Bob Dylan 1961 Kasımında ilk albümünü kaydetmesinden yaklaşık bir yıl önce doğduğu yer Minnesota’dan otostopla New York’a gelmişti. Geçimini Greenwich Village’deki canlı folk müziği (Amerikan Halk Müziği) yapılan kafelerde müzik yaparak kazandığı bahşişlerle sağlıyordu.
50’lerin sonundan itibaren folk müziği, jazz müziği ile birlikte bohem Beat kuşağı tutkunlarının ve üniversite öğrencilerinin yeni gözdesi haline gelmişti. Rock’n Roll müziğinin şatafatlı samimiyetsizliğine kıyasla oldukça otantik bir alternatif sunuyordu folk müziği. Zira Rock’n Roll dev plak şirketleri tarafından keşfedilmişti. Türün mucitleri Chuck Berry, Little Richard ve Bo Diddley gibi taşşaklı siyah abilerin yerini, stüdyoların genç kızları tavlamak ve plak satışlarını artırmak amacıyla birbiri ardına görücüye çıkarttığı Burak Kut tadında Pat Boone ve Fabian gibi yakışıklı ve elbette ‘beyaz’ poster delikanlıları almaktaydı. Bu zenci arkadaşlara ait şarkılar, çok düşük teliflerle yaratıcılarının elinden alınıp, beyaz iş adamlarını ve taklidi orijinalinden çok daha silik beyaz şarkıcıları zengin ediyordu. Bu yozlaşma özellikle üniversite öğrencisi entelektüel kesimin Rock’n Roll’a olan ilgisini kaybetmesine ve jazz ve folk müziğine yönelmesine sebebiyet veriyordu.
Hayata daha ciddi bir perspektiften bakan, okuyan ve sorgulayan gençler için Amerikan Folk Müziği, süreç içerisinde nispeten daha taze ve daha az kirletilmiş bir alternatif haline geldi. Eisenhower’ın muhafazakâr iktidarından gına gelen liberal ve solcuların gözünde folk müziği, isyankâr ve ezilenin yanında yer alan şarkı sözleriyle giderek değer ve itibar kazandı. Bir diğer önemli nokta ise şuydu: Bu şarkılar Amerika’nın emperyal üstünlüğünü dünyaya ilan etmesinden çok daha öncesine aitti ve 50’lerin plastik arzularından çok daha uhrevi ve manevi değerlerden bahsetmekteydi. Bu halk şarkıları kuşaktan kuşağa aktarılarak icra edilse de, kökenlerinin nereye kadar uzandığını bilmek neredeyse imkânsızdı. Ama bu sevdanın peşine düşen çok değerli araştırmacılar sayesinde bu halk şarkıları geniş kitlelerle buluşabildi. Özellikle 1930’lardan itibaren 20 yıl boyunca Amerika’yı karış karış gezerek, geleneksel halk türkülerini ve blues şarkılarını kaydeden Alan Lomax, Paul Oliver ve Harry Smith sayesinde kaybolmaya yüz tutmuş bu eserler plak formatında basılarak yeni nesillerle buluşturuldu. Özellikle Anthology of American Folk Music adlı altı plaklık derleme dönemin müzikseverleri için bir başucu eseri niteliğindeydi. Mesela Grateful Dead’den Jerry Garcia’nın gitarda bildiği her şeyi bu plakları yarı devirde çalarak öğrendiği rivayet edilir. Bob Dylan’ın özellikle ilk üç albümündeki müzikal altyapı da bu kayıtlara çok şey borçlu. Bu şarkıların kaç kuşak geriye gittiğinin izini bulabilmek pek mümkün olmasa da, kökenleri çok da geriye gitmeyen bir ulusun ihtiyacını duyduğu kültürel bir miras olduğu bir gerçektir. Ve genç dinleyiciler de bu mirasa sahip çıktılar.
