İkinci Dünya Savaşının hemen öncesinde Avrupa işçi sınıfının başına bela olan faşizm, tarihte daha önce görülmemiş bir siyasal rejimi yarattı. Marks ve Engels gibi Lenin de faşizmin iktidarına şahit olmadı. Rus devriminin liderlerinden Troçki işçi sınıfı için gerçekten acılarla dolu bu dönemin tanığıydı ve faşizm olgusunu derinlemesine ele alan yazıları bugün elimizde.
Kuşkusuz Sovyetler Birliği’nin yönetimini ele geçiren bürokratik liderlik ve Stalin bu sürecin parçası oldular. Ne yazık ki, faşizme karşı mücadele ve başka ülkelerde işçi sınıfının iktidarına giden sürecin desteklenmesi gibi konularda işçi sınıfının çıkarlarını değil, bürokratik rejimin çıkarlarını korudular. Ve bunun için 25 milyon Sovyet vatandaşı öldü. Ancak konumuz bu değil.
Faşist rejimleri yaratan ve yaşamasına olanak veren tarihsel olaylarla ilgiliyiz. Esasen Almanya, İtalya ve İspanya’da güçlü biçimde görülen faşist rejimler bütün farklılıklarına rağmen ortak bir özü birbirlerine aktardılar/taşıyorlar.
Avrupa’nın Avusturya, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan gibi birçok ülkesinde de faşist iktidarlar görüldü. Ancak Almanya ve İtalya’da olduğu gibi işçi sınıfının yarattığı büyük birikimi yerle bir etme girişimi yaşanmadı.
Faşizm, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, savaş sırasında ve kısmen sonrasında boy verdi. Büyük ekonomik kriz büyük sermayenin karlarını hızla eritiyordu. Sermaye sınıfı kriz karşısındaki kozlarını ‘dünya savaşı’yla paylaşmaktan başka seçeneğe sahip değildi. Ya barbarlık ya sosyalizm, zamanıydı. Sermaye krizini savaş ve faşizm ile çözdü. Uluslararası işçi sınıfı ise, bu krizi lehine çevirecek gücü olsa da uluslararası liderliğinin politikaları (Lenin’den sonraki III. Enternasyonal ve Sovyetler Birliği’nin bürokratik devlet aygıtı ve Stalin liderliği) sebebiyle yenilgiye uğradı.
Kurumsal olarak faşizm ve bunun uygulayıcısı olarak faşistler işçi sınıfının kazanımlarına saldırının ötesinde, bu kazanımları elde etmesine aracı olan kurumları, dernek, sendika, parti ve gazeteleri kitle tedhişi yoluyla ortadan kaldırmışlardır.
Faşizm basit bir yönetim biçimi olarak karşımıza çıkmıyor. Kapitalizmin krizine büyük sermayeden yana bir çare olmak üzere, yaşanan ekonomik yoksullaşmanın yol açtığı işsizlik, küçük burjuva esnafı çılgına çeviren durgunluk, örgütlü ve hak alıcı güce sahip işçi sınıfına, onun ideolojisi olan komünizme düşmanlık, kadınların, eşcinsellerin aşağılanması, başka ulus ve dini mezheplerin yaşanan felaketlerden sorumlu tutulması üzerine kurulu bir siyasal iklimde ortaya çıkıyor.
Yani egemen olan sınıf, ulus, din, cins ve cinsel tercih dışındaki tüm karşıt veya farklı sınıf ve kimliklerin düşmanlaştırıldığı bir iklim faşizmin doğuşuna imkan veriyor. Şunu da gözden uzak tutmamak gerekir ki, faşist rejimlerde baskın bir aygıt olarak devlet ve askeri-bürokratik kadrolar ön plana geçmektedir.
Soyutlama düzeyinde bu olguları sıralamış olmamız bir yanılgıya da yol açmamalı: Faşizm toplumsal bir olaydır ve esasen burjuvazinin sınıf hakimiyetini tahkim etmek üzere, büyük burjuvazinin bir ajanı olarak görev yapmıştır.
Soyut olguların sıralanmasının tehlikesi ise, her durumda karşımıza çıkabilecek olan baskı çeşitlerinin kolayca faşizm olarak açıklanmasıdır ki, faşizm tehlikesini hafife almaya yol açar ve işçi sınıfını gerekli önlemleri almaktan alıkoyar.
