Her gün bir öncekinden daha beter olayları yaşar ve tanık olurken, hayatın iyi yanlarını hatırlamak pek kolay değil. Çünkü sokağa çıktığımız anda vuruyor yüzümüze karmaşa, umursamazlık, sevgisizlik, çıkarcılık, açlık, cinsiyet ayrımcılığı ve en çok da nefret. Öyle şeyler yaşıyoruz ki her birimiz, bu duyguları çıkarıp içimizden, yeniden iyi insan olmanın yollarını bir türlü bulamıyoruz kamusal alanda. Ya içimize kapanıp, kendi çevremizde kurduğumuz benzerlerimizle paylaşıyoruz iyi duygularımızı ya da yine aynı dili kurduğumuz insanlarla beraber üzülüyoruz, diğerlerine mesafeyi koruyarak. Çitimizi kırmak ve insanlığı çoğaltmak gerektiğini biliyoruz oysa. Nasıl bir insanlık peki?
Yine bugünlerin öğrettiği en iyi şeylerden biri şu: Kavramlar hükmedenler tarafından, sırf kendi varlıklarını sürdürmek için itina ile yeniden tanımlanıyor ve ellerindeki tüm imkânlarla (ki çok fazla) bu yeni anlamlar topluma belletiliyor. Mesela demokrasinin anlamı, “çoğunluğun sorgulamadan kabulü”ne dönüştü; mağduriyet artık kullanamayacağımız kadar komik bir anlam kazandı, hatta öyle ki “mağdur” deyince, haksızlığa uğramış olanı değil, egemen iktidarı hatırlar olduk. Kadının kendini korumak için, toplu taşımada bacaklarını açmış, rahat ferah oturan, hatta imkân bulursa taciz etmekten çekinmeyen erkeğin yanına oturmaması da artık yaygınlaştı. Özgürlük ise iktidarın çizdiği çerçevede kalmak kaydıyla istediğin şeyi, istediğin yerde, kuralsızlığı kural belleyerek yapabilmekle özdeşleşti. Bu anlamda sınırsız bir “özgürlük” var artık: Taksim’in orta yerinde korunması gereken bir kültür varlığını yıkıp otel yapabilirsiniz mesela, hatta demirlerini de meydana koymaktan çekinmezsiniz, o kadar özgürsünüz. Acısından feryat eden işçiyi tekmelersiniz ama dava bile açılmaz, o kadar özgürsünüz. Trafikte sizi sollayan sürücüye şöyle hafiften belinizi yoklayıp silah gösterirsiniz, kimse bir şey demez! Çıkarınıza dokunan birinin işyerini basar, mermer ocağına karşı mücadele edenleri öldürmek için kiralık katil tutar, kıl kaptığınız birini devlete ihbar edebilir, sokakta sigara içen kadının yüzüne sigara bastırabilirsiniz! Bunlar hep özgürlükten!
Daha ötesi de var ama yazmaya benim elim varmıyor, kısacası aklınıza gelen her türlü hukuksuzluğu hiç çekinmeden yapabilirsiniz, yeter ki hükümeti eleştirmeyin ya da yukarılarda bir arkanız olsun…
Bu yüzden yeniden hatırlamak ve tanımlamak zorundayız insanlığı. Benim yapacağım tanımın sınırları, yine kendi yaşamımla, ufkumla ve tabii gecenin ve bu yazının imkânlarıyla çiziliyor. Ama bunu yapmak zorundayım; “bu kadar da olmaz” dediğimiz nice zulümle sınırlarımız ve aklımız sınanırken, en azından kendim için bunu hatırlamak zorundayım.
On üç yaşındayken tuttuğum günlüğüm hala benimle. Oldukça saf ve komik bir kız çocuğunun satırlarında aramaya başlayacağım bu sorunun cevabını. 10 Ocak 1985 gecesi annemin kucağında yatarken, onun gözlerinde gördüklerimi yazmışım, ihtimal yatağa girmeden hemen önce: “Biraz önce annem beni ısıtmak için kollarına almıştı. Bir an onun gözlerine baktım ve o güne kadar hiç görmediğim veya dikkat etmediğim bir şey gördüm. O, annemin gözlerindeki koyulaşmış deri ve kırışıklıklardı. Annem yaşına göre çok güngörmüş bir kadın. Bir hazine gibi, her kötü olayın suratında bir yeri var. Her olay annemin suratında bir kırışıklık olmuş. … Bence annem her olayı değerlendirmiş ve elinden geldiğince hep çevresine yardım etmiş. İşte öğrendiğim hayat kuralı bu.”
