“Çiko ile Miko gibi…” demektedir Baran. Kafese tıkılmış iki muhabbet kuşundan bahsetmektedir.
Zil çaldıktan hemen sonra salona girerken, Ferdi Özbeğen’in bir şarkısını işitiriz: Bize “Kendini düşün, biraz da beni; söyle, nedir mutluluğun bedeli?” diye sormaktadır. Anlarız ki oyun, biz henüz salona girmeden zaten başlamıştır. Baran mutluluğun peşindedir.
Seyirci ile arasında, kafeste pinekleyen iki kader mahkûmu muhabbet kuşunun dostluğu gibi bir ilişki başlar. Kuşlar kaderlerine boyun eğmişlerdir fakat sanki biraz da birbirlerinin kaderini yazmaktadırlar…
Baran Diyarbakır-Bozova’dan göç etmiş, şimdilerde İstanbul’da bulunan bir jigolodur. Elbette bugüne dek pek çok başka şehri ve işi tecrübe etmiştir; biz bunu bugünden geçmişe doğru akan anlatısıyla öğreniriz.
Kendisi bizi gördüğü için çok heyecanlıdır. Oradan oraya koşturur, gözleri seyirciler arasında gezinir ve hatta kendisi seyirciyle diyaloğa bile girer. Sahneye her çıktığında yaşadığı mutluluğu bizzat ondan duyarız.
Seyirciyle kurduğu diyalog sadece oyunun başından ibaret değildir. Senaryoda yazmakta mıdır bilinmez, bunu oyun boyunca zaman zaman görürüz. Öyle ki bazen doğaçlama yaptığından şüphe etmemek mümkün değildir. Yetmezmiş gibi kendisi bize seslenir ve gülümser: “Bu anlattıklarımın bazıları metinde yazıyor, bazılarını ben canım isterse anlatıyorum!”
Baran’ın hikâyesi sıkça arabesk şarkılara temas ederek zamanda geriye doğru ilerliyorsa bile senaryoda olup olmadığından şüphe ettiğimiz anlarıyla sanki bir caz parçasını anımsatmaktadır… Doğaçlama ve planlı olanın iç-içe geçtiği, ayırt edilemez bir hâl aldığı, seyircinin neredeyse oyuna katıldığı, amaçSIZ ve kaderSİZ bir anlatıdır.
Nitekim oyunun bu yönüne dekorda bile tanıklık ederiz. Sahne tasarımı akıllara John Locke’un “tabula rasa” kavramını getirmektedir. Locke, insan zihninin “boş bir levha” olduğunu ve kişinin deneyimleriyle şekillendiği yönündeki görüşünü bu kelimelerle kavramsallaştırmıştı. Tesadüf olmamalı, sahne ve hatta kostüm de sanki boş bir levha gibidir; sahne neredeyse dekorSUZdur.
Siyah perde önünde Baran ve onun bazen üstüne oturup bazen ise evirip çevirdiği iki basamaklı bir merdiveni ve enerji dolu jigolomuzun sanki sahneden fırlayıp da seyircinin arasına karışmasını engellemek için yere yapıştırılmış bant vardır…
Baran’ın giyimine şöyle bir göz atarız; beyefendi günlük-giyimdir, pek cakası yoktur hani… “Jigolo böyle mi giyinir, bir albenisi yok bunun!” demeyiniz…
Biz orada müşteri değiliz ve hatta neredeyse seyirci bile değiliz!
DekorSUZ bir sahne ve KostümSÜZ bir jigolo olduğuna aldanmamalı; Baran bize oyun boyunca bizzat kendi vücut diliyle, jest ve mimikleriyle, tutkulu, enerji dolu oyunculuğuyla; hayatındaki insanları, onların birbirlerine olan davranışlarını ve hatta gerekli tüm eşyaları bile hayal ettirir. Seyirci onunla birlikte hop oturup hop kalkar. Oyunu izlemek bu yönüyle sanki roman okumak gibidir; televizyon izlemeye benzemez, çok daha kalıcı ve etkileyici bir mekânsal aktarım vardır. Bu kocaman boş levhayı, Baran’ı canlandıran Fırat Aksal’ın alkışı hak eden harika oyunculuğu ve seyircinin hayal gücü doldurur.
Bu bir tesadüf olmamalı! Nitekim hafifmeşrep bir ruh hastasının düşünce akışında görebileceğimiz türden oradan oraya sıçramalar gibi biraz tanımSIZ, zamanSIZ ve mekânSIZ bir oyuna tanıklık ettiğimizi hissederiz.
Fakat tüm bu düzenSİZ gibi gözüken, zamanın sıçramalar barındırarak geriye doğru aktığı senaryoda Baran’ı dikkat çeken bir isimden bahsederken fark ederiz. Orada sanki bir ipucu vardır.
“Kader mahkûmu diyorlar benim gibisine. Kader var mı yok mu bilmem ama kadersiz insan var… Ben değil, Dilek Hanımı diyorum…”
Baran, Dilek Hanımdan bahsettiğini söylemektedir fakat sanki kendinden bahsediyor gibidir.
Nitekim bu sanki bir kaçamayış hikâyesidir. Kendisi “kadersSİZ” kelimesinin ima ettiği iki anlamı da taşıyor gibidir; yani bedbaht ve çaresizdir yahut bir yazgıdan tamamen yoksun, bir tür içgüdüsel sürükleniş içerisindedir. Sanki aldığı kararlar doğrultusunda kontrolsüzce sürüklenmektedir.
“Kadersizlik” hangisidir bilinmez fakat yaklaşık 70 dakika süren tek kişilik oyunun sonuna -yani hikâyenin başına- geldiğimizde Baran malum soruyu sorar. Onun kaderi işte biraz da bu sorunun cevabına bağlıdır.
Alkışı fazlasıyla hak eden Sıla Erkan’ın yazarlığını ve yönetmenliğini üstlendiği oyun Aysu Özbabacan’ın asistanlığıyla Koşuyolu’nda, bir apartmanın giriş katındaki 50 kişilik oda tiyatrosunda, Apartman Sahne’de izleyiciyle buluştu. Zaten orada, 2018’den bu yana iyi işlerin döndüğüne tanıklık etmekteyiz.
Şimdi Baran başka sahnelerde de mutlu olmak ümidiyle ve malum soruyu sormak üzere sizi bekliyor.
Belli ki onun kaderi biraz da SİZsiniz…