Faşizm olgusunun tarihsel olan yanı bunun Almanya ve İtalya’da yaşananların benzerini aramak biçiminde olmaz, ancak faşizmin mekaniğinin, işleyiş biçiminin ve hangi sınıfa hizmet ettiğinin anlaşılması için bir imkandır.
Örneğin faşizmin sınıf karakteriyle demokratik rejimlerin sınıf karakterinin bir ve aynı olması, her durumda hükümet ve kolluk baskısını, ırkçı/aşırı sağcı bir partinin oylarındaki artışını ya da kadın düşmanlığını o ülkede faşizm olarak adlandırmaya yeterli olymayacaktır.
Öte yandan faşizm, siyasi tarihin son 70 yılı içinde en çok telaffuz edilen, utanç duyulan ve aynı zamanda suçlama ifadesi olarak kullanılan bir terimdir. Bu çoklu kullanma, onun içeriğinden bağımsız ve soyut biçimde, yerli yersiz ifade edilmesine yol açtı ki, bu durum bile gerçek bir faşizm tehlikesinin küçümsenmesi anlamına gelmiştir.
Türkiye sosyalist hareketinde ‘sürekli faşizm’, ‘açık faşizm’, ‘kapalı faşizm’ gibi her durumu faşizm üzerinden açıklama eğilimi olduğu biliniyor. Bu eğilimler faşizmi bir ‘yönetim biçimi’ olarak tarif ediyorlar.
Bir de Üçüncü Enternasyonal’in üçüncü dönemi olarak adlandırılan Lenin sonrası zamanları, sosyal demokrasinin sosyal faşist ilan edildiği dönemi referans alarak faşizmi ‘devlet biçimi’ olarak kabul edip her koşulda faşizm olduğunu söyleyerek her rejimi birbiriyle eşitleyen sosyalist akımlar var.
AKP rejiminin siyasal karakteri
AKP’nin 15 yılı bulan iktidar döneminin özellikle 2010 referandumundan sonraki döneminde giderek daha otoriter, baskıcı bir yönelişe girdiği apaçık. 2015 7 Haziran seçimlerinin ardından siyasal yenilgiye tahammül edemeyen Erdoğan, AKP hükümeti eliyle öylesine vahşi bir devlet terörünü devreye soktu ki, yüzlerce Kürt bodrumlarda topluca infaz edildiler. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından uygulamaya konulan OHAL ise, yüzlerce gazeteciyi hapse gönderirken, sosyal medya kullanıcılarının yüzlercesini de paylaşımları sebebiyle hapse gönderdi. Binlerce kamu emekçisini işten attı.
Türkiye siyasi tarihinde daha önce askeri darbe dönemlerinde gördüğümüz bu uygulamaları, bu kez ‘sivil’ bir iktidar döneminde yaşıyoruz.
Bu iki dönemdeki baskı biçimleri ve hedef alınan sosyalist, sol parti, dernek ve örgütlerin varlığı, aydın ve yazarlara yönelik baskı biçimlerini faşizm, faşist diktatörlük olarak ifade etmek yaygın bir yaklaşım. AKP iktidarının son dönemini, faşizmin kurumsallaşması, saray rejimi gibi ifade edenlerimiz de var. Bütün bu kavramların bir siyasal rejimin uygulamalarını adlandırmak için kullanılması kabul edilebilir, ancak bir rejimin siyasal karakterini ifade etmek için bizim başkaca donelere ihtiyacımız var.
Kuşkusuz, bunu ifade etmemiz mevcut rejimin demokratik olduğuna işaret etmiyor, ancak rejimin karakteri bizim mücadele yöntemlerimizi, mücadele biçimlerimizi belirleyecektir. Hem faşizmden söz edip hem de legal demokratik mücadeleyi önermek en hafifinden safdillik olur.
Tam aksine faşizm tehlikesi hafife alınabilecek bir olgu değildir. Nitekim AKP rejiminin kitle seferberliği çağrılarını sıklaştırması, ihbar mekanizmalarını hızla işletmesi, polisin ekleri haline gelebilecek sivil gönüllüler araması, hatta bunları silahlandırması gibi, milli eğitim politikaları başta olmak üzere yargı, medya, üniversitenin ‘partizan’laşması, AKP rejimini giderek totaliterleşen bir şahsi diktatörlüğe yöneltmektedir.
