Çok tehlikeli bir adam bu Gündüz Vassaf, çok! Örümcek misali öyle bir ağ örüyor ki yakalanmamak mümkün değil, yakaladığında da kafandan aşağı değil bir kova, bir fıçı dolusu kültür boca ediyor, feleğini şaşırtıyor insanın! Bu güne kadar yazdığı pek çok kitabın ardından bu defa bir ay kadar önce Everest Yayınlarından çıkan “Ressamın İsyanı” başlıklı kitabını okumayı sonlandırdığımda aynen bu duygular içindeydim.
“Ressamın İsyanı – Caravaggio” her ne kadar Vassaf’ın ilk romanı olarak tanıtılsa da, bana göre tür olarak daha önce yazdığı “Mostari – Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü” çizgisini izleyen bir kitap. O zaman gidip, UNESCO’nun “Dünya Kültür Mirası” listesinde yer alan Bosna’daki mimarlık harikası Mostar Köprüsünün başına oturmuş, kendisini köprünün “düşünce bekçisi” ilan etmiş, başımızdan aşağı sanat – mimarlık – tarih – sosyoloji – psikoloji – siyaset, hepsini boşaltmış, bunları biraz aşk ve şehvetle sarmalamış, kitabı elinize alırsanız, bırakamaz hale getirmişti. Bu defa, kendisinin “İnsan tanımadığı bir kültürde, tanımadığı bir dilde birkaç ay kalmalı” düşüncesinden hareketle, gitmiş Sicilya’nın Siracusa kentine, ünlü “Duomo” Katedralini gezerken karşısına çıkan Caravaggio eseri “Azize Lucia’nın Gömülüşü” tablosunu görünce karşısında çakılmış kalmış… Her şey orada başlamış! Önce oturmuş günler günlerce tablonun karşısına, çıkarmış defterini yazmaya başlamış. Sonra takılmış mı bu garip Rönesans dahi ressamının peşine; o kent senin, bu kent benim, ressam nereye, Vassaf peşine -her ne kadar gitmiş mi gitmemiş mi anlaşılmasa da- orada şu resimleri, burada bu resimleri… Diyor ki Gündüz Vassaf:
“Caravaggio’ya bakıyorum.
Fark etmez hangi resmi,
Caravaggio’ya bakıp Caravaggio’yu yazıyorum.
Kilisede, müzede, evde,
Yazdıklarım kendimden hesap sormanın vesilesi.
Onu sorguladıkça kaçacak mı benden?
Onu yazdıkça değişecek miyim?
Sonunda kendimi ne kadar tanıyacağım?”
Aslında bu kitabın anahtarı, “Sonunda kendimi ne kadar tanıyacağım?” ifadesinde. Kitaptaki Caravaggio yorumuyla bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün sanat tarihi yorumcularını, akademisyenlerini ters köşeye yatırırken, verdiği bir söyleşide belirttiği üzere, “Yaşamımda sorguladığım ne varsa hepsi bu kitapta. Tarih, büyükler, şairler var, romanın ta kendisi var. Romanı sorguluyorum, cinsiyetimi, cinselliğimi sorguluyorum.” Bakmayın devamında, “Ben derken anlatıcımdan bahsediyorum. Her konuda kendini sorguluyor anlatıcım, aşkını sorguluyor,” diye lafını sürdürmesine, bal gibi kendisini sorguluyor, daha doğrusu anlatıyor Gündüz Vassaf.
“Ressamın İsyanı”nı yedi yılda yazmış. Başına koyduğu notta, “(Okumaya) Niyetliyseniz ricam, demlenerek okunması,” dediği için, kitabı yedi günde yalayıp yutmama rağmen yazara ayıp olmasın diye döne döne baştan, tekrar baştan gözden geçirdim. Her defasında beni çarpan farklı ifadeler buldum; yoksa çeşitli konularda düşünce silsilemizin âdeta paralel çizgiler izliyor olması benim böyle çarpılmamın nedeni olabilir mi? İşte altına imzamı atacağım bazı örnekler Vassaf’ın kaleminden:
“Tarih dünü anlatan bugünün masalı. Her tarih yazanın aynası.”
“Son aitlik kölelerimiz çocuklarımız. Kafalarına akıl yerine dinlerle bayrakları monte ediyor, anahtarı bir yere atıyoruz.”
