Elinizde tuttuğunuz kitabın bir öykü kitabı olması, hangi sayfada son bulacağı bilinmeyen bir serüvene atılmak üzere olduğunuz anlamına gelir. Kimi kısa, kimi daha uzun, kimi de bir öncekinden daha kısadır bu hikâyelerin… Sayfaları bir bir çevirdikçe iştahla kabaran merak duygusu o son cümleye ulaşmak için var gücüyle ilerler.
Genç senarist ve yazar Gamze Arslan’ın Yaşar Nabi Nayır Ödülü’ne layık görülen ilk öykü kitabıyla henüz tanıştım. Elimde hafif, ama ağır kaygılar barındırdığı her haliyle belli olan bir kitap tutuyordum. Eve gitmeyi bekleyemeyerek ilk sayfasının ilk satırlarına şöyle bir kapı aralığından bakar gibi baktım; bakmamla birlikte hikâyeler beni içine çekti, çıkamadım.
Edebiyat kuramcısı Kenneth Burke “Öykü, yaşamın teçhizatıdır” sözleriyle yaşamın tüm gerçekliğini belirli sorunlar çerçevesinde olabildiğince yalın şekilde anlatma imkânı sunan öykü sanatını çok farklı bir yerde tuttuğunu ifade etmiş ve ona büyük sorumluluklar yüklemiştir. Roman sanatının devâsa labirent duvarlarına dokunarak ilerleyen incelikle işlenmiş karakterlerini, öyküde daha farklı bir biçimde görürüz. İnsanın doğası olarak bilinen karmakarışık bir dünyanın içine girmek cesaret, çıkmak ise bir kararlılık gerektirir. Öykü okuyucuları bu cesaret ve kararlılığı, yazarın özenle işlediği satırlar arasında lâyıkıyla gösterebilirlerse, hiçbir zaman o sayfalardan elleri boş, zihinleri eskisi gibi çıkmazlar. Her öykü, insanda
bir şeyleri değiştirir.
Çerçialan öykü kitabının ilk sayfalarında sırma saçlı Dudu ile sarı kirpikli Nimet karşılaşıyorum. Bu sırada zihnim bir saat gibi işlemekte; sonunda ardı ardına seken çağrışımlardan biri isabet ediyor. Dudu ve Nimet’in yaşadığı köyün her köşe başında gizlenmiş hüzün ve hayal kırıklığının atmosferi, beni Sabahattin Ali’nin Değirmen öyküsüne kadar götürüyor. Bize ait, hepimizin hayatının bir döneminde gittiği, koştuğu, kokusunu ciğerlerinde hissettiği bir köy bu. Acının, kayıpların eksik olmadığı, buna rağmen “dağ gibi dayanıklı” kalmanın farz olduğu, bildiğimiz bir köy… İnsanoğlunun sevgisiyle kıskançlığı, yoğunlukları farklı iki sıvı gibi, eğer bir çalkalanır da birbirinin içine karışırlarsa vay halimize… Neler neler etmez o! Yağız delikanlı Cevat’ın gözlerinde bunu görüyoruz, kaosun önüne perde çekmiş bir dinginlik hâkim. Sanki neler olacağını biliyor, hep bilmiş, buna rağmen elinden bir şey gelmemiş sevdiği ve anası kayıp Cevat’ın… Hikayenin içinde üzülmüyorum, hüzünlenmiyorum da, hiçbir yerden ajitasyon akmıyor. Yalnızca sevginin ve yapabileceklerinin büyüklüğü karşısındaki çaresizliğin o yoğun karanlık suskunluğunu hissediyorum. Derken bir öykü okuyucusunu en mutlu eden şeylerden biri oluyor; sevilen bir şairin dizeleriyle karşılaşıyoruz, hele bir de bu, Ahmed Arif ise tadına doyum olmuyor, “Aymışam yarı gece,/Seni bulmuşam sonra./ Seni kaburgamın altın parçası./Seni, dişlerinde elma kokusu./Bir daha hangi ana doğurur bizi.” [Çerçialan, sf.9]
Yazar Gamze Arslan’ın senaryo yazarlığı yönünün de getirdiği şaşırtıcı bir kurgu metodu hâkim hikâyelerde. Aklından geçen düşünceleri okuduğunuz karakterlerin aslında hangi bedene, hangi surete büründüğünü bazen her şey olup bittikten sonra hayretle fark ediyoruz. İlk olarak Alman sanat eleştirmeni Franz Roh tarafından tanımlanmış, Gabriel García Márquez, Jorge Luis Borges ve Türk yazarlardan Hüseyin Rahmi ve Peyami Safa’nın öncülerinden olduğu Büyülü Gerçeklik akımının izleri Dudu ve Nimet, Bimka, Kasapta Kesik Parmak öykülerinde açıkça hissediliyor. Devrik cümlelerin kazandırdığı şairâne yaklaşımı, mizahî bir dille verilmiş tepkiler dengeliyor. Bir anda ayaklarımızı yere vuran güçlü bir darbeyle karşılaşmak ise an meselesi…