Faşizm, kapitalizmin krizine işçi sınıfının gereken yanıtı veremeyişinin cezası olarak karşımıza çıkmıştır. Büyük sermaye bugün için işçi sınıfını bir tehdit olarak görmüyor ve faşizme ihtiyaç duymuyor. AKP gibi otoriter ve bugün için totalitarizmi kurumsallaştırmaya çalışan bir partiyle yolunda yürüyor, sömürü çarklarını çeviriyor ve karlarının düşüşünü önleyebiliyor.
Ancak bir gün bunu başaramayabilir ve o vakit, sivil kitle tedhişine dayalı (HDP milletvekili Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesine yapılan muamele) sivil kitle müdahaleleri bir biçimde işçi sınıfının krize karşı direnişini bastırmaya yönelebilir. O vakit, bu rejimin tarifi başka türlü olacaktır.
İşçi sınıfının grevlerine şimdilik Bakanlar Kurulu kararıyla engel olabiliyorlar veya Düzce’de Birleşik Metal’in örgütlendiği Tekno Maccaferr adlı 48 kişilik işyerindeki grevde yaşadığı gibi polis ve jandarma patronlara hizmet etmede yeterli olabiliyor.
Bir rejime en ağır bir ifadeyle saldırmak gerekirse, ona ‘kapitalizm’ demek komünistler için yeterlidir. Rejimin demokrasi mi, diktatörlük mü, faşist mi olduğu ise, sadece mücadele yöntem ve araçlarıyla ilgilidir. Bugün bolca faşizm sıfatını kullanan sosyalist siyasal akımlar, HDP ve bazı CHP milletvekilleri hiçbir mücadele yöntem ve biçimini değiştirmiş değiller.
AKP de OHAL’i gazeteci, yazar, HDP’liler ve devrimciler üzerinde uyguluyor, geniş kitlelere karşı ve özellikle de işçi sınıfına yönelik kullanmıyor. Bu yaygınlıkta bir baskı için ne polis gücü ne de jandarma sayısı yeterlidir. Sivil milislere gerek duyacaktır. Üstelik işçi sınıfına yönelik böyle bir uygulama için bir neden de bulunmuyor, sömürü çarkı dönüyor.
AKP rejimini siyasal idelojisi sebebiyle de itham etmek eksik kalır. Irkçılık ve Türkçülük MHP’ye ve CHP’ye yetmedi Vatan Partisi’ne kadar uzanabiliyor.
Öyleyse, faşizm sıfatını sahici manada kullanalım ve faşist olmayan burjuva rejimlerini demokratik saymayalım. Mesela, ABD, Fransa veya İngiltere’de ‘anti-terör’ timlerinin ve ABD polisinin siyahilere yönelik terörünü daha az ‘faşist’ sayabilir miyiz? Alman rejiminin Baader-Meinhoff’a, İtalyan rejiminin Kızıl Tugaylar’a yönelik politikasına ne diyeceğiz? İngiltere’nin IRA’ya, İspanya’nın bugün dahi Katalanlara uyguladığı baskıya ne ad vereceğiz? İsrail rejiminin Filistin politikasını nasıl açıklayacağız?
Emperyalist devletlerin Ortadoğu başta olmak üzere uyguladığı savaş siyasetini nasıl adlandıracağız? Rusya’nın Çeçenlere, Ukrayna’ya uyguladığı teröre ne diyeceğiz?
Sonuç olarak faşizm olgusunu dünyanın her yerine teşmil edemeyeceğimize göre, bazı ayrımlara ihtiyacımız var. Marksistler için ölçüt o ülkenin siyasal iktidarının işçi sınıfına yönelik politikalarıdır. Aynı zamanda bu analiz, devrimci sosyalistlerin siyasal mücadele araç, biçim ve koşullarını yeniden gözden geçirmeleri için elverişlidir.
AKP rejimi totaliter bir diktatörlüğe doğru yürüyen bir burjuva iktidarıdır. Bu yürüyüşün durdurulması işçi sınıfının ayağa kalkmasıyla mümkün olabilir. İşçi sınıfı ayağa kalkmadığı sürece, AKP en ağır biçimde diktatörlüğünü uygulamayı sürdürecektir. Bu da devrimcilere, sosyalistlere acil görevlerini tarif eder…