Türk Tiyatrosunda müzikallere sıkça rast gelinemiyor.
Bir tiyatro sezonunda, bazen, yeni bir müzikal sahnesi kurulmamış bile bulunuyor hatta eskilerden tekrar edileni dahi görülmüyor.
Yıllardır Lüküs Hayat operetine hasret kaldığımızı sitemle duyuralım; bu arada…
Müzikalin yapım süreci, tekniği, sahnelenmesi zor olduğundan mıdır nedir, bu bilinmez; tiyatro kuramcılarına söz düşer!
New York’da Broadway, Londra’da Piccadily, Paris’te Macau, Moskova’da Teatralnaya Ploschad tiyatro bölgelerinde müzikalden geçilmiyorken, Türkiye’de [Taksim’de?!] yılda bir iki müzikal gösterime çıksa, bize bayram havası…
Sezon neredeyse müzikalsiz geçiyor derken yeni yapılmış hârika bir müzikal oyun tiyatro-severlerin yüreğini hoplattı:
“Felâtun Bey ile Râkım Efendi”
Girişteki paragrafımızla bütün bütün haksızlık etmemeli, şu anda İstanbul’un Şehir Tiyatrolarında sahnelenen “Bak Bizim Şarkımız Çalıyor” [Muhteşemdi, tavsiye ederim], “Bizim Aile” [Vasatın üstündeydi], elbette “Cibali Karakolu” [Zihni Göktay’la muhteşemi yakaladı], Şekerpare [Pek iz bırakmadı bende] müzikalleri dışında Devlet Tiyatrolarında “Günün Çorbası”nı [Zevkle izleniyordu] saymak mümkün.
Üstelik bu oyunlar zaman zaman sahneden çekiliyor, kuliste oyuncuları ve depolarda dekorları bekletiliyor.
Fakat bu bereketsiz bahçeyi birden sulayıp ferahlatan Ahmet Mithat Efendi’nin meşhur romanı Felâtun Bey ile Râkım Efendi, İstanbul Şehir Tiyatrolarında Selçuk Soğukçay’ın oyunlaştırması, şarkı sözlerini yazması ve tabii yönetmesiyle sahneye çıktı. Besteleri Ali Otyam’a ait olan bu müzikalde, müzik adına eleştirimiz, oyuna dengeli biçimde katılmış ve koreografisini Yasemin Yavuzcan’ın ustaca düzenlediği şarkıların Batı müziği eğilimi taşıdığına aittir. Osmanlı’nın sonlarına doğru bir dönem hikâyesine uygun Türk musikisi tınısını arada duymak, dinlemek uygun olurdu; neredeyse hepten göz ardı edilmiş. Mesela Batı tarzında müzik çalınırken, [Bu arada maestro Ömer Göktay yönetiminde orkestra hatasızdı; alkış alkış…] belki araya ud, kanun, tambur eşliğinde ara nağme döşenebilirdi; hoş olurdu.
Sahne dekorunun sürekli değişmesi, müzikalin hızına uygun görünse de, yerleşik bir dekorun olmayışı belki Tuluat Tiyatrosuna hatta Orta Oyununa bir atıf mı kastedilerek tasarlanmış olabilir, bilemedim. Rahatsız edici değil ancak geliştirilmeye sanki ihtiyaç gösteriyor.
Devlet Tiyatroları Ankara sahnelerinde, 2015-16 arasında oyunun başka bir versiyonu sahnelenmişti; bunu da anımsatmamız gerekir.
Oyun Batılılaşma züppesi mirasyedi, snob Felâtun Beyin hiçliğe yuvarlanışıyla, Osmanlı-Türk-İslam değerlerinden uzaklaşmayıp ancak Batı’nın tüm bilgisine, epistemesi’ne, felsefe ve teknik donanımına dünyasını açan bir yerli aydın modeli, Râkım Efendi’nin kesişen hayat hikâyeleri üzerine kurulu. Dikkat ediniz, gözden kaçmasın; birisi Bey hitabını alırken, diğeri hâlen Efendi’yi kullanır.
