İstanbul sahnelerinde kadınların hayal(et)leri dolaşıyor, özellikle de ilhamını hayattan, yaşanmış kadın hikâyelerinden alanlar.
Zabel Yesayan’ın hayatından esinle sahnelenen etkileyici bir kadın dayanışması hikâyesi olarak kurgulanan Zabel, Cumartesi annelerinin mücadelesini anlatan Küskün Yüreklerin Türküsü, Afife Jale ile Bedia Muvahhit’in sahnede var kalma mücadelesine odaklanan Hayal-i Temsil, Ermeni tiyatrocu ve yazar Mari Nıvart’ın yaşamından esinlenerek yazılan Unutulan ve daha niceleri.[1] Bu yazıda böylesi bir üretimin şimdilik son örneği olarak izlediğim Altıdan Sonra Tiyatro yapımı olan Nihayet Makamı’ndan söz edeceğim. İlk gösterimini 25 Ekim 2018’de Kumbaracı50’de yapan, Burçak Çöllü’nün yazıp yönettiği Nihayet Makamı Şair Nigar Hanım’ın hayatından esinle kadınlar, aşklar ve şarkılar üzerine bir oyun.
Karanlıkta parlayan beyaz tül perdelerle sarmalanmış kırık dökük, eskimiş, harap bir konağın odası ve bu karanlık mekân-zaman aralığına yuva yapmış “nihayet makamı”dan şarkılar. İki kadın, ölüm döşeğindeki Şehvar hanım (Gülhan Kadim) ve hizmetlisi Sabriye (Ayşegül Uraz), bir de aralarında gezinen, onların şarkılarını söyleyen bir hayal-et, belki bir ilham perisi, belki de aralarındaki gerginliği, sınıfsal farkı silip atacak, imkânsız aşklarını şiire, şarkılara dönüştürecek, onları birbirine yakınlaştıracak şevkatli, şairane bir “gizil güç” (Hanende:Dolunay Pircioğlu ve Sazende: Burçak Çöllü). Burası dönemin ünlü şairesi Şehvar hanımın bir zamanlar, dostları için davetler verdiği, şiirlerini okuduğu, piyanosu başında şarkılar söylediği konağı. Ne varki, bu uğrak yeri savaşın başlaması, ekonomik çöküş, siyasal değişimler, işgal yüzünden aç ve açıkta kalmış, yapayalnız, terkedilmiş bir yere dönüşmüş tıpkı sahipi Şehvar hanım gibi. Hummalı leke hastalığına (tifüs) yakalanan ve son günlerini yaşayan Şehvar hanımın nihayet bir ziyaretçisi olacaktır: konağı terketmek zorunda kalmış ama oyunun şimdi’sinde geri gelen aile yadigarı hizmetçisi Sabriye. İkisi arasındaki bu son (aslında hayali) karşılaşma kendileriyle birlikte bizi de ilk karşılaştıkları an’a, geçmişe doğru bir yolculuğa götürecektir.