Folk müzik hareketinin yaşadığı en büyük patlama 1958’de gerçekleşti. San Francisco’lu folk grubu The Kingston Trio’nun Tom Dooley adlı şarkısı tüm ülkede listelerde bir numaraya yerleşti. Şarkının kökenleri 1866 yılına uzanıyordu. Bir anda pazarlanabilir bir mecra haline gelen halk müziğine plak şirketleri de doğal olarak ilgi göstermeye başladı. Sadece halk müziği albümleri basan Folkways, Electra ve Vanguard gibi plak şirketleri ortaya çıktı ve türün önde gelen sanatçılarını bünyelerine aldılar. Dönemin en büyük plak şirketi Columbia Pete Seeger ve The Clancy Brothers gibi folk müziğinin ağır toplarını çatısı altında topladı. Ama voliyi 1959 Newport Folk Festivali’nde herkesi kendisine aşık ettiren Joan Baez’i bünyesine katan Vanguard plakçılık vurdu. Folk müziğinin ilk kraliçesi Joan Baez idi.
1961’e gelindiğinde folk müziği tutucu ve değişime çok da açık olmayan bir dinleyici kitlesi oluşturmuştu. Bu kitle özellikle halk müziğinin orijinaline yakın icra edilmesi konusunda oldukça tutucuydu. Şarkıların müzikal yapılarını değiştiren ya da o güne uygun sözler yazarak revizyondan geçiren sanatçıların türe ihanet ettiği düşünülürdü. Kafelerde bu müziği icra eden müzisyenler saflarını yavaş yavaş belirliyorlardı. Bir tarafta tutucular, diğer tarafta yenilikçiler. Jack Elliott ve Dave Van Ronk gibi isimler ikinci kanadı temsil ediyorlardı. Bu yorumcular müzikal altyapıyı koruyarak kendi dizelerini yazıyor, şarkıları eğip bükmeyi seviyorlardı. Tahmin edebileceğiniz gibi genç Dylan da bu ikinci gruba kendini daha yakın hissediyordu. Bu müzisyenlerden de etkilenerek çok kısa bir zamanda kendi şarkı söyleme stilini geliştirdi. Bir tutam Woody Guthrie, bir tutam da blues’umsu inlemelerden oluşan, 60 yaşındaki bir dağ keçisi gibi tınlayan bu tarz kimileri tarafından komik bulunsa da, özgünlüğü su götürmezdi. Jesse Fuller’e özenerek boynuna taktığı armonikadan çıkarttığı sert ve keskin nağmelerle ve şarkı aralarında Chaplin’in fiziksel komedisinden izler taşıyan ve hızlı ama sözleri ağzında yuvarlayan bir stille seyircisiyle kurduğu sıcak ve içten ilişki sayesinde Dylan kısa bir süre içerisinde folk müziğinin egemenliğini sürdüğü bu kafelerde aranılan isimlerden birisi haline geldi.
New York’ta halk müziğinin Kabe’si Greenwich Village iken, Boston’da bu paye üniversite kampüslerinin bulunduğu Cambridge, Massachusetts’e aitti. Bu bölgede ön plana çıkan müzisyenler arasında Joan Baez, Tom Rush ve Eric Von Schmidt gibi isimler bulunuyordu. New York ve Boston’daki bu müzisyenler dönem dönem küçük turneler gerçekleştiriyor ve deplasmana çıkıyorlardı. Bu gezilerden birisinde Eric Von Schmidt Bob Dylan’ı Teksaslı şarkıcı Carolyn Hester ve kocası Richard Farina ile tanıştırdı. Hester üçüncü albümünü kaydetmenin arifesindeydi ve bu albüm efsanevi yetenek avcısı John Hammond’ın kanatları altında dev plak şirketi Columbia tarafından piyasaya sürülecekti. Dylan bu tanışmayı iyi değerlendirdi ve bestelerinden birkaçını Carolyn Hester’a çaldı. Bu parçalardan birisi olan Come Back Baby’i Hester çok beğendi ve albüme almak istediğini söyledi. Parçada bir armonika solosu da vardı ve kayıtlarda bu