Güçlü, akıllı ve sınırlar koymak yerine anlamaya çalışan bir annenin kızı olma şansına eriştim ben. İhtimal tek “kötü” yanı, onunla hiç mücadele etmek zorunda kalmamamdı. Biraz daha keskin olabilmeyi isterdim, ama annemin bu özelliği sayesinde uzlaşmaya daha meyilli biri oldum çıktım. Kalan her şeyden hala çok memnunum. Onu anmayı onun öğüdüyle bitireyim. “İnsan zengini olmak gerek kızım” derdi hep. İnsan zengini olmak… İnsan biriktirmek, niceleri para, mal, kariyer, hırs, nefret, düşmanlık biriktirirken, inatla ve ısrarla insan biriktirmek…
Nota Bene, bugünün Türkiye’sinde rahatlıkla deli işi sayılabilecek bir yol seçmiş birkaç yayınevinden biridir sanırım. Sadece yeni kitaplar basabilecek ve birkaç büro çalışanına maaş verebilecek kadar kazanmayı hedefleyen bir sistem kurmuşlar, yani bilerek ve isteyerek kâr peşinde olmamayı seçmişler. Hem dikkate değer buldukları yazarlara imkân tanıyorlar hem de okumak istedikleri kitapları basmaya çalışıyorlar. Ortaklarından biri, sevgili Bahadır arkadaşımdır ve yayınevine emek verir ama gelirini teknik çevirmenlikten kazanır. Başta delilik dediğim, gözümle görmesem inanmayacağım bu yayın politikasına yansıyan, insanlıktır. Nota Bene sayesinde birçok değerli kitaba ulaşma imkânı buluyoruz. Anti Prenses/ Anti Kahraman adlı çocuk kitabı serisi de bu yayınevinin dikkate değer çalışmalarından. Bu serinin ilk kitabı deniz aşırı bir anti-prensesin, Frida Kahlo’nun hayatını anlatıyordu. Prenses’ten çok “çirkin ördek yavrusu”na benzetilebilecek Frida’nın, hayatıyla ve sanatıyla nasıl güzelleştiğini, hepimize kocaman bir miras bıraktığını gösteriyordu çocuklara, özellikle de kız çocuklarına…
Bu sene bu topraklardan iki kişinin, Türkan Saylan ve Aziz Nesin’in hayatını da çocuk kitabı olarak basmışlar. Hala çocuk kitabı okumayı, hele çok renkli olurlarsa resimlerine de bakmayı seven bir orta yaşlı olarak edindim, okudum. İkisi de çok sevdiğim ama hayatlarının ilk yıllarını pek de bilmediğim anti-kahramanlardır. Kitapları okurken, cümleler arasında hayatları hakkında bilmediklerimi, özellikle de çocukluklarını öğrenme fırsatı da bulmuş oldum.
Bu kitapların bildik “prenses” ya da “başarı” hikayelerinden çok önemli bir farkı var; insanın bir “beyaz atlı prens” veya “kolayca köşe dönmecilik” ile değil; emekle, mücadele ederek, bedellerini ödeyerek ama insanlığından taviz vermeden hedeflerine ulaştıklarını gösteriyor. Ayrıca bu hayatları anlatırken; ders kitaplarında öğretilmeyen farklı dünya görüşlerini, farklı cinsel tercihleri, farklı mücadeleleri çocuklara anlatmak gibi önemli bir işlevi var. Çocuğu olanlara tavsiye ederim. 45 yaşında bir büyük olarak bana hatırlattığı ise, iyi bir yaşamın ancak insana, “büyük insanlığa” inanmakla ve bunun için her koşulda mücadeleyi ve sorgulamayı sürdürmekle mümkün olduğudur.
