal etmeye başlıyorlar. Ancak savaş haberleri arttıkça çocukların nefreti sadece kayzere karşı değil, aynı zamanda bütün Almanlara karşı da büyüyor.
Hermann mahalledeki tek Alman ailesinin tek erkek çocuğu, iki kız kardeşi daha var. Bir gün sadece Alman olduğu için ondan da nefret eden çocuklar Hermann’ı dövmeye karar veriyorlar. Yolunu kesip ona kayzerden nefret edip etmediğini soruyorlar, Hermann hiç kimseden nefret etmediğini söyleyince dövmeye başlıyorlar. Yüzü-gözü kan içinde kaldıktan sonra tekrar soruyorlar:
“Peki şimdi nefret ediyor musun kayzerden?”
“Hayır…” diyor Hermann, “Ama sizden nefret ediyorum.”
Kıssadan hisse:
Şu yukarda bahsedilen aslında sadece W. Saroyan´ın bir anısı değil. Hepimizin hikayesi. Birçok insan çocukluk ve hatta ilk gençlik yıllarını biraz gözden geçirdiğinde, bu ya da buna benzer anılarla karşılaşabilir. Bir grup çocuk gidip bir çocuğu, ya da başka bir grup çocuğu dövüyor. Gücü gücü yetene… Dehşet bir şey, öyle değil mi?… Peki her birimiz benzer dehşeti hala ruhumuzun herhangi bir yerinde saklamıyor muyuz? Yani elimize fırsat geçtiğinde, gücümüz yettiğinde, içimizde şiddet uygulamaya yönelik bir potansiyel yok mu? Bize haksızlık eden ya da bize haksızlık ettiğini düşündüğümüz kişi ya da kişilere ne kadar tahammül gösterebiliriz? Hermann da daha önce kimseden nefret etmediği halde, dövüldükten ve hakarete uğradıktan sonra nefret etmeye başlamadı mı?
Bu anı-öyküde bence dikkat edilmesi gereken ikinci bir unsur da; insanın şiddetin hangi ucunda durduğuyla ilgili. Bunu belirleyen de hayattaki(güçler dengesindeki) konumu. Biraz daha açacak olursak; Artalan bilgisi olan herkesin tahmin edebileceği gibi, birinci dünya savaşı yıllarında Hermann Amerika´da değil de Almanya´da yaşayan bir çocuk olsaydı, ya da -çok daha kötüsü- William Saroyan ailesiyle birlikte Fresno´da değil de Bitlis´te yaşasaydı, sonuç ne olurdu?
– Hermann şiddet uygulayan, William Saroyan kesinlikle şiddete uğrayan tarafta kalmış olacaktı.
W, Saroyan ve ağabeyi Krikor
Metin yüzeyine yansıyan kodlamalardan William Saroyan’ın ve ağabeyi Krikor’un Hermann´ı dövmediğini, ancak yine de yaşanan bu olayda yer almaktan ne kadar rahatsız olduklarını anlıyoruz. Saroyan orada Hermann ağlarken kendisinin de ağlamaya başladığını ekleyip şöyle devam ediyor:
„Ağlamamın sebebi bütün bu yaşananlardı, içimizde büyüttüğümüz bu rezilce şey, bir çocuğu yumruklamak, çelme takıp düşürmek, tekmelemek, bir gemiyi suların dibine göndermek, bir şehri yerle bir etmek, insanları vurmak, beni ağlatan bunlardı. Aptal bir bebek gibi ağlıyordum, abim Krikor’un da dudakları titremeye başlamıştı, ağlamamak için dudaklarını ısırdı. Çocuklar Herman´ın suratını kan içinde bırakmışlardı. Bu hayatımda gördüğüm en çirkin, en alçakça şeydi.”
Anlatının final bölümündeyse, Saroyan’ın çocukken yaşadığı bu tecrübeden sonra kendini nasıl kin ve nefretten korumaya çalıştığına tanık oluyoruz. Bu haliyle finaldeki değerlendirme bana göre aynı zamanda tarihsel ve toplumsal yaramızı (Türkçülük sorunsalı) iyileştirebilecek ip uçlarına da sahip.
“…O gece yataktayken abim Krikor’a ‘Sen Almanlardan nefret ediyor musun?’ dedim. ‘Ne?’ dedi. Ne dediğimi duymuştu ama, bu cevaplaması zor bir soruydu. Onlardan nefret etmemiz bekleniyordu, onlardan herkes nefret ediyordu. Onlardan nefret etmek normal bir şeydi, o zamanın bir gereği. Tekrarladım ‘Almanlardan nefret ediyor musun, Krikor?’ ve bir cevap vermesini bekledim. Bir müddet hiçbir şey söylemedi. Ne düşündüğünü biliyordum. Nefret ettiği bütün o tahripkar şeylerdi; cinayetten, yıkımdan nefret ediyordu ama insanlardan, yaşayan insanlardan… Hayır kalbinde insanlara karşı bir nefret olamazdı. ‘Hayır onlardan nefret etmiyorum. Onlar da bizim gibi,’ dedi. ‘Kayzer’den nefret ediyor musun?’ dedim. ‘Hayır Kayzer’den de nefret etmiyorum.’ Karanlıkta bunlardan bahsettik. Sonra ben gene sordum; ‘Peki Türklerden nefret ediyor musun, bize o kadar şeyi yapan insanlardan?’ Abim Krikor, ‘Bilmiyorum,’ dedi, ‘onları hiç insan olarak düşünmedim. Ama onlar da insan. Bizimki gibi aileleri var. Onları hep başka bir şey olarak düşündüm, ama ne olarak, bilmiyorum.’
Ama ben Krikor´un Türklerden nefret etmediğini söyleyebilirdim. Sadece insanın içindeki o alçakça şeyden nefret ediyordu, ister Türklerde, ister bizde olsun, Allah´ın belası o çürümüşlük. Sonra şöyle söyledi, ‘Ama onların yaptıklarını bir düşün, sebep oldukları o acıları. Neden nefret ettiğimi bilmiyorum ama nefret ettiğim bir şey olduğunu biliyorum. O çocuklar ve bugün yaptıkları güzel bir şey değildi. Nefret ettiğim şey işte bu. Tek tek bakıldığında hepsi iyi çocuklar. Ama yaptıkları. İşte o alçakça bir şey.’”
Her gün hiç ara vermeden, her türlü şiddet hikayeleri dinlediğimiz, okuduğumuz, izlediğimiz yaşadığımız şu günlerde, en çok bu öykünün iyi okunması ve anlaşılması gerek diye düşünüyorum. Çünkü William Saroyan -diğer otobiyografik öykülerinde de olduğu gibi,- kendi hikayesiymiş gibi yapıp, aslında bize bizim hikayemizi anlatıyor. İnsanın en uzun hikayesini…
Songül Kaya-Karadağ
Köln, 18.09.2017