Şehvar, Necip Bey için hazırlanırken. Fotoğraf: Murat Dürüm
Bu hatırlama, hatırlayarak canlandırma eylemleri boyunca dönemin siyasal ortamı, “hanım-efendi” ile “uşak” arasındaki politik, kültürel, sınıfsal farklar belirginleşecek, Sabriye’nin canlandırmalarıyla sahneye renkli tipler, neşeli hikâyeler dahil olacaktır. “Tanzimat sonrası edebiyatımızın ilk kadın şairi” olarak tanınan Şair Nigar Hanım’ın (18??-1918) hayatından esinle yaratılan Şehvar karakteri sözcüğün her manasıyla “uyumsuz” bir kadın. Tıpkı onarılmayı bekleyen piyanosu ve onun bozuk akoru gibi Şehvar da deva bulunmaz bir hastalığın içinde çevresine uyumsuz, yabancılaşmış, dönemin değişimini göremeyen bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. “Ayak takımının İstanbul’a doluşmasından” şikayetçi, “padişahın savaşı kazanacağından emin”, savaşın ve “ayaktakımı” dedikleri Sabriye gibilerin mücadelesini ciddiye almayan (“Anadolu’da bir hükümet kurmak da ne demek, Anadolu neresi, Osmanlı’nın mezbeleliği”) ama son derece ciddi, biraz da huysuz duran bir kadın. Paris’i terkedip son günlerini geçirmek için işgal altındaki İstanbul’a, eski konağına dönmüş. Pek çok özelliğiyle etrafında olup biteni algılamaktan, değişimi görememekten aciz Çehov karakterlerini, kimi zaman da Ibsen’in mağrur, geçmişlerine takılı aristokrat kadınlarını andırıyor. Dönemin iyi eğitim almış, “aydın”, zengin ailelerinden birinin kızı. İlk evliliğinden iki çocuğu olan Şehvar, Paris’te yaşayan Necip beyle evli ve görünen o ki, yine mutsuz bir evliliğe yakalanmış. Üstelik parasız, yokluk içinde. Bunca sorunun arasında tek beklentisi kocası Necip Bey’in gelmesi ve onu tekrar Paris’e götürmesi. Sabriye ise sabırlı, inatçı, “bir fare gibi köşelerde, hep efendisinin yanında duran”, ona sadakatle, özlemle bağlı olduğu kadar yeri geldiğinde lafını sakınmayan bir hizmetçi. Aynı zamanda mücadeleci “bir komiteci”, “padişaha” değil “yeni kurulacak bir devlet” için mücadele edenlere bağlı. Oyunun ilk çeyreği bu iki kadının arasındaki atışmalar, özellikle politik konulardaki farklar, “padişah karşıtlığı”, “vatanseverlik”, “yüksek kültür”, “ayaktakımı”, “batılı-doğulu”, “kalıp mücadele edenler-ülkeyi terkedip kaçan”lar gibi kutuplaşmış, ayrışmış söylemlerin belirginleşmesiyle devam edince endişeye kapılmadım değil. Belli bir yerden sonra bu tartışmalar içerisinde yeni, yaratıcı bir düşünsel-duygusal alan bulamamaktan, gündelik hayatımızı yeterince işgal eden bu kutuplaşmış dilin arasında boğulmaktan korktum. Ama sonra “bir şey oldu”. Bu tanıdık boğuntunun içerisinden “başka bir dünyanın”, “bir fareden kuşa dönüşebilmenin” imkânı doğdu. İki kadının arasındaki ilişkiyi, biraraya gelme biçimlerini, o an’a kadar sahnede anlatılan ve anlatının bir parçası olan –dekordan, ışığa, oyunun afiş tasarımından söylenen şarkılara dek- herşeyi değiştiren, oyunun geriye doğru kaçması gibi benim de o an’a kadar gördüğüm herşeyi geriye doğru sarıp yeniden düşünmemi sağlayan bir şey. Bu kapalı, harabe odanın kapısı açılıp beyaz tüllerden yapılmış bir faytona dönüştü sözgelimi. Bu gezinti esnasında Sabriye’nin Şehvar’a duyduğu sürekli çoğalan, kendinden taşan aşk çıktı ortaya. Şehvar’ı bile korunaklı kabuğundan çıkaracak, aralarında hem bir çoğalma ve taşma olarak varolacak ama bir kez dile geldi mi sahibinin kalbinde hiç bitmeyecek bir eksiklik olarak yer edinen bir aşk. Şehvar’ın “nazarını celp etmek” uğruna Sabriye’yi onun bütün şiirlerini ezbere bilmeye, bir “beslemeden” şair, bestekar, yeni bir makam icracısına dönüştüren, sadece Şehvar’ı değil, seyircileri de mest eden, herkesin “nazarını celp eden” bir sabır, bir çaba, bir aşk. Sözünü ettiğim bu hayret deneyimi hiç yaşayamadıkları ama oyun boyunca sürekli hissedilen eş-cinsler arasındaki aşktan kaynaklanmıyor sadece. Hikâyeyi anlatanın Şehvar’ın “annemin beslemesi”, “ayaktakımı” diye söz ettiği Sabriye’nin olması, “Sabriye gibilerin” de nasıl ve hangi koşullar altında gerektiğinde bir “özgürlük mücadelecisine”, gerektiğinde bir bestekâra dönüşebileceğinin, müzik ile aşk arasındaki tutkulu bağın gücünü ve böylesi bir yaratımın yalnızca belli bir sınıfa, kültürel çevreye ait olmadığını gösterebilmesi adına da önemli.
