“Milliyetçilik […], başta tarihsel kurgulamaları olmak üzere yapıları çoğu zaman hayal ürünü olan bir duygu karmaşasıydı.” Marksizm Sözlüğü (Aralık 2016, Yordam Kitap), Milliyetçilik maddesinde böyle diyor. Özellikle son birkaç yıldır, milliyetçiliğin “yapıları çoğu zaman hayal ürünü olan bir duygu karmaşası” olduğunu düşünmek için pek çok sebebimiz bulunuyor.
“Büyük siyaset” bir yana, milli öfkeyle ve dünyaya “Türk’ün gücü”nü göstermek amacıyla yapılan sokak eylemleri yukarıdaki alıntının hakkını veriyor. İlk elden akla gelen; Hollanda bayrağı yerine Fransa bayrağı yakmak veya Çin’i protesto amacıyla İstanbul’da bir Çin lokantası basıp yine Çinli niyetine Uygur Türkü bir aşçıyı dövmek gibi hareketler de bunu kanıtlar nitelikte.
Kötülüğün ve mutsuzluğun günlük hayatın olağan bir parçası hâline geldiği bir ülkede, bu haberler refleks olarak güldürse de aslında milliyetçilik, bütün bunların dışında kimi zaman resmî ideolojiyle harmanlanarak, kimi zaman onun da ötesinde Türkiye siyasetinde hep canlı kalan bir tartışma. Sokaktan akademiye Türkiye’deki milliyetçilik tartışmalarının kendine özgü bir çeşitliliği bulunuyor. Bu çeşitlilik içinde tartışmayı Marksizm cephesinden yürüten isimlerden biri, Fatih Yaşlı. Kinimiz Dinimizdir Türkçü Faşizm Üzerine Bir İnceleme, AKP, Cemaat Sünni-Ulus Yeni Türkiye Üzerine Tezler ve Türkçü Faşizmden “Türk-İslam Ülküsü”ne adlı çalışmalarıyla milliyetçiliğin bu topraklardaki kökenlerinden başlayarak, bugün aldığı şekle kadar sürekli bir okuma sağlıyor.
Nasıl ki dünya tarihinde faşist ideolojinin yapısal, işlevsel dönüşüm ve değişimlerini kapsayan ve etkenleri tek tek ele alan bir kuram oluşturulması mümkün değilse, Türkiye’deki faşist ideoloji için de durum değişmiyor. Üçleme de denebilecek bu çalışmalar , tam da bu noktada değer kazanıyor. Fatih Yaşlı, Kinimiz Dinimizdir’de çizdiği tarihsel çerçeveyle Osmanlı İmparatorluğu’ndan AKP Türkiye’sine, milliyetçiliğin her konjonktürde kendini yenileyebilen niteliğine dikkat çekiyor. Türk milliyetçiliğinin kökenleri ve Kemalizm-Türkçülük ilişkisi ile birlikte, yıllar içinde Türkçü faşizmin “Türk-İslam ülküsü”ne dönüşme öyküsünü anlatıyor. AKP, Cemaat, Sünni-Ulus ise daha ziyade bu davanın “Türk-İslam” cephesini yani iktidar eliyle eski rejimin yerine bir “yeni rejim” kurmaya yönelik izlenen yol ve bu yolda milliyetçiliğin işlevini inceliyor.
İster destekçileri ister muhalifleri olsun, AKP yıllarında hemen herkesin hemfikir olduğu tek bir konu var; o da artık ülkede hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı. Peki, Türkçü faşizm bu “yeni”nin neresinde? Elbette, bu soruya cevap vermek için önce kurulan yeni rejimin temel taşlarına eğilmek şart. İşe, rejim değişikliğiyle kastedilenin ne olduğunu sormakla başlamak gerekiyor ki çalışmanın ilk bölümlerinde bunun üzerinde duruluyor. Yeni Türkiye rejiminin temelini oluşturan dinselleşme ve “parti-devlet” iktidarı ile milliyetçilik arasındaki pozitif korelasyon vurgulanıyor.
Makbul vatandaş ve makbul tarih yazımı
AKP, Cemaat, Sünni-Ulus kendini diğer akademik çalışmalardan güncelle bağını çok yakından kurmasıyla ayırıyor. Bire bir şahit olduğumuz ve topluma “milli birlik ve beraberlik” görüntüsüyle yansıyan “kendinden olmayanı tasfiye etme operasyonları” çalışmada yer alan tezleri büyük oranda doğruluyor. Sünni-ulus, içeride ve dışarıda milli duyguları ve öfkeyi doğru yere kanalize ederek büyük bir başarıyla yaratılıyor; Fetih kutlamaları, Kutlu Doğum Haftası, Malazgirt Anmaları, 2023 hedefi… her biri “makbul vatandaş” olmak için sadece Türk olmanın yetmediğini, bir vatandaşın ancak Sünni İslam sosuna bolca bulandığında kabul görebileceğini gösteriyor. Bu makbul vatandaşları ve tarih yazımını, 15 Temmuz’da ve sonrasında yapılanlara bakarak çok net görüyoruz. Camiilerden yapılan “vatana sahip çıkma” çağrıları, ölen insanların ailelerine bağlanan şehit maaşları ve o geceye dair anlatılan hikâyeler gördüklerimizin sadece birkaçı…
15 Temmuz yaşandıktan hemen sonra yayınlanan Türkçü Faşizmden “Türk-İslam Ülküsü”ne, Türkiye tarihini devletle Türk sağı arasındaki “antikomünist mutabakat” ve “dinselleşme” üzerinden okuyor. Söz konusu çalışma, bugünkü hâkim ideolojinin düşünsel kökenlerini Nihal Atsız, Necip Fazıl, Nurettin Topçu ve Ahmet Arvasi’ye dayandırıyor, bu isimlerin eserleri ile siyasi duruşları arasındaki bağı çözümlüyor.