“Yeryüzünde Tanrı’nın gölgesiyim diyen imparatorlarla sultanları baş tacı ettik. Boynumuzu eğdik, kulları olduk. Tektanrılarla tek adam totaliterizmini meşrulaştırdık.”
“Küresel Gezi Gençliği! Boşa bakmıyorlar. Kendilerine apolitik denirken düzenin oyununu oynamayarak düzeni gayrimeşrulaştıranlar. Benden sonra tufancıların, durdurun dünyayı inecek var diyenlerin tersine, dünyaya, evrene bakışımızı yenileyenler.”
“Türkiye’de… Askeri diktatörlüklerde oturma odalarına bitpazarından buldukları eski paşa resimlerini büyükbabamız diye asanlar, dinciler iktidara gelince resimleri indirip Mekke’de haccın yolunu tuttular.”
“Neyi kutlayıp neye yas tutacağımızı tersyüz etmişiz. Zalim diktatörler, gözü doymaz zenginler, gezegenimizi katledenler! Onlardan kurtulmamızı kutlayacağımıza, ölülerin arkasından konuşulmaz, diyoruz. Törenlerimiz ikiyüzlülüğümüzün ibret verici örneği.”
“İslam’ın heykel ve resme düşmanlığı Hıristiyanların sanatının gücünden korktuğunun kanıtı.” Sanırım bu da doğru ama şu da gerçek: “Resimsizlik Müslümanların geçmişini gizlemiş.”
Kendi ifadesiyle “Kendinden menkul Caravaggio uzmanı” Gündüz Vassaf, “Caravaggio, ruhun konuşmazlığını resmetmiş,” diyor. “Müminler model aldığı insanları tanrılaştırırken, Caravaggio tanrıları insanlaştırmış.”
Bugüne kadar okuduğumuz Caravaggio hakkındaki kitaplarda, seyrettiğimiz çeşitli filmlerde ressamın hayatının magazinleştirildiği, resimlerdeki karakterlere atfedilen rollerin yanlış yorumlandığı, ona haksızlık edildiği görüşünde Vassaf. Ressamın, kiliselerin ve asillerin şatolarının duvarlarını süslemek üzere aldığı siparişlerle, gerçek ya da uydurma Hırıstiyan tarihindeki önemli kişileri, olayları resmederken aslında hepsiyle alay ettiğini belirterek, onun devrimci kişiliğini ortaya koyuyor Vassaf. Zaten öyle başına buyruk, kural tanımaz bir adammış ki Caravaggio, belinde kılıcı sürekli barlarda dolanıp, zilzurna sarhoş olup çıkardığı kavgalar, girdiği düellolar, hatta bu arada adamın birini öldürmesi, bunun sonucunda bir kaçağa dönüşmesi, elinden geçirmediği kadın kalmaması ve resimlerinde Meryem dahil kutsal kadınlar için model olarak fahişeleri kullanması, pek çok resminde olan bitenle âdeta alay edercesine ya da olayın mağduru olarak kendini de bir köşeye yerleştirmesi, dini anlatırken yüceltilen olayların aslında dehşet verici sahnelerle dolu olduğunu çarpıcı şekilde göstermesi, “Melekler varsa gösterin, yapayım,” demesi ardından meleklerin olması gereken gökyüzünü büyük bir karanlık şeklinde boyaması, sonradan aziz ve azize ilan edilecek kişileri sıradan kişiler gibi resmetmesi…
Gündüz Vassaf bütün bunları Caravaggio’nun resimlerinin peşinden gidip birer birer analiz ederek naklediyor, resim tarihinde bir dönüm noktası olacak resimleri neden yaptığını sorguladığında da: “Söylecekleri vardı. Kendini tutamadı. Risk aldı,” diyor. “Sanat aşkını tehlikenin cezbesinde yaşadı. Vatikan’a, Rönesans’ın hayatı tozpembe gösteren resim anlayışına haddini bildirmek istedi. İane kollamadı. Patron esaretinde olmadı. Engizisyoncu papalara biat etmedi. Çok kazandı. Para budalası olmadı. Yozlaşmadı.”