soloyu Dylan’ın çalması kararlaştırıldı. O ana kadar Dylan’ın tek stüdyo tecrübesi Kalipso Kralı Harry Belafonte’nin bir albümünde üflediği armonikadan ibaretti. Hester ve Dylan provalar için şair Ned O’Gorman’ın New York’taki apartman dairesinde buluşmayı kararlaştırdılar. Bu provalarda John Hammond ile bizzat tanışma fırsatı bulan Dylan için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Bu noktada John Hammond ile ilgili bir parantez açmak gerekiyor. John Hammond’un keşfettiği ve müziğe kazandırdığı yetenekler arasında kimler yok ki: Billie Holiday, Benny Goodman, Count Basie, Big Joe Turner, Aretha Franklin, Leonard Cohen, Mike Bloomfield, Stevie Ray Vaughan ve Bruce Springsteen. Unutulmuş efsanevi blues gitaristi Robert Johnson’ın kayıtlarının revize edilerek plağa basılması ve geniş kitlelere ulaştırılması da onun girişimiydi. Oğlu John Hammond, belki de repertuarı en geniş beyaz blues sanatçılarından birisi olarak neredeyse 50 yıldır kariyerine devam ediyor. Siyahlara ait blues müziğini bir sanat formu olarak gören ve o döneme kadar sadece klasik müzik eserlerinin icra edildiği New York’taki efsanevi Carnegie Hall’da 1939 yılında gerçekleştirdiği konser ile Blues müziğini daha geniş ve elbette daha ‘beyaz’ bir kitle ile tanıştıran ulu çınar John Hammond… Jazz’dan blues’a, rock’tan soul ve folk müziğine kadar 20. Yüzyılın neredeyse tüm müzikal formlarını tanımlayan sanatçıları keşfeden bu beyefendinin kepçe kulaklarına tüm müzikseverler çok şey borçlu.
Provanın ilk dakikalarından itibaren Dylan, Hammond’ın ilgisini çeker. O günü Hammond şöyle anlatıyor: “Kafasında kasketiyle, ortalama bir armonika çalıcısı olan bu genç dikkatimi çekti. ‘Şarkı söyleyebiliyor musun? Kendi bestelerin var mı?’ diye sordum. Evet cevabını alınca da ‘Seninle demo kayıtlar yapmak isterim’ dedim. Spontane alınmış bir karardı ama içimden bir ses ‘Bu çocukla plak anlaşmasını bir an önce yapmam lazım’ diyordu. 29 Eylül için sözleştik.” Dylan’ın kaderinde dönüm noktası olan bu karşılaşmaya bir de Dylan’ın penceresinden bakalım. Chronicles adlı otobiyografisinde Dylan şunları söylüyor: “Columbia Plakçılık ile John Hammond sayesinde anlaştım. Yaşayan en büyük yetenek avcısıydı. Öylesine muazzam yetenekleri kolektif hafızamıza sokmuştu ki! Bu sanatçıların yarattığı müziğin, gündelik Amerikan yaşam tarzının üzerinde çok önemli bir tınısı vardır. Tüm bu isimler, onun sayesinde gün ışığına çıkmıştı. Bessie Smith’in son kayıtlarının yapımcısı bizzat kendisiydi. Efsanevi ve pür Amerikan bir aristokrasi. Amerika’nın en zengin sülalelerinden birisi olan Vanderbilt ailesinden gelmekteydi. Üst sınıfın tüm şaşaasına sahip, varlıklı bir yaşam sürdü, ama manevi tatmini müzikte buldu. Jazz’ın çınlayan ritimleriyle, kilise korolarının Gospel’ıyla ve Blues ile ilgilendi. Burada huzur buldu. Ve bu müzik türlerine duyduğu aşk hayatı boyunca en önemli motivasyonu oldu. Onunla ofisinde karşılıklı oturup Columbia Plakçılık ile anlaşma imzalayacağımı rüyamda görsem inanmazdım. Benim için o kadar absürd bir durumdu ki bu, adeta beni kafaladıkları bir gizli kamera şakası gibiydi. Columbia ülkenin en prestijli plak