Geçen cuma televizyon oldum. Amerikalı yazar Ray Bradbury’nin bilim kurgu/distopya türündeki eseri Fahrenheit 451 Erdal Beşikçioğlu rejisiyle Ekim 2020 itibarıyla çevrimiçi olarak sahnelenmeye başlamıştı. Koronavirüs nedeniyle bu kez her zamankinden farklı olarak oyunu salonda değil ekran başında izlemek zorunda kaldım.
Ne salonun serinliği, ne kalabalık içinde yalnızlaşabilmenin verdiği haz, ne telefona bakıp can sıkanı, ne de fısıldaşıp dikkat dağıtanı… Bu kez hiçbiri yoktu ama eserin eleştirisiyle ironik bir ilişki kurarak kendini ekrandan gösteren oyun, sadece kendini göstermekle kalmadı; evet, beni de televizyon yaptı!
451 Fahrenheit yaklaşık 233 Celcius’tur (233 °C). Bu, oyuna göre kâğıdı yakmak için yeterli sıcaklıktır. Bunu bilen totaliter rejim, itfaiye ekiplerini kitapları yakmakla görevlendirmiştir çünkü mutlu olmak az düşünmekten, sorgulamamaktan, düzene uymaktan böylece olabildiğince çabuk ve çok haz almaktan geçer. Doğruya doğru; toplumsal kavgalar, duygu yüklü şiirler, metinler ve sürekli düşünmeye iten felsefe insanı sabit mutlu etmekten daha çok inişli çıkışlı bir yola sokar ya hani…
İşte bu sebeple itfaiye görevlileri yasağa uymayıp kitap depolayanları yahut okuyanları tespit ederler ve o kişilerin kitaplarını yakarlar. Korkmayın, çoğu ev ve eşya kitaplarla birlikte alevler içinde kalsa bile yanmaz, eskiden kalma birkaçı hariç hemen hemen hepsi yanmaya dayanıklıdır; öyle ya, oldukça gelişmiş bir medeniyetten bahsediyoruz. Öyle ki bugünün Boston Dynmaics’in Spot isimli popüler robot köpeklerini anımsatan çok gelişmiş mekanik tazılar bile vardır; kitaplı, kitapsız, masumun veya suçlunun kokusunu alıp ayırt ederler, gerektiği yerde suçlunun peşine düşerler, yakalarlar ve müdahale ederek suçluyu etkisiz hâle getirirler. Zaten tazılar veya itfaiyeciler etkisiz hâle getirememişlerse ve suçlu kişiler kaçmışlarsa, ortadan kaybolmuşlarsa veya kurtulmuşlarsa bile sanki yakalanmış, cezalandırılmış yahut öldürülmüş gibi gösterilirler; toplum böyle bilir. Şeyh uçmaz, müridi uçurur.
Sokaktaki tazılar yetmiyormuş gibi bir de evdeki televizyonlar vardır ki onlar da pek fenadır. Akıllara Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele filminde köyüne ilk kez “vizontele” gelecek olan Cem Yılmaz’ın canlandırdığı Fikri’nin televizyon sayesinde Zeki Müren’i hem dinleyebileceğini hem görebileceğini öğrenince şaşkınlıkla ve alaycı biçimde sorduğu soruyu getirir: “Peki Zeki Müren de bizi görecek mi?”
Görür! Bunlar öyle televizyonlar ki muhtemelen Zeki Müren bile evde olup biten her şeyi görüp dinlemektedir. Evlerin tüm duvarlarını kaplayan bu akıllı televizyonlar sadece görüp dinlemekle kalmamakta aynı zamanda hane halkını yönlendirmektedir bile! Gerçek midir değil midir bilinmez ama daha bugünden WhatsApp’ı, Facebook’u, bilgisayarın kamerası, telefonu, “gözetleniyor” diye konuşulmuyor mu? Şüyuu vukuundan beterdir derler…
Son derece basit ama iyi düşünülmüş bir düzenekle; birkaç dokunuşla gerektiğinde “L”, gerektiğinde “I”, gerektiğinde “U” formuna bürünebilen mobil bir merdiven, ışık, sis ve ses efektleri üzerinden ilerleyen oyun, İtfaiye Şefi Beatty’nin (Erdal Beşikçioğlu) ve İtfaiyeci Guy Montag’in (Fatih Sönmez) sahnede yan yana dururken, Beatty’nin öndeyişiyle seyirciyi bir anda oyuna dahil etmesiyle başlar. Beatty bunu seyirciler sanki itfaiye ekibinin iç toplantısındaki dinleyicilermişçesine gerçekleştirdiği bir konuşma ile daha oyunun hemen başında başarır: “Hoş geldiniz! Böyle bir gecede bizi yalnız bırakmadığınız için hepinize teşekkürler! İç güvenliğimizde devrim yaratacak olan bu projeyle artık suç işleme olgusunu ortadan kaldırmayı planlıyoruz. Artık hiçbir muamma karanlığa gömülmeyecek…” derken alarm çalmaya başlar ve “ateşe dayanıksız eski tip bina…” uyarısıyla ilk sahne gelir.
Elbette oyunun tüm sahnelerini anlatmayacağım. Ne olur ne olmaz… Kimisi henüz izlemediği veya okumadığı yapıt hakkında hasbelkader bilgi almaktan hiç hoşlanmaz. Belki okumayan okur, izlemeyen izler; neme lazım!