İki saat 40 dakikalık, tabii 2 perdelik uzunca müzikalde, Weberci anlatımla Püriten ahlaklı, çalışkan, nomos sahibi Râkım Efendi’nin dünyasında her şey yerli yerinde ve düzgün gitmektedir. Talih ondan yanadır, çalıştıkça cebi dolar, fortuna’sını değişir. Cariye pazarından aldığı dil bilmez Çerkes kızına Canan [İrem Arslan] adını verdikten sonra kalbini de ona teslim edecektir. Anne babadan yadigâr olup başbaşa yaşadıkları küçük ama mutlu evlerinde Arap Bacı Kalfasının yaşlılığında ona hizmet edecek ve can yoldaşı olacak bu güzel kıza tutulan yakışıklı Râkım Efendi’nin [Bekir Aksoy] kadından yana talihi de açıktır, aslına bakılırsa…
Ders verdiği İngiliz ailenin evinde Matmazeller yanıp tutuşup ince hastalığa yakalanır onun için; hatta kızların annesi Madam Mery [Ezgim Kılınç] bile evliliğine bakmadan Râkım’a tutulmuştur; piyano öğretmeni dul Yosefina [Ayşegül İşsever] bir yandan mâşukasıdır, metresi olmaya hazırdır, zaten aralarında bir aşk gecesi de yaşanmıştır; e canım Râkım için namuslu-nomos sahibi dediysek, ateşle barut bir araya gelince olan olur, o kadar da olsun!; zengin evin Rum hizmetçisi de [Ceren Gedikali] fırsatı kaçırmaz, arada Râkım’a göz kırpar!
Bu aşk beklentilerine karşılık, parasıyla gönülden gönüle uçan, zamparalığı kesesine bağlı kalmış Felâtun Bey [Arda Aydın] ancak Beyoğlu’nun lüküs evlerinden bitirimhanelerine düşene kadar, babası Merâki Mustafa Beyin [Sinan Bengier] serveti altından girip üstüne çıkana değin züppeliğe devam eder; züppelik bir hayat biçimidir onun için. Madam Polini [Aslı Aybars] adlı kantocu, sosyete gülüne paraları kaptırıp sefalete yuvarlanana ve babasını da kaybedene kadar bu tükeniş devam edecektir.
Müzikalde Arap Bacı karakterini çocukluğundan beri sahne tozu yutmuş Nur Saçbüker Otan ustalıkla canlandırıyor; şivesiyle, mimikleriyle, deforme olmuş yaşlı Bacı Kalfa makyajı ve kostümüyle… Bugün Arap Bacı figürünü kullanması bir büyük cesaret ister; Şehir Tiyatrosunu bu anlamıyla kutlarım. Ortalığa dokunulmazlığı olan pek çok şey üretildi, konuldu; hele bir şey söyleyin, cısss… Korkarım ki, bu gidişle ve lüzumsuz bir alınganlıkla cinsiyetlere ait mimik dahi yapılamayacaktır; Arnavut-Laz-Kürt-Ermeni gibi sahne taklitlerine ait oyunlaştırmalardan uzak, kuru ve kaba bir tiyatro dönemine gireceğiz.
“Aman ha, feministler buna kızar, keselim burayı” diye içine kapanan bir edebiyat, “Aman, Arap Bacı taklidiyle ırkçılık yapılıyor demesinler” diye zavallılaşmış bir tiyatroya kadar, “Aman diyeyim, Kürdü böyle sahneleme, zülfüyâra dokunur” çekinceleriyle ıssız, tatsız tuzsuz bir theatrum mundi kurulacaktır.
Bu anlamıyla geleneksel Türk Tiyatrosundan, hatta Karagöz-Hacivat perdesinden miras kalmış karakterlere tekrar tekrar yer verilmesinden yanayım; Arap Bacı figürünü alkışlamak kimseyi ırkçı yapmaz! Irkçılık, Taksim’in ara sokaklarında kemer, çakma saat satarak geçinen Afrikalı dostlarımıza yapılan kötü muamelededir.
Müzikal orada, benim görüşlerim de burada; bir bilet almaya bakar.
İstanbul’un tiyatro severlerine iyi seyirler dileyerek sözü kapatmalıdır.
Gerisini tiyatroya bırakmalıdır.