Cervantes’in Ey Aylak Okuru: Lafım size…
“Deneme” yazısını okumak, akide şekerini ucundan kıtır kıtır yemeye benzer.
Deneme yazarlığı vallahi böyledir, azizim!
Sakın ola ki denemeciliğe kalkışma, hem tecrübe edilecek ne var ki, her şey ortada!
Güneşin altında yeni bir şey yok~Nihil sub sole novum, yani…
Denemeciyim diye ortaya çıkana da kulak asma!
Ey, sen, sana dedim; Salâh Birsel üstâdından el almış deneme yazarı:
Aklın varsa, sen de boş yere kendi aklını yorma.
Senin yazdığın bir çuval lakırdıyı okumaya kalkışmış başkasının da aklını celbetme!
Aklına bu kıyıda bir şey takılır, onu yazayım derken kendini karşı sahilde bulursun…
Deneme okyanusuna çıkarsan usturlaba gelmez, pusulası şaşmış, sekstantı kaput bir zavallı bahriyeli olursun ki, sonra küreklere asıl asıl, dur!
Deneme okyanusu palpa deniz değildir; canım işte anlayınız, her vakit çarşaf gibi olmaz…
Hollandalı ING Bankası’nın katkıda bulunup kasasından para harcadığı, hani şimdi nasıl diyorsunuz, sponsor olduğu bir kısa film bu denemeci yazarımızın pek hoşuna gitmiştir.
Ona buna gösterip durur. Size gösterse çok mu!
Kısa film, Hollanda’nın çarşılarından bir AVM’de çekilmiştir.
Ludwig van Beethoven’in “An die Freude” adıyla bilinen ünlü eseri arka planda çalmakta, koro seslendirmektedir.
Mağazanın birinde bir şey aşırmış kapkaççının peşine düşen 1642 tarihinden kalma bir Gece Devriyesi güpegündüz sahneye gelir, sanık yakalanır, adalet yerini bulur.
Devriyenin banka reklamı çerçevesiyle yukarıdan aşağıya inen bir tablo içinde toplanması sonucu resim ortaya çıkar; bu resim, Rembrandt’ın meşhur tablosudur.
Burada görülen kolaj, aslında, ondokuzuncu yüzyılın büyük tiyatrocusu, operanın sihirbazı, besteci, yazar, Avusturyalı-Alman Richard Wagner’in teorisini kurduğu “Sanatın Birlikteliği” kuralına dayanır; Almancasıyla söylersek Gesamtkunstwerk adını verdiği tüm sanatların bir aradalığıdır.
Rembrandt’ın Gece Devriyesi tablosuna bakınca orada neler gördüğümü, onu seyrederken ne tahayyüllere dalıp gittiğimi anlatmasam olmaz, çatlarım.
Lakin anlatması da pek müşkül şeydir.
Rembrandt ile tuzlu, iyotlu, birazcık kanal batağı ve çürümüş yosun kokulu aynı havayı soluyan Baruch Spinoza’nın, Yahudi cemaatinden İbranice Cherem diye söylenen aforoza uğradığı yıllarda Amsterdam caddeleri, sokakları o semtlerin milis kuvvetlerine bekçi babalık teslim edildiğinden güvenlidir.
Korkmadan biz de sokağa çıkarız, çıkınca Rembrandt’ın yüzbaşısı, yanında yaveri olan teğmen efendi ve artlarından seyiren silahlı mangasıyla karşılaşırız; şimdi rahattayız, güvendeyiz, korkmayın.
1544’de kurulmuş Oranje-Nassau Hânedanından bahsedip deneme yazımızı Hayat Tarih Mecmuasına çevirmeyelim. Sadece diyelim ki, Oranje sülalesi tahta geçince Hollanda ve “havalisi ile ahvali” dünya tarihinde, Atina Demokrasi dönemini geçiniz, pek rast gelinmez bir refah, zenginlik ve moderniteye kavuşur.