Kaçak Caravaggio’nun izini sürerken Gündüz Vassaf’ın tuttuğu notlar bir romana dönüşüyor, derken romanın kahramanı kendisine dönüşüyor ve eğer okur Vassaf’ın gerçek hayat akışını bilmiyorsa, sınır çizgilerinin belirsiz olması nedeniyle hangisi kurmaca, hangisi gerçek ya da otobiyografik, anlaması gittikçe zorlaşırken bütün bunlar bir de Lara adlı kadına karşı duyduğu garip, tensel dokunuşlardan uzak aşkla çevrelenmesin mi! Yanındayken yok olan, sonra tekrar ortaya çıkan, ne istediği, ne yaptığı, neden yaptığı anlaşılmaz bir kadın Lara, Vassaf’ın aklını başından alıp götürüyor. O Caravaggio’nun, yok Lara’nın peşinde, sizi de peşinden sürükleyip götürüyor Vassaf. Ama bir yandan seks ihtiyacı, düşkünlüğü de onu sürekli kamçılıyor! Bu arada anlatıyor, resim anlatıyor, edebiyat anlatıyor, müzik anlatıyor, siyaset anlatıyor, felsefe anlatıyor, tarih anlatıyor… Dedim ya, bir fıçı dolusu kültür boca ediyor başınızdan aşağı. Emin olun çok zenginleşeceksiniz “Ressamın İsyanını” bitirdiğinizde.
Bitirirken biri Gündüz Vassaf’a, diğeri bana ait iki benzer anekdot:
Karşılaştığım iki üç farklı söyleşisinde başından geçen haddini bilmez ama aynı zamanda kişiliksiz bir konsolosumuzla ilgili şu olayı anlatmıştı Vassaf:
“Oğlumuz İngiltere’de doğdu. Türkiye konsolosluğuna gittim ve gerekli kağıtları vererek oğlumuzun nüfus cüzdanını çıkarmak istedim. ‘Ankara’ya sormamız lazım, bir ay sonra gelir’ dediler. Bir ay, iki ay sonra da gelmemişti. Konsolosun odasına gittim. ‘Oğlumuzun nüfus kağıdı için geldim’ deyince, kafasını kaldırmadan ‘Olmaz. Bir ..ç Türk vatandaşı olamaz’ dedi. O sırada İngiliz vatandaşı olan Lyvia ile resmen evlenmemiştik. Aynı nefeste, araya virgül koyarak ‘Zaten sen bu soyadını da nereden aldın? Vassaf yassak’ dedi. Konsolosun arkasındaki devasa bir Atatürk fotoğrafını göstererek ‘Akrabamız olur. O vermiştir herhalde babama’ dedim. Çekmecesini açtı, oğlumuzun nüfus cüzdanını verdi.”,
Bir benzerini ben de de küçük kızımın nüfus kaydında yaşamıştım. Yıllardır evlenmeden yaşayan, ırken zorunlu Müslüman ana ve babadan, bir Katolik hastanesinde, Yahudi bir jinekologun ABD’de doğurttuğu kızımıza “Talya” adını vermek istemiştim. Malum, Zeus’un dokuz ilham perisinden (Musalar) biri, tiyatronun, komedinin perisidir Talya; bendeniz de tiyatro düşkünü, yazarı. Nüfus kaydını yaptırmak üzere Vaşington Büyükelçiliğimiz Konsolosluk Şubesinin başındaki değerli sınıf arkadaşım, eski meslektaşım, sevgili Erdal Tümer, “Arkadaş, bu ismi Ankara’daki tutucular reddeder,” diye ikaz etmiş ama ben, “Boşver, reddederlerse o zaman düşünürüz,” demiştim.
Nitekim haklı çıkmıştı Erdal. Konsolosluğa çağırdı beni bir süre sonra, “Reddettiler tabii, senin yazılı ifadeni istiyorlar üstelik,” dedi. Ben de oturup yazdım: “Talya aslında Antalya’nın kısaltılmış hali olup, bilindiği üzere Antalya’da ‘Talya’ adını taşıyan bir otel de vardır.”
Ankara bu defa kızımın adına onay verdiğinde çok gülmüştük rahmetli Erdal ile karşılıklı!
Bitirirken belki de bir itirafta bulunmalıyım. Bana, “Yaşamın boyunca hiç karşılaşamadığın ama ‘Ah keşke tanışabilseydim, oturup sonsuz tartışmalara girebilseydim’ diyebileceğin kimse var mı?” diye sorsalar, kısa listemin başına Gündüz Vassaf’ı koyardım.
Hoş okumalar…