Fakat romanda kendini göstermeyip de oyunda beliriveren öyle bir sahne var ki böylesini anlatmak bir sine qua non koşuludur; olmazsa olmazdır.
Mildred Montag (Neslihan Aker) büyük bir heyecanla kendisinin televizyonda gözükeceğinden bahseder. Yüzü seyirciye dönüktür. Televizyonda kendi yüzünü görünce sanki hayattaki en büyük şeyi başarmışçasına mutlu olur. Guy Montag bunun sadece bir yerleştirme olduğunu ve her gün tıpkı bir önceki gün gibi başka birinin suratıyla yapıldığını söylese bile Mildred’in heyecanı olsa olsa biraz öfkeye dönüşür; Mildred heyecanla televizyona seslenir.
Bunu yaparken yüzü seyirciye dönüktür.
Arkasını döner; vücut hatlarını belli eden dar spor kıyafetiyle kaplı bedeninde önce kalçasına, sonra göğsüne sonra da saçlarına sertçe dokunarak Guy Montag’e büyük bir öfkeyle bağırır: “Kes! Her zaman oyuncu olmak istedim. Bak, işte fırsat da karşımda! Bir milyon tane Mildred olsa bile kimin umurunda ki? Burada önemli olan benim. Ben, ben, BEN!”
Arkasını döner ve Guy Montag’in kucağına oturur. Cilveli bir şekilde evde daha fazla televizyon olmasını dilediğini söyler. Tam o esnada bir ses duyulur, televizyon bir anda açılır; Televizyon ve Mildred sohbet etmeye başlarlar. Televizyon Mildred’e kocasıyla arasında neler olduğunu sorar, ona destek olmaya çalışır… Sonunda televizyonun ona sıra dışı bir seçim yaptığını söylemesiyle Mildred’in morali yerine gelir. Mildred coşkulanır.
Elbette bunu hep seyirciye bakarak yapar…
Mildred televizyon ile konuşurken hiçbir zaman sırtını seyirciye dönmez, arkasına bakmaz; bilindiği üzere, seyirciye ayıp olur. Mildred yana yahut çaprazına da bakmaz, seçenekler arasında en mantıklısı seyirciye bakmak olduğundan mı öyle yapar yoksa seyircinin bulunduğu bölümü bu kez televizyon olarak canlandırmanın arkasında tasarlanmış bir anlam mı vardır bilinmez ama itfaiye toplantısında dinleyici rolü üstlenmiş seyirci bu kez televizyon olmuştur! Bir televizyon!
İşte böylece televizyon oldum…
Fahrenheit 451’deki televizyon; farklı kişilerle muhatap olduğu için farklı davranan ama aslında tüm televizyonlar gibi sürekli izlemeye, yönlendirmeye ve düşünmeden görevini yerine getirmeye programlanmış, her gün farklı bir yüzle aynı işi yapan milyonlarca aletten bir tanesidir. Tıpkı bir sahnede Clarisse’in dediği gibi: Hep izleyen ama hiç sormayan…
Profesör Faber’in (Serhat Midyat) dediği gibi: “Mutlu bir koyun gibi yaşamak varken neden sürüden ayrılıp mutsuz olasın?”
Acaba bizler kitaplardan uzaklaşıp daha fazla televizyon izleyerek aptallaşan bir toplum olmaktan daha çok sürekli her şeyi gözlemleyen, aşırı kontrolcü ve sürekli kendini izletmeye ve sergilemeye programlanmış bir alete, kendine biçilen rolün dışına bir adım bile atmaya korkan, cesaretsiz ve özelliksiz bireylere; tıpkı televizyonlar gibi her biri kendi içinde çok özellikli, farklı ama aslında her biri “özel olayım” derken birinin diğerini manipüle etmesiyle sonunda birbirinin aynı olan dizilere, programlara, televizyonlara mı dönüşüyoruz?
Her geçen gün özelliğini kaybeden bireylerle dolu bir koyun sürüsü olmanın da ötesinde, çoban olma peşinde koşup da aptallaştıran bir koyun sürüsüne dönüşüyor gibiyiz…
Kanadalı yazar Hal Niedzviecki şöyle diyor: “Eğer herkes bağımsız düşünüp kendini anlamakta gittikçe derinleşen bir asi ise, o zaman ben de herkes gibiyim.”
Hâsılı, kendime göre güzel, keyifli bir oyun izledim. Üzerine daha fazla düşünmeye gerek yok. Gerçek midir değil midir bilinmez ama Sigmund Freud’a atfedilen, bu duruma uygun kısa bir hikâye var; buraya bırakıyorum:
Rivayete göre Freud sigara içen arkadaşlarıyla sohbete başlar. Sigaranın fallik dönemle ilişkilendirilebileceğinden ve bireyin bilinçdışında penisi sembolize edebileceğinden, erkeklerin sigara içmelerinin ise penise ilgi duymalarına bağlanabileceğinden bahseder.
Eee…Sonuçta Freud’un arkadaşı bunlar, “boş insan” değillerdir elbet… Altında kalmazlar ve hemen verirler cevabı: “Sen de puro içiyorsun!”
Freud da şöyle cevap verir: “Bir puro bazen sadece bir purodur.”
Düşünmeye ve her şeyin arkasında bir anlam aramaya gerek yok, değil mi?