Ezber değil, bilimsel bir kanunun veciz ifadesi: Değişim dönemleri sancılı olur. Yeni olanı iyi ile özdeşleştiren aydınlanmacı alışkanlığımızdan ötürü olsa gerek, bu vecizede bir dil ekonomisi yapılmış gibi görünür ilk başta. Zira herkes bilir ki sancı ile kast edilen elbette ki “doğum sancısı”dır. Bu ağrı, sızı, çalkantı, kan ve gözyaşının içinden tertemiz, gürbüz, güzel bir şey doğacaktır.
Burada bir diğer “bilimsel vecize” gelir akla ister istemez, tarihteki mükerrer olayların ilkini trajedi, ikincisini komedi olarak saptayan. Küresel dünya tarihi için su götürmez bir hakikat. İlk doğum trajediyle sonuçlanmıştı: İki dünya savaşı, reel sosyalizmin yarattığı hayal kırıklığı, neoliberalizmin zaferi ve nihayet aristokratik zenginleriyle, kurumsallaşmış dinleriyle vesaire, orta çağın geri dönüşü. İkincisi de komedi oluyor şüphesiz: Doğum sancısı sandığımız şeyin aslında ishal sancısı olduğunu fark ediyoruz yavaş yavaş, tüm bu çalkantının sonunda ortaya yeni, gürbüz bir hayat değil, bombok bir şey çıkacağını. Şimdiki zamanın acılarının gelecekteki daha kötü günleri haber verdiğini düşünüyor çoğumuz. Havadan sudan muhabbet eder gibi antroposeni konuşuyoruz, dünyanın insan eliyle yok oluşa doğru gittiğini. Bahis konumuz da bunu nasıl durduracağımız değil, son darbeyi vuranın ne olacağı: İklim değişimi mi, virüsler mi, nükleer bir felaket mi?
TC toplumu olarak tarihi romanları severiz, çünkü Heinrich Heine’ye atfedilen bir başka vecizenin dediği gibi: “patatese benziyoruz, işe yarar her şeyimiz toprağın altında”dır. Özellikle Osmanlı’nın kozmopolitanizmini (sorunlu yanlarını fazla gözümüze sokmadan) hatırlatan eserlere toplumca zaafımız vardır. Biz bize kaldıktan sonra birbirimizden nefret etmeye başlamamız bizi nostaljik arayışlara ittiğinden, bizi farklılıkların hayata renk kattığı o muhayyel “altın çağ” dönemlerine götürecek gemilere binmekte buluruz çoğu zaman çareyi. Kimisi (görece daha “Aydınlanmacı” olan kesim demek doğru bir tespit olur herhalde) meşrebine göre erken Cumhuriyet dönemi İstanbul’una (“getir rakıyı vre Barba Dimitri!”) gitmeyi sever; Sait Faikler, Orhan Veliler vesaire. Kimisiyse (bunlar da daha “postmodern”ler oluyor) modern problemlerin esamisinin bile okunmadığı Osmanlı’ya kadar geri gitmek zorunda hisseder kendini. Neticede bugünkü kötü günlerin çağrışımlarıyla yüklüdür erken Cumhuriyet dönemi eserleri. Zaten bu yüzden muhayyeldir ya bütün altın çağlar da, hakikatin hatırası altın çağa imkân tanımaz.
Fakat tarihe bakışımızı da bütünüyle değiştirmeye müsait, çağın ruhuna uygun, çok farklı bir psikolojimiz var bugün. Günün karamsarlığından geçmişe sığınmak işleyen bir kaçış stratejisi sanki artık. Zira her nostaljik edim, kelime kökeninin de ifade ettiği gibi (nostos “geri dönüş” demektir, algos ise “acı”) kaçırılmış bir fırsatın acısını içerir. Ve çağdaş insanın artık daha fazla acıyı kaldıracak takati yok gibi görünüyor. Bunun yerini oldukça tatmin edici bir başka duygu dolduruyor şimdilerde, daha “muhafazakâr gerçekçi” bir tutum: “İnsanın hâli bugün kötü ama dün de en az bugünkü kadar kötüydü. Çünkü insan budur.”
(Üvey kızını istismar ettiği yönünde ciddi ithamlar bulunduğu için adını anmak istemediğim ünlü bir yönetmenin Paris’te geçen filmi esas olarak aynı şeyi söylemiyor muydu: “Altın çağ sandığımız dönemlerde yaşayan insanların da altın çağları vardır.”)
Bu yeni tarih okuması oldukça bereketli. Çünkü yalnızca “altın çağ” addettiğimiz dönemlerde yaşayan, nicedir kıskandığımız insanlara duyduğumuz hıncı çıkarmakla kalmıyor, tarihten ders çıkararak meşhur “mümkün dünyaların en iyisi” çözümüne sığınabiliyoruz artık. “Daha iyisi olabilseydi, zaten olurdu.” Bugünün dünyasının öğrenilmiş çaresizliğini rasyonalize edebiliyoruz böylece.
İvo Andriç’in Lanetli Avlusu bu tarih okumasına tabiri caizse “çift dikiş” atıyor: Bir yandan anlattığı Osmanlı hapishane manzarası üzerinden bugünün Türkiye’siyle şaşırtıcı paralellikler kurmamızı sağlarken bir yandan da bir tarihi roman içerisinde tarih meraklısı kötümser bir karakterin (Kamil/Cemil Efendi) kötümser yorumlarına yer vererek “tarihin yatay seyri” söylemini (toplumun birey üzerindeki tahakkümünün değişmezliği üzerinden) pekiştiriyor. Kitapta resmedilen Osmanlı idari ve toplumsal yapısı ile günümüz arasındaki benzerlikler hakikaten şok edici. Batılı bir ülkeyi cezalandırmak için kendi vatandaşını rehin almaktan tutun da, tutuklattığı bir insanın çok sayıda kitabı var diye öfke ve nefret hislerine boğulan valisine varıncaya kadar, anlatılan adeta bugünün Türkiyesi. Birbirinin muhbir olmasından şüphelenme psikolojisi, masumlar içerdeyken suçluların dışarıda gezmesine isyan… Hal böyle olunca, rejim (hem de birden fazla kez) değişmiş, kuşaklar değişmiş, küresel bağlam ve bilim ve teknik de değişmiş olmasına karşın vaziyetin aynı kaldığıyla karşılaşmanın kitabın kehanetini doğrulayıcı bir rol oynadığını kabul etmek gerek. Benzer şekilde, kitapta uzun uzun anlatılan Cem Sultan’ın kaderinden çıkarmamız istenen ders, yani sultan bile olabilirken “kendisi olamama” ve küresel güç savaşları içinde yapayalnız tutsak olma hâlleri, hakikaten de bugün üzerine kafa yoran bir kişinin kendi durumuna baktığında da tespit edebileceği ilk gerçekliklerden biri değil mi?
Öte yandan, mevcut durum bünyesinde her zaman çelişkiler barındırdığını akılda tutmak ve belki de tarihte görmek istediğimiz yere bakmak gerek. Kaçıp saklanacağımız bir altın çağa ya da bugünü meşru kılmamızı sağlayacak bir paralelliğe değil, sancıların doğumla sonuçlandığı dönemlere.