Bu anti-kahramanların ikisi de hayatı güzelleştirmek için, eşit bir dünya kurma mücadelesinde yer almaya cesaret edebilmiş. Aziz Nesin, onlarca kitabın yanı sıra, Marko Paşa’dan Malum Paşa’ya defalarca isim değiştirmek zorunda kalan muhalif dergilerde yazılar yazmış; kimsesiz çocuklara Nesin Vakfı’nda sadece kendi imkânlarıyla bambaşka bir dünya kurmuş ve 80’li yılların koyu günlerinde Bilar’la nice üniversite öğrencisine yepyeni ufuklar açacak derslere ulaşma imkânı tanımış. Nesin’in “özgür bilim” ortamı sağladığı Bilar’a ben de yetiştim ve oradaki dersleri izlediğim için çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Türkan Saylan ise cüzamdan lösemiye nice onmaz hastalığa bu topraklarda çare aramış, okuma imkânı olmayan kız çocuklarından kardelenler yaratmış, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile ülkenin her yerindeki öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamaya uğraşmış.
Cesaret bu coğrafyada ödüllendirilmez, hatta cezalandırılır. Çünkü her insan için eşit haklar talep ettiğinden hükmedenleri korkutur. Hepimiz biliyoruz, ne Aziz Nesin ne Türkan Saylan dışında tutuldu bu adı konmamış kuralın. Elim yazmaya varmıyor ama 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta birileri, Aziz Nesin’i ve yanındaki canları yakmak için 35 kişiyi katledebildi. Türkan Saylan ise kanserle mücadele ettiği son günlerinde evinin şafak operasyonuyla basılmasına, dağıtılmasına tanık oldu, hep birlikte tanık olduk.
Yine adımız gibi biliyoruz ki, hükmedenlerin zulmü yeterli olmaz insanlık tarihini yazmaya. Köleliği kaldıranları hatırlıyoruz ve 8 saatlik çalışma hakkı için ölen binleri, Pir Sultan Abdal’ı hatırlıyoruz ve Hrant Dink’i. Onların acılarını hatırlamak değil bu sadece, cesaret etmeyi ve hayatı iyileştirmeyi hatırlamak. Çok olmayı, insan olmayı hatırlamak. Bugünlerde her çeşit zulümle unutturulmaya çalışılan umudu hatırlamak. İnsan zenginliğini hatırlamak.
Hükmedenlerin, resmi tarihteki içi boş zaferlerine benzemediğinden, bizim kahramanlarımızın hiçbiri hiçbir zaman unutturulamayacak ve hep coşkuyla, sevgiyle hatırlanacak. Bugün de bunca zulme rağmen mücadele edenler ya da esas mağdurlar unutmasınlar, yaşamı değerli kılacak onlardır.
Bu yazı bitti aslında ama son sözü, size bahsettiğim o komik kız çocuğuna vermek istiyorum. 80’lerde kasabada büyümeye çalışan o ergen kızın, duyduğu kavramlara dair düşünceleri hem bugüne denk düşüyor, hem de umuyorum ki beni olduğu gibi sizi de gülümsetir.
“Toplum Sınıf Baskı
Şimdi de bu üç öğeden söz edeceğim. İnsanlar topluma uymak ya da toplumu kendilerine uydurmak zorundadırlar. Herkes kendi bulunduğu yeri toplum olarak gösterir ve diğer toplumları aşağılar. Bu sadece kıskançlıktır.
Örneğin hippiler de kendi aralarında bir toplum oluştururlar. Fakat onlara toplumun dışında denir. Toplumlar sınıfları oluştururlar. Kimisi gericilikle övünür, kimisi ilericilikle. Bu sınıflar hep birbirlerini taşlarlar. Ortada kalanlara ise baskı uygulanır.”
Bütün komikliğine rağmen, yaşadığı kasabadan dünyanın öte ucundaki hippileri anlamaya çalışan o çocuksu çabayı çok değerli buluyorum. Bu iyi niyeti, merakı hiç kaybetmeyenlere, hayatı değerli ve iyi kılmaya çalışan insanlara selam olsun… Biz “insan zenginiyiz”, hiçbir zenginliğe benzemez bizimki, sakın unutmayın…