İstiklal Caddesi’ndeki Robinson Kitabevi’nde bir genç yazarımızın, Ayşenur Tanrıverdi’nin son kitabına dair imza günündeydim; yerden göğe raflar dolduran kitapların gölgesinde çok çok otuzlarında, genç, çıtıpıtı bir genç kadın, orada tanışıklığımızın ardından elini uzattı, samimiyetle tokalaştı, kendini ayaküstü tanıttı.
Bir romanı ve bir hikâye kitabı varmış; adı Merve Yakut…
Minyon, orta boyda, sevimli ve güzel, kıpır kıpır dudaklarıyla konuşma hevesini dışarıya vuran bir genç…
“Durun, çantamda hikâye kitabım var, size armağan etmekten mutluluk duyarım” diye bana da bir övgü payı çıkararak, kendinden emin ve serâzat biçimde kalemini de çantasından aldıktan sonra çıtkırıldım yazısıyla şunları yazdı:
“Kıymetli Mahmut Şenol’a; tanışmanın memnuniyetiyle, sevinciyle…”
Kitabı minnetle ve teşekkürle aldım, başlığına bakılırsa umut vaat ediyordu:
“Caravaggio Kırmızısı”
Elimde biriken okunacak ve üstelik hepsi yazarından imzalı kitaplarım arasında minder çürütüp pineklemeyecek görünüyordu; yine de bunca zaman bekledi.
Attilâ İlhan’ın mısrasıyla “bütün ışıklarını yakmış bir gemidir” dediği İstiklal’e çıktım sonrasında, yürüdüm, Harbiye’ye vardım; evdeydim.
Her güne bir hikâye ayırarak, 14 hikâyeyi okudum.
Gündüz Vassaf’ın “Ressamın İsyanı” romanını, geçen yıl yayınlanınca çıkar çıkmaz aldım, kâh ders çalışırcasına notlar alıp kâh keyifle satırını atlamadan okudum. İtiraf edilmelidir ki bazen romanlarda satır, hatta paragraf ve belki de sayfalar bile atlanır; olmaz demeyin…
Vassaf’ın romanı İtalyan ressamı, büyük isim Caravaggio’nun izleri üzerinden akıyordu. Romanın ardından, halen şimdi bile, her şeyde Caravaggio’nun herkese kısmet olmaz mahareti, meleke ve kabiliyetinin ürünü olan Tenebrism tekniğini yere göğe koymaz oldum.
Birkaç isim daha var onun gibi siyahtan beyaza doğru renkleri açarak resim yapan: Artemisia Gentileshi ve Rembrant…
Caravaggio’nun adını başlığına taşıyan bir hikâye kitabı da, yazarının bütün samimiyeti bir yana, beni bu nedenle kendine çekti. Fakat, hatırlamalı ki, kitabın yazarı Yakut itiraf etmişti, Caravaggio Kırmızısı başlığı kitabı basan İthaki Yayınevi’nin editörünün önerisi üzerine kapağa taşınmıştır.
Kitabın ikinci hikâyesi olan “Kusursuz Bir Yüz” de, 16.yüzyılın ünlü ve hayatı da bu üne karşın biraz tuhaf geçmiş ressamının resimlediği, Tevrat’ta okunan bir anlatıya dair “Judith Holofernes’in Başını Keserken” başlıklı tabloyu temasının tamamlayıcısı olarak okuruz.
İtalya seyahatindedir hikâye kahramanı S., otel odasında eşini uyurken uzun uzun seyredip “Seni terk edebilirdim. Ama yok etmek istiyorum.” diyor fısıldayarak ve Bay G.’nin başını, tıpkı Judith’in yaptığı gibi, kesiyor. Böylece, “Caravaggio kırmızısı kan, beyaz çarşafta kontrast oluşturdu.” diye tamamlıyor hikâyesini.
Aklıma yine Attilâ İlhan takılmaz mı; zaten hiç çıkmıyor ki:
“Şarabın gazabından kork/Çünkü fena kırmızıdır/kan tutar…”
Caravaggio Kırmızısı, eğer “marketing~pazarlama” açısından bakılırsa yayınevince bulunmuş güzel bir başlık; yazarın bundan rahatsız olmaması lazım. Öte yandan pek de eğreti durmuyor. Nihayetinde içinde kan kırmızısı dolaşan “öyküleriyle” Merve Yakut, yeni dönem~genç hikâyecilerin, hele bir de kendilerine post-modern demiyorlar mı, çileden çıkması işten değildir, fantazya-biraz yeraltı dünyası-azıcık alacakaranlık kuşağı-öyle böyle değil bayağı erotik-şiddetin ve küfrün egemenleştiği bir hayatın tarifine ait tarza yakın durmaktadır.
