Kendimi kuvvetli buluyorum, çünkü hayatıma düzen veren aklımdır, der Eflatun. Aklın bu denli önemsendiği geçmişten günümüze doğru geldiğimizi düşünecek olursak; akıl, modern dünyanın itici gücüdür demek asla abartı olmaz.
Modern dünyanın kurulmasıyla zamansal olarak uyumlu olan Kant’la total bir değişim başlar demek de yanlış değil. ‘Aydınlanma Nedir?’ başlıklı kısa makalesi ile ‘Saf Aklın Eleştirisi’ni bir cümleyle özetleyecek olursak anlatmaya çalıştığı aslında ‘bir olmama durumu’dur.
Bu duruma insan/lar aklı devre dışı bıraktığından düşer. Bir tür gönüllü esaret yaşar böylece. Boş kalan alan başka ‘şey’ler tarafından doldurulur. Malum hayat boşluk kabul etmez… Bu Tanrı veya otorite olabilir. Boyun eğdirmek ve istediği gibi yönlendirmekle beraber müthiş bir korku, alıcı kuşların sığırcıklar ya da serçeler üstündeki devasa gölgesi gibi sarar insanlığı. Oysa Kant’a göre Tanrı veya otorite korkusu altında yaşamak insanı özgürleştirmez. Özgürleştirmediği gibi ahlakî de kılmaz üstelik. Çünkü bireyin özgürleşmesi aklı kullanmasıyla orantılı bir sonuçtur. İşte bu yüzden Kant ısrarla, ‘Aklını kendin kullanmaya cesaret et!’ der, o önemli iki çalışmasında. Cesaret vurgusu oldukça önemli, altı çizilmesi gereken bir sözcük… Biliyoruz ki cesaret etmek kamuya çıkıp onun için bir mücadele vermeyi korkusuzca ve bilinçli biçimde göze almaktır. Yani bir ödevi üstlenmektir.
Ödev bilinçli bir seçimdir, çünkü bu sözcük de Türkçede özellikle de günlük kullanımda görev ile tabii ki çoğunlukla aynı (anlamda kullanılır) görülüyor. Yani birbirinin yerine konuluyor. Bu iki sözcüğün (aslında kavram da diyebiliriz çünkü sıklıkla karıştırılsa da felsefeciler açısından da olmazsa olmaz iki sözcük, kavram) her ne kadar birbirinin yerine düşünülüp / görülüp kullanılsa da farklı olduklarını Kant’tan yola çıkarak anlatmaya çalışalım. Çünkü Kant bu ikisini ayırır. Ondan ödünç alarak: Aklın özel kullanımı (görev) ile aklın kamusal kullanımı (ödev) oldukça farklıdır. İç içe gibi görünseler de…
Diyelim ki yeni bir vergi yasası var. Hukuka yani mevcut yasalara uymakla yükümlü olduğumuzdan bu yasaya uymak kaçınılmaz bir görevdir. Çünkü uymazsak hem yasaya karşı çıkmış hem de karmaşaya sebep oluruz. Diğer taraftan da bu yasa âdil olmadığı için onu eleştirmek de ödevimizdir. ‘İç içe…’ dediğim gibi, yani hem görev hem de ödev söz konusu olduğundan yükümlülük altındayız…
Ezcümle: Görev bize dışarıdan gelen bir yükümlülük; ödevse içimizden gelen ahlaki bir yükümlülük… Senin başın asıl kendinle dertte, çünkü kendine ağır geliyorsun, demiş Seneca. Gerçekten de bazı insanlar kendine ağır gelir. Tabii ki bu ağırlık Mazlum’ca bir ‘öyle ağırım ki kendime’ türünden değil… Kendini tanımamak, kendi olmaya çalışmamak doğrultusunda hamlıktan ve de düşünce çıtasını yükseltmemekten kaynaklı bir sonuç sözünü etmeye çalıştığım ağırlık… Çünkü dünyanın tek bilinçli varlığı olan insan ne yazık ki aklını, dolayısıyla da bilincini yeterince kullan(a)mıyor.