Ayşegül Uraz (Sabriye) ayakta, Gülhan Kadim (Şehvar) Fotoğraf: Murat Dürüm
Sabriye’nin geliştirdiği “nihayet makamı”ndan[2] adını alan Nihayet Makamı hayali bir karşılaşmaya dayanıyor aslında. Şehvar’ın ölümünden sonra Sabriye’nin zihninde defalarca hiç bitimsiz bir “son karşılaşma”yı canlandırmasıyla başlıyor ve sekiz yaşındaki Sabriye’nin o zamanlar genç bir kız olan Şehvar’la “ilk karşılaştığı” andaki duygularını –kucağındaki Şehvar’ın cansız bedenine sarılarak- anlatması, o an’a kadar “kalbinde zapt ettiği tüm duyguları, şarkıları” haykırırcasına anlatmasıyla bitiyor. Bu sebeple olsa gerek oyunu başlatan şey oyunun varış noktası aynı zamanda. Nihayet Makamı’nın bu an’ları anlatma çabası hep aynı an’a çıkıyor: “çoktan yitirilmiş belki de hiç sahip olunamamış bir imkânın yeniden yitirilişi” (“Senin hatan. Uçursaydın şarkılarını. Kim dedi sana, kalbinde zapt et diye”).
Nihayet Makamı. Yazan ve Yöneten: Burçak Çöllü. Afiş Tasarım: Önder Sakıp Dündar
İki kadın da sahnede benzer bir çabayla ama farklı ritimler, duygularla deviniyorlar. Soru biraz da şu: ortak bir makamı yakalayacakları, aynı an’ın içinde birlikte devinecekleri imkânlar var mı? Oyunun afişindeki farenin kuşa dönüşmesi ya da kuşun fareye dönüşmesi gibi. Bu hepimiz için geçerli. Yani “önü tıkanmış”, “imkânsız” dediğimiz, farkına bile varmadan kabul ettiğimiz, aslında bizi edilginleştiren varsayımlarımızı –biraz Spinozacı bir tavırla- bu hüzünlü fikirlerimizi alt üst edecek başka bir dünyanın potansiyelinden söz edemez miyiz? Oyunun bize “olduğu haliyle” bir dünya tasarımı sunmasından çok “olmasını beklediğimiz”, “ya şöyle olsa ne olurdu”yu duyumsatan, kışkırtan bir estetikten. Nihayet Makamı böylesi bir estetik deneyimi sunuyor ve “ o dünyanın imkânından” bakınca afişte kullanılan görselin çağrışımları da zenginleşerek açıklık kazanıyor: fare mi kuş mu olduğunu anlayamadığımız şu görsel. Bir tarafta kara bir yeraltı yaratığı, diğer tarafta yüksekte uçan bir beyazlık; alt katlarda, kirin, hastalığın içinde türeyen bir canlı, diğer tarafta ise “özgürlüğün”, “saflığın” simgesi. Oyun kadınlardan birini fare, diğerini kuş olarak resmetmiyor, ikisi arasında, sözde imkânsız arasındaki dönüşümü, birlikteliği bazen de dayanışmayı somutluyor. Oyuna girmeden önce afişte bir fare görseli gördüğümde bunun belli bir açıdan bakınca bir kuş olduğunu hiç farkedememiştim. Ama gördüğüm fare bana iki yıl önce Şehir Tiyatrosu’nda izlediğim Hayal-i Temsil oyununda birbirlerini hiç görmeden, diyaloğa girmeden birlikte olan Afife (Jale) ve Bedia (Muvahhit) arasındaki hayali fareyi hatırlattı. İzleyenler hatırlayacaktır, iki kadın arasındaki gizil dayanışmanın, ortak bir deneyimin hayal-eti, umutsuzluğu umuda dönüştüren, dert ortağı görünmez bir fareydi bu. Bu yüzden Nihayet Makamı’ndaki bu fare başından itibaren bir değişim potansiyeli taşıyordu benim için. Sanırım sadece bu