şirketiydi ve bırak plak anlaşması imzalamak, kapısından içeri girebilmek bile beni heyecanlandırıyordu. İlk başlarda folk müziği keş müziği olarak görülüyordu, alt tabakaya ait bir türdü ve sadece küçük ölçekli plak şirketleri bu türle ilgilenirdi. Baba şirketler daha elit zevklere hitap ederdi. Daha steril ve pastörize bir müzikti ilgilendikleri. Benim gibi bir çulsuzun, elinden çok güçlü bir isim tutmadan, bu kapıdan içeriye girmesi imkânsızdı. Ama John olağandışı bir adamdı. Okul çocukları için müzik yapmıyordu, ya da parlak okul çocuklarını bulup meşhur etme derdinde değildi. Bir vizyonu ve öngörüsü vardı. Beni gördü, dinledi, hislerime tercüman oldu ve bana inandı. Beni geleneksel blues, jazz ve folk müziği geleneğinin bir uzantısı olarak gördüğünü söyledi ve yaptığım şeyin değerli olduğunu hissettirdi bana. 50’lerin sonları ve 60’ların başlarında Amerika’da müzik piyasası oldukça durgundu. Radyolarda içi bomboş saçma sapan şarkılar çalıyordu tüm gün boyunca. Beatles, The Who ya da Rolling Stones henüz müziğe yeni bir soluk ve heyecan getirmemişti. Sert ve damardan folk şarkıları söylüyordum. Ve çaldığım şeyin radyoda popüler olan şarkılarla hiç bir alakası olmadığı anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. Ticari hiçbir yanı yoktu yaptığım şeyin. Ama John bunların onun gözünde hiçbir önemi olmadığını söyledi. İmasında bulunduğum ticari başarısızlık ihtimalinin idrakindeydi ama bu da umurunda değildi. ‘Ben samimiyet peşindeyim’ dedi bana. Biraz yukarıdan bakan ve sert bir ses tonuyla insanlarla iletişim kurardı, ama gözbebeğindeki size değer veren pırıltıyı da fark etmenizi sağlardı. Kısa süre önce Pete Seeger’ı plak şirketine getirmişti. Tabi Pete’i o keşfetmedi. Pete yıllardır bu piyasadaydı. Tanınmış folk grubu The Weavers’ın bir üyesiydi ve McCarthy döneminde komünist olduğu gerekçesiyle kara listeye alınmıştı, ama Pete çalışmayı hiç bırakmadı. Ama Hammond, Pete’e hayrandı. Bir gün bana şunları söyledi: ‘Pete’in sülalesi Mayflower (1620 yılında İngiltere’den Amerika’ya gelen ilk göçmenleri taşıyan gemi) ile Amerika’ya gelen ilk ailelerden birisi. Herifin dedeleri Bunker Hill’de (1775’te Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın en çok ölüm yaşanan muharebelerinden birisi) savaşmış. Bu orospu çocukları gidip bu adamı Devletin kara listesine alıyor! Bu şerefsizlerin hepsini zift ve kaz tüyüne bulayıp meydanlarda gezdirmek lazım.’ Bir gün beni karşısına aldı ve şunları söyledi: ‘Bak şimdi sana gerçekleri söyleyeceğim. Yetenekli bir gençsin. İşine odaklanır ve yeteneğini kontrol etmeyi öğrenirsen, keyfin gıcır olur. Seni stüdyoya sokacağım ve çaldıklarını kaydedeceğim. Gerisine sonra bakarız.’ Bu, benim için yeterliydi. Önüme bir kontrat koydu, sıradan bir kontrat. Orada, o anda imzaladım. Düşünmedim bile. Detaylarda boğulmadım, avukatımı aramadım, omuzumdan geriye doğru bakıp kimseden bir tavsiye beklemedim. John önüme ne koyarsa koysun imzalardım. Sonra takvime baktı ve bir kayıt günü işaretledi. Kaçta gelmem gerektiğini ve gelmeden önce hangi şarkıları kaydedeceğim konusunda etraflıca düşünmemi tavsiye etti. Sonra da basın bülteninin yazılması için beni şirketin basın ve yayın departmanı başkanı Billy James’e postaladı. Billy, Yale Mezunu gibi görünen orta boylu, kabarık siyah saçlı biriydi. Bence hayatında hiç ot içmemiş ve hiç karakol görmemişti. Ofisine girdim, karşısına oturdum. Benimle ilgili insanların ilgisini çekebilecek sansasyonel şeylerin peşindeydi. Defter ve kalemi çıkarıp nereli olduğumu sordu. Illinois’liyim dedim. (Bob Dylan Minnesota doğumludur.) Yazdı. Başka iş yapıp yapmadığımı sordu. OO, sürüsüne bereket dedim. Bir düzine işte çalıştım, pastane kamyoneti şoförlüğü bile yaptım dedim. Yazdı. Başka bi şey var mı dedi. İnşaatta da çalıştım dedim. Nerede dedi. Detroit’te dedim. Gezdin mi çok dedi. Evet dedim. Ailemi sordu. Hepsi öldü dedim. Ailenle aran nasıldı dedi. Evden kovdular dedim. Baban ne iş yapardı dedi. Elektrikçidir dedim. Anam ev kadınıdır dedim. Ne tarz müzik yapıyorsun dedi. Folk dedim. Saçma sapan sorulardı ve hiçbirine doğru yanıt vermedim. Kimselere bir şeyler anlatmak zorunda değildim. Buraya nasıl geldin dedi. Yük treniyle kaçak geldim dedim. Billy’nin arkasındaki camın arkasında güzeller güzeli bir sekreter büyük bir ciddiyetle çalışıyordu. Keşke bir teleskobum olsa diye geçirdim içimden. Sonra Billy müzik piyasasında yaptığım müziğin kime benzediğin sordu. Hiç kimseye dedim. O röportajda doğruyu söylediği tek an buydu. Gerisini götümden uydurdum. Gerçek şuydu. New York’a yük treniyle gelmedim. Otostop çektiğim dört kapılı 57 model sedan bir İmpala ile Amerika’nın ortabatısından buraya geldim. Yolculuk 24 saat sürdü. George Washington Köprüsü’nü geçer geçmez araba durdu ve ben indim. Teşekkür ettim, kapıyı kapattım. Ayaklarımda karı, yüzümde ayazı hissediyordum. Sonunda New York’taydım.”
Dylan’ın Carolyn Hester’in kayıtlarında armonika çalacağı gün, The New York Times’ta Robert Shelton tarafından yayınlanan makalede de Dylan’dan övgü ile bahsediliyordu. Yazının başlığı şuydu: “Bob Dylan: Diğerlerinden Çok Farklı Bir Stil” Shelton yazıyı şu sözlerle bitiriyordu: Bu genç adamın nereden geldiğinin pek bir önemi yok. Ama nereye gittiği belli. Çok daha yükseklere çıkacak bir potansiyel.’
Dylan gazeteyi gururla koltuğunun altına sıkıştırdı ve stüdyodan içeri girdi. Hester o gün ile ilgili şunları söylüyor: “Dylan ve Hammond, aradan geçen birkaç saatin ardından iki küçük çocuk gibi bir kenarda kıkırdıyorlardı.” Kendi bestesi olan Come Back Baby dahil olmak üzere Hester’in albümündeki üç şarkıda armonika çalan Dylan, o gün stüdyoyu Hammond ile kendi kayıtlarını yapmak için anlaşmış olarak terk etti. Hem de kayıtların profesyonellikten oldukça uzak geçmesine rağmen. Zira Dylan özellikle P ve S’leri üzerine basarak söylediğinden kayıt teknisyenini sinir krizine sokmuş, mikrofonun önünde sabit biçimde kalarak armonika çalmayı bir türlü başaramamıştı. Ama bunların hiçbiri Hammond’un umurunda değildi. Dylan rüyadaymışçasına sokağa çıktı. Ve bir plak dükkanının önünde durdu. Hayatının en heyecan verici anlarından biriydi. Vitrinde Frank Sinatra, Frankie Lane, Tony Bennett ve Patti Page plaklarına baktı ve ‘Vay be, şimdi ben de bu adamların yanında bu vitrinde mi olacağım’ diye düşündü.