Yazar, fantastik anlatımın yanı sıra, bazı öykülerinde olayları tüm gerçekçiliği ve yalınlığıyla anlamaktan da geri durmuyor. “Halkın dilinden konuşmak” gibi sığ bir gerekçenin ardına sığınarak sürdürülen ülke yönetimimizdeki, ataerkil mantığa dayalı lakayt tavır ve sözlerden de alınan cesaretle, aile içi şiddetin iyiden iyiye ayyuka çıktığı ve sayısının her geçen gün arttığı günümüzde, Gamze Arslan da elbette bu konuya değinmeden çıkmamızı istemiyor dehlizlerden. “Küf Korkusu Olmalı İnsanda” öyküsünün etkileyici başlığı, biraz sonra karşılaşacağı tecrübeler için okuyucuyu önceden hazırlıyor. Kadına şiddetin hangi boyutlarda, ne tür fanteziler içinde gerçekleşeceğini tahayyül bile edemediğimiz durumları, yazar yine etkileyici bir yoldan veriyor. Neyse ki her kadın ne yaşarsa yaşasın mutlaka hayatında teselli verici bir şeyler bulmayı başarıyor; tıpkı rutubetli apartman boşluğunda cirit atan Uzunkulak ve Sıtmakuyruk gibi… Onların varlığı bile kocasından gördüğü şiddetin intikamını alan ama hâlen her hareketinde çektiği acının sivri uçları zihnine saplanan karakteri cesaretlendiriyor. Yaşamlarımızı üst üste koyup sürdürdüğümüz apartmanların içindeki sözde iletişime dair de bolca hiciv içeren öyküde, şu cümleler beni hem gülümsetmeye hem de derin düşüncelere sevk etmeye yetiyor, “… O zaman Nezile daha satınalmada çalışıyordu, o kariyer basamaklarını adım adım çıkarken, ben de merdivenlere dökülen dişlerimi topluyordum. Aynı şey, ne sanki… O bile bir şey hatta. Nezile bir gün ben merdivende patlamış ağzımı tutarak kanlar içinde giderken komşuluk görevini hakkıyla yerine getirmiş ve bana kibar ofis gülücüğü atmıştı. Hakiki komşu.” [sf. 21]
Aristo, Ethics’te şu soruyu sorar, “Bir insan yaşamını nasıl sürdürmelidir?”. Öykü, gerçeklikten kaçmak değil, gerçeği aramamıza, varoluşun kaosundan anlam çıkarmaya yönelik çabamızı sürdürmeye yarayan bir araçtır. Konuşma yetisini tanrıya ettiği küfürle bağdaştıran safça bir düşüncenin götürdüğü yol mudur hayatın kendisi, yoksa ‘babası onu sevsin, bir kere başını okşayıp, iki kelam etsin diye kırk bin geyikle gelen’ Ali Seyit’in oğlu Hüseyin mi daha fazla anlam yüklemektedir biçare hayallerine… Burada, Fransız oyun yazarı Jean Anouilh’in sözleriyle sorulara biraz olsun aydınlık tutabiliriz, “Öykü, hayata biçim verir.”
Çerçialan öykü kitabının, barındırdığı sorunlar neticesinde zamansızlığını koruyabileceğini düşünsem de, edebi-metaforik cümlelerden ziyade günlük konuşma kalıplarına sıkça yer verilen öykülerin, ileriki dönemlerde varlığını koruyabileceğine her zaman şüpheyle baktım. Lâkin Gamze Arslan “Allah’la Ciddi Düşünüyoruz” öykü başlığında olduğu gibi günlük konuşma kalıplarını, öykünün içeriğindeki yoğun anlama tutundurmayı başarıyor ve okurken yüzdüğünüz derinlikten sığ sulara çekilmiyorsunuz.
Geriye yalnızca yazarla okuyucu arasında kurulan samimi bir bağ kalıyor. Çerçialan, okuduktan sonra mutlaka bir şeyleri değiştirebilecek güçte bir kitap olarak edebiyat dünyasında yerini alıyor.