Sanat, edebiyat, felsefe, bilim el ele, kol kola halay çeker, hora teper… Rembrandt ve Spinoza’yı başa koyun, sonra listeyi uzatın, uzar da gider.
Dünya ekonomisinin merkezi de orasıdır, her gün borsa kurulur, uluslararası şirketlerin hisse senetleri alınır satılır.
Gemiler yanaşır limanlarına uzaklardan ve yorgun gelmiş tayfalar iner, hepsi birden sarhoş ve nârası bol Amsterdam’ın kırmızı fenerli sokaklarına dadanır.
Para çuvalla…
Resmetmenin gelmiş geçmiş en büyük sanatçılarından Rembrandt Harmenszoon van Rijn, Hollanda’nın Cumhuriyet olduğu 1581-1795 yılları arasındaki, talihin bir insana verebileceği en güzel zamanlarında yaşadı.
Ne var ki her şeyin gül bahçesi olduğunu da zannetmek en büyük hata olur. Bugüne göre kıyaslanırsa yeni çağın en modern toplumu sayabileceğimiz Hollanda’da cumhuriyetçi başbakan John de Witt, Oranje Hânedanının ipini fazla çekince cumhuriyet ile monarşi arasında kafası karışmış asil kalabalıklar tarafından işkenceyle öldürülecektir; yanında kardeşi de var.
Amsterdam sokaklarında cesetleri dolaştırılsa yine iyi, gaza getirilmesi her zaman mümkün olan cahil kalabalıklar, Witt kardeşleri lime lime edip mangalda çevirdikten sonra afiyetle bir güzel yer; şaka yapmıyoruz, evet evet, yiyip hazmederler.
Biz şimdi onu bırakalım, Spinoza’nın bu olayı evinde izlerken dayanamayıp, “Siz insan olamazsın!” diye haykırıp sokağa çıkmak istediğinde, ev sahibinin onu zorla sandalyesine bağlayıp engellediğini de sonra anlatalım; bizim işimiz çok, bitmez, bir kere Gece Devriyesi ile karşılaştık.
Rembrandt’ın, portreler başta olmak üzere sosyal tarihçi gibi günün ve geçmişin olaylarına yer verdiği tabloları birbirinden eşsizdir.
Bizim lakırdımızın boyasına fırça olan bu tablonun tamamlandığı 1642 tarihinde şehrin güvenliği için sokaklara çıkmış bu gece bekçilerinin aslında birer şövalye oldukları düşüncesi, acayip tutturakları olan bu deneme yazarını şövalyelik peşine düşürür.
Feodal milis gücü olan şövalyeliğin öyle şıppadanak, hoppadanak tarihten silindiğini unutunuz; eski şövalye romanslarına kafayı takmış Solgun Yüzlü Manchalı Şövalye Don Quijote’nin maceraları 1605’de yayınlandığı sıra şövalyelik kalıntısı devam ediyordu.
Burjuvazinin Kilise ve Soyluluk arasındaki mütereddit~kararsız zamanlarında şövalyelik onların işine de geliyordu elbette. Şehirleri koruyacak birileri lazım!
Tarihin asfaltında silindir gibi önüne çıkanı ezerek gelip geçen ve en devrimci sınıf olan Aslan Burjuvalar, feodal beylerden ve aristokrasinin tamamından kendi işlerine geldiği kadarını miras alıyor, kalanına bekçilik edecek halleri olmadığından bu hurdahaş şeylerin tümünü hem de çalı süpürgesiyle tarih tiyatrosundan süpürüp atıyordu.
Biz “Gece Devriyesi”ne dönelim: Devriyenin sokağa çıktığı zamanlarda Hollanda’nın burjuvazisi de var soylusu da, Kilise ve Kral bir yanda öte yanda Cumhuriyetçiler; karışık iş vesselam.
Resim, Amsterdam’ın silah atışları yapılan Kloveniersdoelen adlı bir semtinde, siz deyin ki İstanbul’un Nişantepe’si yahut Atışalanı’nda, zira teşbihte hiç hata olduğu görülmemiştir, işte öylesi bir yerde gece devriyesine çıkmış yüzbaşı Frans Cocq ve yaveri teğmen Ruytenburgh’un tablonun merkezine yerleştiği bir kalabalığı gösterir.
