Hikâyenin “Pek satmıyor be abi,” durumunda kaldığı şu zalim, zor zamanlarımızda hikâye yazmaya ısrar edeni hiç yok değil. Ele gelir, sağlam metin çıkanları da pek ortalıkta değil.
Biz biraz kısır bir hikâyecilik döneminde yaşıyoruz.
Fakat yine de hikâye diliyle anlatmak, konuşmak sevdasında olanlar, hâdise nakledicileri ortalığı bırakmıyor, kuzuyu kurda yem, merdi nâmerde muhtaç etmiyor.
Son zamanların iyi hikâyecilerinden Erinç Büyükaşık’ın iki hikâye kitabı, ardı ardına, üstelik aynı yayınevinden yayınlanıverdi.
Niye hepsini tek kitapta toplamadılar, anlaması zor, fakat yayıncılık dünyası bu, herhalde bir bildikleri vardır, diyerek biz merakla hikâyelere kendimizi verdik; bakın neler gördük.
Hikâye kitaplarında İçindekiler sayfasına bakıp gelişi güzel birini seçerek okumaya başlamak mı, yoksa sırayı takip etmek mi, bu keyfe keder bir sorudur lakin eğer bir hikâyeci üzerine değerlendirme yapacak, eleştiri yazacaksanız, bir metodun da olması gerekir.
Ben bu kez, kitabındaki metinlere öykü demeyi tercih eden genç kuşak yazarlardan Erinç Büyükaşık’ın kitabının başlığıyla aynı olan hikâyesine yöneldim:
Hep Uzak!
Hele buradan bir başlayalım…
Kitaba bu hikâyenin başlığını kullanıp adını vermesi yazarımızın bu “öyküyü” çok sevmesinden olamazdı, dil ustalığını kanıtladığı bir hikâyedir; herhalde bu nedenle seçmiş olmalıdır. İki kez üst üste okuyunca anladım ki, hikâyesine güvenen bir yazarla karşı karşıyayız.
Hikâye de ona güvenmiş, kendisini teslim etmiş. Güçlü bir metin bu!
Hikâyenin 1.anlatıcısı, yazı boyunca tam kendisi bir şey anlatacakken ağzından laf kapan hikâye kahramanlarını dinlemek zorunda kalıyor. Di’li geçmiş zaman, bir anda anlatıcının kaleminde dona kalıyor ve anlattığı kahraman, onun kaldığı yerden hiç değilse birkaç cümle ediyor.
“Gelselerdi kesin çökerlerdi karşısına, gevşek gevşek sırıtırlar şimdi. [1.anlatıcı böyle dedi, bitti, ardından hikâyenin ilk kahramanı Ali konuşuyor] Çekemem şimdi onları… [Karşı masadakilerin bakışlarından ürktü bir an; yine 1.anlatıcı lakırdıyı tamamlamak istiyor ama izin veren kim! ]… Bıyık altından gülümsüyor sanki bana…”
Anlıyoruz ki meyhanede hayatına kahrederek içen Ali’den bahsetmek istiyor anlatıcı ama Ali de çenebazdır. Ali’nin derdi kadınlığa direnen genç kızı Zehra’dır; yanlış doğmuş, erkek olmalıydı. Yine 1.anlatıcının dilinden öğrenmekteyiz: Zehra erkek çocuklarıyla yumruklaşır, topa bir vurur diğerleri bakakalır; geçenlerde âdet görmüştü, kızdı buna, gitti saçlarını kesti, kendisini ahıra kapattı. 1.anlatıcı hevesli ama Ali yine onun ağzından lafı sık sık alıyor, derken bu kez, a-aaa bir bakarız ki Zehra kız da lafa karışmaya hazır bulunuyor. Hikâyedeki kurgu ve dilin gücünü böylece yakalarız, hani az evvel Ali konuşuyordu ya, nasıl bir dil cambazlığı yapıldı da bu kez Zehra’ya geçiverdik diyesiniz tutar.