bile –bir tiksinti nesnesinden dönüştürü bir umut çıkarması- bir performansın seyirci üzerinde nasıl bir dönüştürü-değiştirici etkisi olduğunu göstermesi adına çok kıymetli. Yiğit Sertdemir’in sahne tasarımı da oyunun fikrini paylaşıyor. Boşlukta asılı duran incecik, karanlıkta hiç farkedilmeyen beyaz tül ve onun muhafaza ettiği bu karanlık, eskimiş, neredeyse harabeye dönüşmüş bir oda. Şu hafif tül gibi “görmezden gelinen, farkedilmeyen”, “bir fare gibi köşelerde saklanıp” Şehvar’ı izleyen, hep sabreden, anlatıcı Sabriye’nin belleği mi burası yoksa onun aşkla birlikte her anlamda özgürleşme, kuş’a dönüşme hikayesi mi? Ya da istiridyenin içine hapsolmuş gibi o tüllerin, karanlığın içinde yorganların altına saklanmış ve Sabriye’nin gelişiyle kabuğu kırılacak, açığa çıkacak bir inci tanesinin, Şehvar’ın dünyası mı?
Oyun izlemek biraz farklı dünyalar arasında, sahnedeki oyun kişilerinin deneyimi ile kendi deneyimimiz arasında oyuklu bir tünel keşfetmek, bu tünelin oyunsu çağrısına kulak vermek gibi bir şey. Bazen sahnedeki yaşamdan kendi yaşamımıza, bazen de gördüğünüz başka yaşamlara, başka oyunların dünyasına çıkan gizli patikalar gibi. Nihayet Makamı’nın duygusu bana bu sezon izlediğim bir dizi oyunu ama en çok da “kadınlar, aşklar, şarkılar” üzerine bir başka oyunu, Yersiz Kumpanya’nın Unutulan’ını hatırlattı. Sabriye ve Şehvar kapının her ani çalınışıyla korku içinde sıkışıp kaldıkça Unutulan’da eski bir Anadolu otelinin bodrum katında tutsak kalmış, oyunlarla hayal etmekten başka bir şeyi olmayan, kanto şarkılarıyla eğlenmekten, biriktirdikleri anıları, insanları, hikâyeleri hatırladıkça hatırlanacaklarını uman Mari ve Nıvart’ın korkusunu hatırlattı. Sabriye ve Şehvar’ın politik korkuları, bir “hain” olarak yakalanma korkuları, alacaklılar kapıya dayanacak diye ekonomik korkuları varken Marı ve Nıvart kapının her çalınışıyla dışarı çıkıp bedenlerini ve emeklerini otelin erkeklerine sunmaktan korkuyorlardı her defasında. Ama bu kapı sesi korku belirtisi olduğu kadar umudu da –her ne kadar boş olsa da- gösteriyordu. Nihayet Makamı’nın Şehvar’ı, kapı seslerinden bazen Necip Bey gelecek diye umutlanıyor, içeriye sırasıyla alacaklı zerzevatçı, komşu kadın, Necip bey kılığında giren Sabriye ise Şehvar’ın hayatında kendi yokluğunun izini görmekten umutlanıyordu. Unutulan’ın Mari ve Nıvart’ı ise bir gün birilerinin gelip onları bu kapatıldıkları yerden kurtarmasını. Necip beyi bekleyen Şehvar bu hatırlama-canlandırma oyununda tifüsten ölürken, Nıvart aşığının mektuplarıyla avunuyor ve veremden ölüyordu. İki oyunun kadınları benzer bir çabayla –şiir şarkı, tiyatro tukusuyla var kalmak- ama farklı ritimlerle bir bekleyişin, herşeyi yeni baştan değiştirecek bir tekrarın, hatırlayışların, can-landırmaların içinde “gerçekliği” değiştirmek, kendilerine yeni bir son ve başlangıç yaratmak için durmadan devinip duruyorlardı.