Merakım da işte burada tilki kılığına girip Rembrandt’ın kümesine dadanır:
Bu yüzbaşı da, bana kalırsa, bir şövalye ruhu bulunur.
Peki Cumhuriyetini ilan etmiş bir memlekette hâlen şövalye olur mu diye şuncacık aklımız iyisinden karışıverir.
Hollanda burjuvazisi, “Ne demek şövalye mövalye! Bundan böyle düzenli bekçi ve polis şehirlerimizi koruyacak, öyle zırta pırta Don Quijote gibi ortalığa çeki düzen vermeye çıkmak yok!” demiş olmalıdır.
Şövalyeliğin şimdi ve dahi Rembrandt zamanlarında çoktan kalktığını düşünenler arasındaysanız, bu deneme yazısı size mâlumat vermek için burada, emrinize âmadedir.
Evvela, “heyhat ki pek çok vah vah” deriz, sonra devam ederiz:
Hayır öyle değil, aksine bugün Hollanda’da ve dahi bazı Avrupa memleketlerinde şövalyelik devam etmektedir.
Öyle şakacıktan falan değil, eline kargısını alıp beline kılıcını asıp, başına da hotozlu tolgasını koyduktan sonra, sırtına zincirden örme yelek ve tın tın öten zırhını giyip dolaşmaya çıkmış şövalye gibisini arasan, hiç bulamazsın.
Şimdikiler Amsterdam’da bisiklete biniyor, toplu taşıma kullanıyor, Apple Mac bilgisayarın başındalar ve Starbucks’lardan eksik olmuyorlar. Çok okuyup dünyayı bir aydın gözüyle takip ediyorlar. Hepsi orta sınıf burjuva, ancak köklerinde soyluluğun antikacılığına değer veriyorlar.
Groningen Üniversitesi hocalarından Tom de Witt Hamer’in doktora tezine konu olan da budur.
Tom de Witt Hamer, ezoterik ve kapalı birer cemaat gibi yeniden örgütlenmiş modern şövalyelikten söz eder. Modern toplumda şövalyeliğin içine girdiği yeni zırhın materyalini merak eder, inceler.
1950’lerde yeniden Avrupa’nın kuruluş sürecine eşlik eder gibi modern-şövalyelik birden ortaya çıkmıştır.
Zaten bu şövalyeler yok mu, siz zırhlarına aldırmayınız, onlar suya batmazın, hacıyatmazın tekidir.
Tabii modern-şövalyelerin Haçlı Seferlerine kalkışacak halleri yok, fakat neden olmasın! Gün gelir, belki o da olur!
Daha ziyade, bu başlarında tolgası, ellerinde ok ve yayları eksik olan şövalyeler, Avrupa’nın ve Batı kültürünün Anka Kuşu olarak küllerinden doğmasını ister.
Akademisyen de Witt, şövalye tarikatının üyeleri arasında 2289 kişiyle üşenmez, görüşür. Kadınların da arasına katıldığı bu şövalyelik rütbelerinin nasıl dağıtıldığına kadar inceler.
Burjuva İhtilaller Çağında paçayı nasılsa kurtarmış eski aristokrasiden süzülerek geriye kalan bu şövalyeler arasında yer almak için Crème de la crème-Kaymağın kaymağı tabakaya ait olmak da gerekmez hani…
Sen, ben, o, bu, fakat en çok BEN, şövalye olabiliriz!
Bu iş sadece biraz keseye bakar…
Fakat BEN’de kese müsait değil; lakin bu ayrı bir mevzudur.
Finansal durumun bir kere yerinde olacak, sonra sosyal dayanışma kulüplerinde zaman harcamaya gönüllü olacaksın, bunlar arasında bildik Rotaryenler, Lionslar, hatta Masonik her türden locanın üyesi olmak uygundur.