Dylan 20 yaşındadır ve yöneticilerin John Hammond’ın müzik kulağına güveni sayesinde tereyağından kıl çekercesine Columbia Plakçılık ile anlaşma imzalamıştır. Aslında Columbia’nın da aldığı büyük bir risk yoktur. Dylan masrafsız bir sanatçıdır. Albüm iki günde kaydedilir. Dylan kayıtlarda gitar ve armonika çalar. Armonikalar nemli kalması için bir bardak suyun içinde durur ve su parası dahil kayıtlar 402 dolara mal olmuştur. Kayıtlar sırasında Hammond’ın Dylan’a şarkıları birden fazla çalmak konusunda ısrar etmemesi de şüphesiz bu maliyeti düşüren etkenlerden birisi. Dylan kayıtlarla ilgili şunları söylüyor: “Gitarla şarkıları çalıp armonika sololarını üfledim. Bay Hammond her şarkı bittiğinde yeniden kaydetmek isteyip istemediğimi sordu. Bence gerek yok dedim. Aynı şarkıyı iki kez artarda söylemek hiç bana göre bir şey değildi.” Kayıtlar sırasında kız arkadaşı Su ze Rotolo’nun rujunu ödünç alıp In My Time of Dying’in slide gitarını bu ruj ile çaldı. Hayatında ilk kez çalıyordu bu şarkıyı. B.B. King’in kuzeni Bukka White’ın Fixin’ to Die parçasını kaydederken de zenci bir hademenin işini bırakıp stüdyoya girmesi ve onu dinlemesi onu çok mutlu etmişti.
Dylan’ın ilk albümündeki şarkılardan ikisi kendine aitti. Geri kalanı Dylan’ın tabiriyle ‘bir kısmı kendi bulduğu gitar yürüyüşlerinden ama çok önemli bir kısmı sağdan soldan çalıntı rifflerden oluşuyordu. Kayda giren şarkıların neredeyse tamamı Greenwich Village’daki kafelerde gün boyunca çalınan standartlardı. Suze Rotolo’nun kız kardeşi Carla, yazının başlarında bahsini ettiğimiz Alan Lomax’ın yanında çalışıyordu. Bu tanışıklık sayesinde Dylan 6 plaklık Anthology of American Folk Music seçkisini baştan sona ezberlemiş, Lomax’in Folk Songs of North Amerika plağını ise neredeyse hatim etmişti.
Stilindeki Woody Guthrie etkisini albümdeki diğer şarkılarda gizleme gayretindeydi zira albüm için yazdığı iki şarkıdan birisini adı Song To Woody idi. İkinci bestenin adı ise Talking New York’tu. İlk kez Judy Collins’ten dinlediği Man of Constant Sorrow, boynuna armonika asma fikrini ona veren Jesse Fuller bestesi You’re No Good, eski bir kilise şarkısının hızlandırılmış bir versiyonu olan Gospel Plow, yük treni gezgini şarkıları Highway 51 ve Freight Train Blues, blues’un ilk gitar hero’larından Blind Lemon Jefferson’a ait See That My Grave Is Kept Clean, geleneksel bir şarkıyı hicivle yorumladığı Peggy-O, ve Atlantik’in diğer yakasında Animals’ın önünü açan iki cover: Baby Let Me Follow You Down (Animals bu şarkıyı Baby Let Me Take You Home adıyla cover’ladı ve şarkı grubun ilk hit’i oldu) ve efsanevi House of the Rising Sun.
