Güldünya Yayınları’ndan çıkan Virgie Tovar’ın Şişmanlık Hakkı kitabı ilk elime geçtiğinde on günlük bir detoks programının dördüncü günündeydim. Önümde bolca su, birkaç badem ve yoğurtla geçireceğim uzun günler vardı. Çünkü bitmeyen kilo verme savaşımın bilmem kaçıncı evresindeydim. Bu sefer her zamankinden daha çok aç kalarak kendime eziyet ediyordum. Ve bu savaşın en çetin anında birisi bana savaş açtığım şişmanlığın aslında bir yel değirmeni olduğunu söylüyordu.
Şişmanlık Hakkı, Virgie Tovar’ın kendi yaşam deneyiminin bir ürünü. Tovar feminist aktivizmle tanıştıktan sonra bedeni, cinselliği, diyet ve beslenme hakkında inanışlarını yıkması ve kendi deyimi ile özgürleşmesine dair deneyimlerine yer veriyor. Özgür olmak için geçmeye çalıştığımız ve bir türlü sığamadığımız o kapının aslında zaten yanlış bir yola açıldığını söylüyor.
Şişmanlık Hakkı, kadınların muhteşem görünmeye zorlanması karşısında yalnızca beden olumlama ve özşefkat üzerine bir kitap değil. Yaşadığımız toplumsal düzenin bizleri nasıl bir içselleştirilmiş aşağılama duygusu ile donattığını ve bunun cinsiyetçi yanını anlatıyor. İçselleştirilmiş aşağılık duygusu toplumun normalini oluşturanlar dışında tüm “ötekiler”i kuşatan bir mekanizma. Kadınları, şişmanları, göçmenleri. “Normal dışı olan” herkes yeterince zayıf, beyaz, güzel…. olmadığını en azından bilmeli ve bunun bilincinde olduğunu gösterircesine hareket etmeli. Tovar’ın tam bu noktada benim de girdabında sürüklendiğim diyete yaklaşımı beni çok etkiledi. Tovar, diyet için “bir hayatta kalma tekniği” diyor. Diyet yapma motivasyonumuz son kertede kilo vermek olsa da kilolu ya da formda birçok kadının diyet yapması aslında tüm bu “düzen” ve “normal” kriteri ile bizi kuşatan topluma bizden beklenileni anladığımız ve onun tarafından onaylanmayı beklediğimizi gösteren bir mesaj niteliği de taşımıyor mu? Diyete başladığımız ilk gün henüz hiç kilo vermemişken bile duyduğumuz iç huzur biraz da bu normal içinde kendine yer bulma, onun parçası olabileceğimiz ihtimaline yakın olma hissinin sonucu değil mi?
O tabak çok gelmeyecek mi?
Zayıf ve şekilli görünen bir bedene sahip değilseniz hayatınız zayıf olan birinden daha zordur. Yedikleriniz hakkında herkes fikir beyan edebilir. Kahvaltıdaki o son lokma biraz fazla değil midir? İkinci tabak çok gelmeyecek midir?…
Çocuk acımasızlığını çok geride bırakmış olması gereken yetişkinlerin yaptığı ölçüsüz ve kırıcı şakalara maruz kalırsınız. Üstelik çoğunlukla bu densizliği yapan “şakacı” değil siz mahcup olursunuz. Örneğin toplumsal mücadelelerde çok da bilinen “minyon” bir kadın ile bir kış gün yolda yürürken üşüdüğünüzü söylediğinizde aldığınız yanıt “ben desem neyse de sen bu kat kat yağlarınla nasıl üşüyorsun” olabilir. O bu densizliği ile yürümeye devam ederken siz çoktan utanmışsınızdır. Çünkü kabalık bir kusur olmasa da, şişmanlık onu bir an aklınızdan çıkarsanız bile size anımsatıldığı anda utanmanız gereken bir kusurdur. Bunu kalın kafanız alana kadar da egemen olsun alternatif olsun her türlü kamusal alanda herkesin yüzünüze çarpma hakkı hatta sorumluluğu vardır.