Hikâyelerinden sadece ikisinde yazar-anlatıcı konuşuyor, hadiseyi naklediyor, bize havadisler veriyor; kalan 13 hikâyede hep hikâye kahramanları ağzından kendi iç konuşmalarını, bazen bilinçaltı akışı adı verilen iç sesleri duyuyoruz. Kitabın bir bütün olarak tekdüzeliği burada ortaya çıkıyor. Her hikâyeye, “N’olur Merve, bu sefer sen anlat, bir story-teller olsun arada!” diye başlıyorum; heyhat, kahraman anlatıcıya lakırdıyı kaptırmıyor ve başlıyor kendi yaptığını ettiğini söylemeye, yediği herzeleri, işlediği kabahatleri, sevinç ve aşklarını anlatmaya…
Ben şöyle yapmıştım ile başlayan hikâyeler; genç yazarların uzak durması gereken metinler olmalı. Hikâyeci, edebiyatın gazetecisidir yahut deyin ki gazetecinin edebiyatçısı. 5N kuralını uygulamalı, bize bizi şaşırtmaktan zevk alan yönüyle yüzünü [hep] göstermemelidir. Ben hikâye dinlemek istiyorum, kahramanın iç dünyasındaki sıkıntıyı değil! Merve Yakut yine de bu hataya pek düşmüyor, ustaca kalemiyle bu hatanın keskin uçurum kenarlarında yine de bize hikâyelerini başkası ağzından aktarıyor. Bunda çok başarılı!
Erotizmin sihirli sözcüklerine ise “Aşırı Sıcak Bir Yaz Gecesinde” başlıklı hikâyesinde rast geliyoruz. Orta sınıf üstünde yaşayan evli bir genç kadın, kocasının ona aldığı ve ne işe yarayacağını bir türlü kestiremediği, fakat “dikizleme” sanatını bir gün sokak köşesindeki çöp konteynerinde atık toplayan bir çelimsiz, bakımsız, kir pas içindeki adamı uzaktan seyre dalarak bunun bir haz olduğunu fark etmesiyle dürbünden seyredilen adam eve davet ediliyor ve hikâye alıp başını gidiyor.
Kadın bu adamı evine alıyor, elini dahi yıkamasına izin vermeden önce karnını bir güzel doyuruyor, sonra o haliyle onu yatağına sokuyor. Adama yaklaşırken, “külodumda göl” oldu diyor, nasıl tahrik olduğunu bize anlatıyor; yetmiyor, “külodumda deniz” olduyu duyuyoruz, ardından yükselen ihtirasıyla bu kez “külodunda umman” oluyor.
Bu cesaretli sözcükleriyle Merve Yakut hikâyeciliğimizin avangardı değil, sadece içtendir.
Bu ipuçları vererek anlattığım erotik hikâye bana Aziz Nesin’in bir parçasını anımsattı; bilmem ki yazarımız Merve Hanım bunu okumuş mudur! Benzer biçimde çok zengin bir kadın sokakta bir deri bir kemik halde bir hamal yahut bir amele görüyor, onu evine getirip karnını iyice doyurduktan sonra soyunup dökünmesini istiyor; adam da umutlanıyor. Zannettiği gibi değildir; kadın iki çocuk annesidir ve yemek yemeyen iştahsız çocuklarına kemikleri fırlamış bu yoksul ve zavallı adamı çıplak gösterip onlara gözdağı vermek istemektedir: “Siz de yemezseniz işte böyle olursunuz!” diyor dehşet içinde kalmış evlatlarına, adamın da cebine üç kuruş koyup evinden sepetliyor.
Birbirinden güzel hikâyelerin ardı arkasına sıralandığı kitabın kapağı için illüstratör-grafik sanatçısı Onurhan Ersoy’u da kutlamalıyız. Medusa saçlarıyla baştan aşağı kana bulanmış bir kadın silüetiyle sade bir kapak görsel, içindeki hikâyesine uygun resmedilmiştir; hani kapağına bak kitabını al dedikleri bir şey olmuş.
Gerçi zarfa değil mazrufa bak derler ama kitap, hele bir edebiyat eseri mevzu bahis olunca, kapak~zarf önemlidir, içindeki mazruf’un kıymeti biraz da oradan bilinir.