House of the Rising Sun’a bu noktada bir parantez açmak gerekiyor. Zira Dylan’ın bir son dakika kararıyla albüme dahil ettiği bu şarkı, yakın arkadaşı Dave Van Ronk ile arasının sonsuza dek açılmasına sebebiyet verdi. Dylan’ın albüme koyduğu karanlık ve rahatsız edici aranjman aslında Dave’e aitti ve bu versiyonu kafelerde her çalışında ortalık adeta yıkılıyordu. Kayıtlardan birkaç gün sonra Dylan Van Ronk ile karşılaştığında şarkıyı kaydetmesinin onun için bir sakıncası olup olmadığını sordu. Van Ronk, ‘Yapmasan iyi olur çünkü haftaya stüdyoya girip ilk albümümü kaydedeceğim’ der. Utanan Dylan parçayı halihazırda kaydettiğini ve Columbia’nın parçayı albümde mutlaka istediğini itiraf etmek zorunda kalır. Van Ronk çok öfkelenir ve bir daha onunla konuşmaz. İlişkileri bir daha asla eskisi gibi olmaz.
Dylan’ın ilk albümü için seçtiği parçalara baktığımızda ‘ölüm’ olgusunun neredeyse tüm şarkıların üzerine sindiğini görüyoruz. 20 yaşındaki bir genç için oldukça alışılmadık bir durum bu. Dylan’ın o dönemdeki yakın arkadaşları ve kız arkadaşı Suze Rotolo, sanatçının dışarıdan oldukça neşeli ve esprili görünmesine rağmen, içten içe karamsar bir umutsuzluğa sahip olduğunu vurguluyorlar. Belki de kişiliğindeki bu ikilik onu insanların gözünde ilginç kılıyor. Yıllar sonra verdiği bir röportajda o dönemle ilgili Dylan şunları söylüyor: “Tüm söyleyebileceklerimi söylemeden ölmek düşüncesi beni dehşete düşürüyordu. Ölmekten ölesiye korkuyordum. Ama ironik bir biçimde yaratım sürecim bu korkudan hep beslendi. Keyfim yerindeyken şarkı yazmam mümkün değil. Keyfim yerindeyken müzik yaparım. Ama mutsuzken şarkı yazarım.”
Albümün kaydı ile piyasaya çıkması arasında beş aylık bir zaman dilimi var. Bu, Columbia Direktörü David Kapralik’in Dylan’a bir türlü ısınamamasından kaynaklanmıştır. Zira albümde ön plana çıkan hiçbir hit şarkı yoktur. Şirket içerisindeki dedikodularda Dylan’dan ‘Hammond’ın Büyük Sıçışı’ olarak bahsediliyordu. Ama Hammond’ın dedikodularla ilgili görüşü şuydu: “Umurumda bile değildi. Billie Holiday’i ilk kez duyduklarında da aynısını söylüyorlardı. Dolayısıyla bu negatif yaklaşım kararımın ne kadar doğru olduğu konusunda beni daha da ikna etmekten başka bir işe yaramıyordu. Albümü basmak için sabırsızlanıyordum.”
Kapralik’in albümü piyasaya sürmek için ayak dirediğini CBS’in Başkanı Goddard Lieberson’a ileten Hammond, yöneticileri ikna eder ve Bob Dylan’ın ilk albümü 19 Mart 1962’de piyasaya çıkar. Albümün kapak fotosunda Dylan’ı artık alameti farikası haline gelmiş olan kasketi ile görürüz. Üzetinde süet koyun tüylü kahverengi bir ceket vardır. Ian & Sylvia adlı folk ikilisinin albüm kapağında bu ceketi gördüğü gün kendi albüm fotosunda da bu ceketi giyeceğine karar vermiştir.
Albümün tanıtımı için çok sınırlı bir bütçe ayrıldı ve albüm ilk yılında sadece 5 bin adet sattı. Ancak albümün kayıtları ile piyasaya çıkısı arasında geçen 5 aylık süreçte ilham perisi onu hiç yalnız bırakmadı. İkinci albüm folk müziğine yıllardır beklediği peygamberi hediye edecekti…