“Mosmor bir yıldız bulutunun altında durdu tüm bunları düşünürken. [1.anlatıcı yine susmuyor işte…] Mukabeleye gitti annemle komşular camiye geçen. [Zehra lafa karıştı şimdi.] Beni bu illetten kurtaracaklar. ….. Demedikleri kalmadı ufacık kıza,” diye yine 1.anlatıcı lakırdıya hoppadanak atlar.
Zehra’nın genç kız olmaya, kadınlığa direnen vücuduna dair annesinin de iki çift lakırdısı olacak, elbette.
“Anasının gözlerinde br kıvılcım belirdi. [ Dedi 1.anlatıcı, ey hikâyeci bırak da konuşsun zavallı… Ama biliyoruz, zalimdir hikâye anlatıcısı, birinci tekil söyleyene pek yüz vermez.] Ağzına düştük kasabalının. [Dedi anne…] Başı secdedeyken dua etti yine. [1.anlatıcının sabrına hayranız, fırsatını bulunca hikâyeye yükleniyor.] Mezarlığa dadanmış amca oğlu Murat’la.”
Annenin ağzından çıkan lakırdıya kâh 1.anlatıcı kâh diğerleri karışarak, bir koro gibi hep birlikte anlatıyorlar. O Murat var ya o Murat, buncağıza sulanır, zavallı Zehra’nın memelerini sıkmaya kalkar oracıkta; çükünü göstermek ister. Bunu da, siz kasabalı köylü demeyiniz, oralarda neler oluyorsa, bunları da işitiriz.
Kümeste horozla tavuklarla konuşan, kedinin ağzından fareyi alıp onunla dolaşan bir garip Zehra’nın çevresinde babası ve annesi, tabii bir de anlatıcı bey, hikâyecimizin yarattığı bir koroda büyük senfoni yaratırlar.
Hikâyenin birden bir senfoniye döndüğünü görüyoruz. Di’li geçmiş tutturup, okurunu yıldırana kadar “Oldu da bitti maşallah” dercesine içinize hafakanlar basan bir hikâyede değiliz.
Aynı sirkte dil perendesi atan Büyükaşık’ın diğer hikâyelerine geçerken, sükut-u hayale uğramamak için dikkatle devam ediyoruz yolumuza: Hayır uğramayacağız; belli!
“Kuytuda” başlıklı hikâye göçmen-insan kaçakçılarına para biriktiren, İstanbul labirentinde kaçak garson Suriyeli delikanlının sakladığı parasını kapmış oda arkadaşlarından sonra kendisini sokakta bulan zavallının, bize anlatılmayan, kuytuda sonlanmış (mı bilemediğimiz!) yaşam ânına tanık oluruz.
Yine zaman kip’leri içiçe, bir ahenk içinde…
“İyiyim iyi” başlığını alan hikâyeye gelince artık iyice alıştık, ısındık yazarımıza ve onun diline de güvendik.
Benim sevdiğim, kendi kâğıt parçacıklarımda kullanmaya çalıştığım bir dil yolculuğu bu.
Üstelik, “tısırdayıp yaylanarak” giden dolmuş, ufacık demek yerine “ufarak” , “ayazlanmış deniz,” gibi eski İstanbul ağzına çalan vurguları duydukça hikâyecimize ısındım. 1975 doğumlu, öğretmenlik eden bu kültür insanına edebiyat dünyamızda daha çok iş düşecek; belli…
[Bir küçük musahhihlik vazifesi edeyim bu arada: Birinci kitabında yazar 17 Aralık 1976 İstanbul doğumlu görülüyor; ikinci kitabında 1975 Konya doğumlu olduğu nüfus kaydından anlaşılıyor. Lütfen, mademki bu ufak kimlik ayrıntısı sunuluyor, bir uygun tarihte karar kılınsın.]
“Öykü” diye ortalığa çıkartılmış di’li geçmişi bol ve lafı başkasına vermeyen anlatıcıların çokluğunda, ısırgan otu çayırında açmış beyaz gül gibi kendini gösteriyor.