Benim gibi ömrünün yarısını kilosu ile savaşarak geçirmiş herkesin böyle çokça askerlik anısı olduğuna eminim. Bundan yorulduğumuz dönemlerde diyete başlar ama bir yerden sonra hem kendimizle hem irademizle hem de zayıfların düzeninin hüküm sürdüğü dünyanın geriye kalanıyla savaşmaktan yorulup vazgeçeriz. Bu utanç-diyet-yılgınlık-utanç-diyet-yılgınlık döngüsü sürer gider.
Şişmansanız sadece acımasız şakalar, yeme düzeniniz ve vücudunuzla ilgili sesli dile getirilen yargılarla değil size dair önyargılarla da savaşmanız gerekir. Yeterince iradeli değil misiniz? Hımbıl, iradesiz ya da istikrarsız mısınız? Çünkü hepimiz biliyoruz ki insan bir şeyi yeterince çok isterse başarır. Siz zayıf olmayı ya yeterince çok istemiyorsunuzdur ya da istediklerinize ulaşacak kadar iyi ve güçlü değilsinizdir. Yıllar önce Amerika’da aldığı eğitim sonrası Türkiye’de kendi işini kuran bir kadınla çalışmıştım ve bu fikri en sert haliyle ondan duymuştum. “İnsan bir şeyi yeterince çok isterse yapar! Formda kalmak da buna dahil.” Bunun aslında tüm dünyada viral olan Amerikan ideolojisi olduğunu Şişmanlık Hakkı’nı okurken keşfettim. Tovar kitapta Amerikan estetiği ve bireyciliğinin temel taşının “herkes bir şeyi yeterince çok istediğinde onu elde edebilir, tek yapması gereken kendi çabasıyla başarmaktır” anlayışı olduğunu söylüyor. Bu anlayış sizi zengin, başarılı ya da güzel yapabilir. Hatta üçü birden de yapabilir tabi eğer yeterince çok istiyor ve bunun için yeterince ama yeterince çok çabalıyorsanız.
Hadi biraz da neden şişman kaldığınızdan bahsedelim
Pandemi döneminde sosyal medyanın etkisiyle güçlenen kişisel gelişim ve iyileşme aktivitelerinin temeli de bu “yeterince” anlayışına dayanıyor. Çünkü “aradığımız güç içimizde”. Mutsuzsak mutluluğu bulabiliriz, korkmuş ve kaygılıysak huzuru arayıp bulabiliriz. Yeterince istersek bunu yapacak gücü buluruz. Mutlu, huzurlu değilsek bunu yeterince çok istemiyor olabiliriz! İşte tüm bunlar bizim çatışmaların ve çelişkiler yumağının içinde yaşadığımız bir dünyanın parçası olduğumuzu yadsımakla başlayan bir şey. Bu yöntem, mutsuz olmamızın içinde yaşadığımız dünyayla, geçim koşullarımızla, sevgilimizle ilişkimizle ya da canlıların yaşamının öneminin olmadığı bir dünyanın içinde yaşıyor olmamızla bir ilişkisi olabildiği ihtimalini masadan kaldırıyor. Sorunlarla başa çıkmak için tüm sorumluluğu yine bizim üzerimize yıkıyor. Mesela şişmansak zayıf olmayı yeterince istemiyor muyuz? Buna yanıt bulmadan önce hadi biraz da neden şişman kaldığımızdan bahsedelim.