Bir tiyatro yazarı olarak izlediğim oyunlar bana yeni deneyim alanları açsın, hayal kurma, düşünme yetimi kamçılasın istiyorum. Oyunun “şimdi ve burası” dediğimiz o biricik zaman-mekân aralığı “bir başka yerin”, belki hiç olmayan bir yerin, bir ütopyanın imkânlarıyla artsın, taşsın ki biz de bu anlar içerisinde birlikte ortak an’lamlar, duygular, deneyimler üretebilelim. Sahnenin baştan kabul ettiği bir önerme ve onun olası tek cevabına göre şekillenen, bize ister şefkatli, ister dayatmacı olsun bir baba gibi parmak sallayan, uyarılarda bulunan, neyi yapıp yapmamız gerektiğini yani geleceğimizin ihtimalini başından çizen dünya görüşlerinin ağırlığı altında bunalıyorum. Burçak Çöllü’nün yazıp yönettiği, Gülhan Kadim ve Ayşegül Uraz’ın oynadığı Nihayet Makamı, açık-uçlu fikirler, duygular üreten, performansın hemen hemen her an’ında katılımcılarına duygulanışsal deneyimler (affective experiences) sunan şaşırtıcı, hem hayrete düşüren hem hayran bırakan özgün, “özgürleştirici”, umut dolu bir oyun. Ne mutlu ki son yıllarda sahnelerde böylesi oyunlardan fazlasıyla var, daha fazlasını yaşamak dileğiyle.
[1] Bu oyunlardan bazıları hakkında çeşitli dergiler için yazdım. BGST’nin Zabel’i hakkında bir yazı için; Eylem Ejder, “A Theatrical and Real Encounter with Zabel Yesayan”, European Stages, Volume 11, Spring 2018.
Hayal-i Temsil, Unutulan oyunlarını içeren bir yazı için; Eylem Ejder, “Re-writing History, Performing Forgotten: New Examples from Istanbul Stages”, Arab Stages, Volume 9, Fall 2018. Yine son iki tiyatro sezonunda kadınlar tarafından yazılmış ve oynanmış oyunları inceleyen bir yazı için; Handan Salta, “Tanıdık ve Saklı Kadın Hikâyeleri”, Teb Oyun Dergisi, Güz 2018, Sayı 39. Yine aynı sayıda yer alan Türkiye’de Feminist Tiyatro Dosyası’na göz atmak sahnelerdeki farklı biçşm ve iöeriklerde anlatılan kadın hikâyeleri hakkında fikir verebilir.
[2] Nihayet Makamı’nın ne olduğuna dair bir şeyler söylemeyi dilerdim. Ancak Sabriye sahnede bu makamı anlatmaya başladığında seyir yeri çoktan gözyaşları, burun çekmeler, ağlayıp gülmelerle dolup taşmıştı ve sanırım böylesi bir deneyimde anlatana değil dinleyenlerin iç seslerine kulak vermekten başka yapacak bir şey yoktu. Bu bile oyundaki -samimiyet, dürüstlük ve açıklık üzerine kurulmuş- karşılaşmanın ne denli güçlü bir etkilenişe sebep olduğunu göstermeye yetiyor.