Bu bağlamda düşünüldüğünde, yazarın henüz ilk çalışmasında “faşist, milliyetçi, ırkçı” vb yerine neden “Türkçü faşizm” demeyi seçtiği de anlaşılıyor; Türkçü faşizm, bir yandan faşist ideoloji ile Türk milliyetçiliğinin sentezini gösterirken, diğer yandan kavramın dönüşebilirliğine işaret ediyor.
Mesele bataklıksa…
Türkiye’de karşı-devrimci düşünceyi analiz etmeye, Türk sağına teorik/ideolojik bir boyut kazandırma konusunda en çok üreten ve en çok etkili olan isimlerle başlamak gerekiyor. Deyim yerindeyse bugün bizlere oyuncu, şair, aydın… gibi gösterilen, esasında iktidar yandaşlığı dışında başka bir meziyeti bulunmayan “sineklerle” uğraşmak yerine; İslamcılığı, muhafazakârlığı ve dinselleşmeyi bu topraklarda yeşertmek için tüm hayatlarını entelektüel çabayla geçiren isimlere yani “bataklığa” odaklanmak gerekiyor. Türkçü Faşizmden “Türk-İslam Ülküsü”ne kitabının her bir bölümü, bu bataklığın dört önemli yaratıcısını ayrı ayrı inceliyor.
İlk bölüm Nihal Atsız’a ayrılıyor. Nihal Atsız ve onun düşünceleri faşist ideolojinin evrensel şemasıyla uyumluluk gösteriyor. Bir yandan da “yerli” olma iddiasını sürdürüyor. Bu yüzden, kendisinin komünizme karşı temellerini attığı “ırk devleti” ideolojisi Türkçü faşizm olarak adlandırılıyor. İkinci bölümde ise son yıllarda adını sıklıkla duyduğumuz Necip Fazıl ele alınıyor. Necip Fazıl, Atsız’dan farklı olarak bir ırk devletinden ziyade, bir “Başyücelik Devleti” teorisi geliştiriyor. Sözü edilen teori, antikomünist olmasıyla Türkçü faşist devlet ütopyasıyla ortaklaşsa da, kendini “İslami biyo-politik ütopya” olarak var etmesiyle ondan ayırıyor. Üçüncü bölümde Nurettin Topçu ve onun geliştirdiği, bugün milliyetçiler arasında esamesi okunmayan “muhafazakâr antikapitalizm” teorisi anlatılıyor. Elbette bu teoride de ağır basan yan komünizm düşmanlığı; zira komünizmi doğuran illet olması nedeniyle kapitalizmin ortadan kaldırılması gerektiği düşünülüyor. Son bölümde, Ahmet Arvasi ve onun “Türk-İslam Ülküsü” yani milliyetçi Müslüman Türkiye ütopyası inceleniyor. Bütün bu isimler teoriden gündelik siyasete, romandan şiire, tiyatro eserlerinden dinî çalışmalara hem yaşadıkları dönemin hem de günümüz Türk sağının üzerinde büyük etkiye sahip.
Ülkeye üstünkörü baktığımızda dahi, devlet büyükleri tarafından Necip Fazıl’a atıfla yapılan siyaset okumaları ve Nihal Atsız’a atıfla “kindar ve dindar” nesillerin tasavvur edildiğini görüyoruz. 2000’li yıllarda yaşamaya mahkûm olduğumuz yeni rejim/Yeni Türkiye’nin kurucu kadroları, attıkları her adımda bu dört ismin kendilerinin ilham perileri olduğunu gösteriyor. Ezcümle, son zamanlarda çeşitli televizyon dizileriyle gözümüze sokulan milliyetçi-İslamcı ideolojinin kökleri, 1980 öncesi bütün üretimlerini yapmış bu dört isme dayanıyor. Bu da demek oluyor ki, bugün düzene karşı yükselecek herhangi bir “hayır” sesi, Türkiye tarihini doğru okumakla mümkün. Yukarıda anlattığımız çalışmaların her biri “doğru” olanı bulmamıza büyük katkı koyuyor.
Başyücelik Devleti’nden, tek adam oylamasına… Öğrenecek çok şey, kalan az zaman var.