Örneğin ben çalıştığım işyerinde 3 yıldır yemek parama zam almadım. İyi ve sağlıklı besinlerden oluşan bir öğlen yemeği yemek istesem ayın ancak 8-10 gününe yeter yemek param. İş sadece para ile de sınırlı değil, yoğun iş baskısı ve sınırı aşan mesailer yüzünden fast food beslenme çalışanlar arasında çok yaygın. Sesleri duyar gibiyim: “Bakın tembeller nasıl da bahane üretiyor.” Çünkü yeterince çok istesem evden yemek taşıyarak işyerimde de sağlıklı beslenebilirim. Sanki mutfak alışverişi ve yemek yapmak için harcanan zaman bizim cebimizden ve zamanımızdan gitmiyor.
Bu sağlıklı beslenme konusu o kadar yaygın bir “iyi yaşam” mottosu ki. Kendimizi yeterince sevip iyi davranmak istiyorsak yapmamız gerekenleri vazeden sosyal medya gurularına göre spor yapmalıyız, beslenmenize dikkat etmeliyiz. Ekranlardan taşan ev yapımı ekmekler, kefirler, kendi yaptığımız salça ve turşular boğazımızda bir yumru adeta. Şekersiz. glutensiz beslenmek zaten olmazsa olmaz. Tüm bunları yapamıyor muyuz? O zaman yapanı bulun! Ekmeğin 1.75 kuruş lira olduğu İstanbul’da ekşi mayalı, siyez unlu ekmekler 25 liraya kapınıza teslim ediliyor. Şekersiz, unsuz ürünler, organik besinler. Hatta evde yemek yapmaya fırsatı olmayanlar için diyet yemek paketleri kapınıza kadar teslim. E tabii fiyatı neredeyse bir asgari ücret kadar. Bunları yapamıyorsak ya da satın alamıyorsak kendimize duyduğumuz sevgiden bir gıdım daha kaybediyoruz. Ne kadar kendini ihmal eden birisiyiz değil mi? Oysa zayıf şişman fark etmeksizin Avrupa’nın en uzun haftalık çalışma süresine ama en düşük ücret ortalamasına sahip ülkelerinden birisinde yaşıyoruz. Yani çok çalışıyoruz. Uzun zamanlar çalışıyoruz. Çalışmamız karşılığında az para alıyoruz. İyi olmak, zayıf olmak için aradığımız gücü haliyle içimizde bulamıyoruz. Çünkü “güçlü kalamıyoruz”…
Öte yandan şişmanlığın bir de psikolojik boyutu var. Duygusal boşluklarımızı ekmekle, keklerle, çikolatalarla doldurmaya çalışmak. Kırılan kalpleri tatlıların şerbeti ile yapıştırmak gibi çocukça isteklerimiz oluyor ara sıra. Yaşadığımız travmalar ve duygusal krizleri aşarken bedenlerimizi hırpalamama şansına sahip olacak kadar ruhsal açıdan sağlıklı kalabilsek keşke ya da bu yaraları iyileştirecek terapi ve ruh sağlığı hizmetlerine erişebilecek imkanlarımız olsa. Ortalama ücretlerle çalışan ve duygusal yeme bozukluğundan muzdarip birisiyseniz Alo 182 Hastane Randevu Sistemini’ni arayarak bir randevu alabilir size ayrılan 5 dakikalık muayene süresinde dertlerinize derman bulabilirsiniz. Çıkışta papatya çayları en yakın markette çaylar reyonunda sizi bekliyor…
Yazıyı okuyup şişmanlığıma bahane bulduğumu düşünenlere “içselleştirilmiş aşağılama” mekanizması çarkının parçası olmamak için Şişmanlık Hakkı’nı okumalarını öneririm. Ayrıca benim gibi bedeninizle, kilonuzla bitmeyen savaşınız varsa, yaşadığınız dünyada maruz kaldığınız “iyi olma” propagandası sizi kendinize karşı daha sevgisiz yapıyorsa Şişmanlık Hakkı’nı okumak sizi bu kavgada ferahlatacak iyi bir başlangıç olabilir.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Diyet endüstrisine başkaldırının manifestosu: Şişmanlık Hakkımız