Onun, yani insanın bu yolda çok istekli olduğu da söylenemez bence.
Günümüzde dünyanın neredeyse her yerinde çoğu insan gündelik akılla yaşamayı ve bunun bir adım ötesine geçmemeyi kendisine yaşam biçimi yapmış durumda. Günü kurtarmanın, kimsenin gözüne çarpmamanın cambazı olanlar; düşünen, bilinçli ve akıllı az sayıdaki insanı şaşkına çeviriyor. Gündelik akılla yetinen ve geleceği umursamayan insanlar adına da çabalamak, çalışmak gerçekten hem zor hem de bıktırıcı maalesef. İnsanlığın büyük acılarının ve geleceksizliklerinin yükünü omzunda taşıyan insanlar gerçek aydınlar ve de düşünürlerdir. İnsanlığa adanmışlık bedeli karşısında kendilerini hiçe sayanların çabalarına ve emeklerine en azından duyarsız kalmamak, kendileri için değil de edilgen ve gündelik akıl merkezlilere bilinç taşırken ömürlerini tüketenlere gözlerimizi, kulaklarımızı kapatmamak ve sonuna kadar açmak gerekir. Gündelik akıl merkezli olmak ve geleceği düşünmemekten bir an önce kurtulmak için açmalıyız kulaklarımızı ve gözlerimizi. Aklı gündelik yaşamın dar alanlarından kurtarıp hem geçmişe hem de geleceğe yaymak; bu yolla geleceğe de yol açmak ‘insanım’ diyebilen herkesin ortak ve en öncelikli amacı olmalıdır. Uzağı, tehlikeleri görebilmek, doğamızda olmayan bir yaşama mahkûm edildiğimizin farkına varmak kimseye bahşedilmez; ancak kendi çabamızla bunlara erebilir ve ne yapmamız gerektiğini kavrayabiliriz demekle yetineceğim. Uzağı görmek deyince geldi aklıma:
Eski bir Maya inanışına göre, Tanrılar önceleri insanları uzak görür özellikte yarattı. Nerdeyse dağların, duvarların ardında olup biteni görebilen bu insanlar, Tanrıların pek de hoşuna gitmedi. Çünkü hiçbir işinde kendilerine ihtiyaç duymayan bu insanlara hadlerini de kendilerini de anımsatmayı düşünmüş olmalılar ki yeryüzüne inip insanların gözlerine avuç avuç toprak attılar. Böylece sadece burunlarının ucunu ve de kendilerini zorlarsalar da ufuk çizgisine kadar olan şeyleri görebilir oldu insanlar.
Artık burunlarının uçlarını görmekten öteye geçemiyorlar. Bunu amaçlayan ve isteyen Tanrıları çok mutlu etti bu. Günümüzde burunlarının uçlarını göremeyen insanların burun uçları telefon ekranları, tabletleri, televizyonları ve de bilgisayarları oldu. Gündelik bir akılla yetinmek, at gözlüğü takmış gibi önceden belirlenen yollarda gidip gelmek, ne olup bitiyor diye başını bir an bile kaldırıp bakmaya cesaret edememek gibi ne kadar olumsuzluk varsa bir tür kaderi oldu insanlığın. Dinlerin zalimlerin ellerinde kırbaca dönüşmesi dünyayı insanlık için bir cehenneme çevirmiştir. İşte ihtimal ki Voltaire bu yüzden şu saptamada bulunmuş olabilir: Tanrı’yı sevmek, herkese Tanrı’ya karşı görevini dilediği gibi yerine getirme özgürlüğünü tanımak, insanları sevmek, elden geldiğince onları aydınlatmak, ciddiye alınmadıkça karışıklığa yol açmayacak sorunlara hiç önem vermemek: İşte sizin bütün simgelerinizden daha değerli olan dinim budur benim.
Buna aklı başında ve de akıl merkezli insanların itirazı olabilir mi?
En azından benim yok…