Biraz fanteziye düşkünsen Malta Tapınak Şövalyeliğine kadar ucunu uzatabilirsin; mevzu elastiktir, uzamaya müsaittir.
Dahası, sondajı derine sallayıp, Roma Lejyonlarının gizli ve mitolojik tanrısı Mithra’ya kadar bağ kurması işten bile değildir.
Şövalyeliğin böylece aslında ortadan hiçbir zaman tam anlamıyla kalkmadığı sonucuna varmış bulunuyoruz.
Böyle, çabucak ortaya atılmış iddiaya ait tezi nasıl sonuçlandırdın demeyiniz, denemecilik zaten budur.
Deneme dediğin, evvel eski en büyük ustamız Montaigne’den bu yana bilindiğince, herhangi bir kesin sonuca varmak istemeyen, sergüzeşt ve biraz da sarhoş yazıdan başkası değildir.
Yazılanda doğruluk payından çok nasıl güzel anlatıldığına bakılır. Bu anlamıyla edebiyatın mâlumatfuruş, ukâla ve biraz da lugat paralayıcısıdır; son sözü hiçbir zaman söylenmeyen metinlerdir. Hepsi bu!
Mademki şövalyelik ruhu öyle böyle aramızda dolaşıyor, Rembrandt’ın tablosundaki yüzbaşıyı da ben şövalye ilan ediyorum.
Fakat yüzbaşı Frans’ın teğmene fısır fısır anlattığını da işitmeyi çok isterdim.
Sol elini uzatıp “İşte böyleyken böyle” diye teğmene bir şeyler söylüyor ya; ne diyor?
Tablonun ötekileri, trampet çalanı, arada bir küçük kız çocuğu, havlayan köpeği de adam sayıp araya koyarsak tümü, konuşanlar, arbaküs denilen eski zaman tüfeğini dolduran asker, arkada fısıldaşan iki kişi daha, birbirlerine 1642 yılının meselelerini anlatan bu insanlar; hepsi tablodaki karanlık geceyi aydınlatan çehrelerdir.
Bu işin evveliyatı nereye dayanıyorsa, kahramanlığa çıkmış bütün bu adamlar, Jerusalem Sendromu denilen, kendisine ilahî bir mesuliyet ve vazife biçmiş insanlardır.
Hepsinde, biraz üzüntü ve kahır çekmenin asaletin bir icabı ve hatta âlameti olduğuna inanan Stoik bir taraf bulunur.
Bunların evvel eskisi, hani Osmanlıca denildiği gibi cemaziyülevveli İspanyol Hermandad Tarikatına dayanır ki, şimdi buna lafı ayırırsak, deneme okyanusuna çıkmış teknemiz çaparize düşmüş gibi zorda kalır; laf lafı açar, arkası gelmez.
Fakat şuncacık şeyi söylemeden buradan oraya gitmeyiz: Hermandades, yani Hermandad olanlar Katolik mezhebe bağlı İspanyol genç papazlarından şövalyeliğe meraklı, eli silah tutan, gözü pek kesilen, sokak muhafızlığına soyunmuş bıçkın delikanlılardır.
Mahalleyi korumaya çıkmışlardır.
Öylesine etkili olup, dağda bayırda, kırda çamurda dolaşıp haydut milletinin köküne kıran sokarlar.
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz diye eşkiyaya bu dünyayı dâr ederler, sonra, İspanyol kralları bunları pek sevip okşayıp, Santa Hermanded adıyla anılan İspanyol Krallığının iç asayiş yasalarını bile onların talimatlarına göre yazıp uygulayacaklardır.
Bu şövalyelik meselesi Japonya’ya kadar uzar; demedi demeyin!
Dediğimizde bir kez daha haklı çıkıyoruz: Bu denemeyi uzatsak, lakırdının S harfi, Japon Shogunlarına bir selam çakmaya hazır, alesta bekler…
Anlayacağınız, denemeci dediğiniz, huyu terelelli birisidir; peşine takılmaya pek gelmez…
*****