Pop müziğinin globalleştiği 60’ların ilk yarısında mesaisine başlamış tüm müzisyenler arasında benim üzerimde en kalıcı etkiyi bırakan müzisyen Bob Dylan oldu. 15 yaşında gitar çalmaya başladığımda ‘Blowing in the Wind’, çalmayı öğrendiğim ilk şarkılardan biriydi. Ama müziği hiç ilgimi çekmedi. İkinci bir şarkısını dinleme isteği de duymadım o yıllarda.
İkinci buluşmamız lise bittiğinde, üniversite sınavını kazanamadığım bir yıllık boşlukta, 1989’da gerçekleşti. Desire albümünün CD’sini satın aldım. O günden bu yana mutlu bir beraberliğimiz var. Dylan’ın müziği ve şarkı sözleri on yıllığına hayatımı ele geçirdi. Sonra evlilik, çoluk çocuk, epey uzak düştük. Ama neredeyse 15 yıldır evimde asılı yandaki resim. Ara ara göz göze geliriz, gülümser bana salondan.
Malum pandemi. İş yok, en azından benim yok ve bu aslında çok ciddi bir sorun. Bu durum bir kaygı oluşturuyor. Kaygıyla da yaşanmıyor. İyi gelir bana hep Bob Dylan. Ruhuma yani. İyi hissetmek için yapacağım bu işi. Zira hepimizin iyi hissetmeye ihtiyacı var.
Hani en iyi bildiğin işi yap derler ya. Benim de bu hayatta en iyi bildiğim şey Dylan ve anlatmaya çalıştıkları galiba. Çok şey öğrendim ondan. Ergenlikte çok sevdiğin, öykündüğün bir dayın vardır ya hani, kendi dayımdan iyi olmasın, Dylan benim için öyledir. Onun bana anlattıklarını yazacağım size. Dylan’ın albümleri, şarkıları hakkında sayıklayacağım anlayacağınız. Çok ukalalık yapmadan, tartışmalardan uzak kalma çabasıyla ve içimden nasıl geliyorsa öyle…
Artık duygularımız üzerinde sosyal medyanın belirleyici bir etkisi var. Bir ‘like’ bir gönül telini titretebiliyor. Sosyal medya’da postaladığımız her şey, aslında ‘hey bana bak dostum!’ diyor. ‘Sana söyleyeceğim ilginç bir şey var’ diyor. Benim de öyle. Çünkü harbi ilginç bir adam Bob Dylan. Çok matrak bi kere. Hani hayatını yazsan roman olur derler ya, vallahi oluyor. Mesela bu adam, zihninden geçenleri yazdı, Nobel aldı.
Müzik sevdamızda şüphesiz dönem dönem diğerlerinin cazibesine kapıldık. Mesaimize, elbette Heavy Metal ile başladık. Scorpions World Wide Live, Iron Maiden Number of the Beast, Helloween, Aptulika, Marillion, Manowar, Metallica, Nişantaşı Zihni, Bakırköy ‘El yazısının Kurbanı Olduğum’ Hakan Ağabey, ve Ekoy Eloy, Kadıköy Akmar, evde gitar çalmalar, grup kurma hayalleri falan filan. Piyale’yle beraber dayadık musluğa ağzımızı kana kana içtik. Bakırköy’den Kayhan Kırıkkaya idi mihmandarımız. Neler öğrendik onun sayesinde be!
Deniz Pınar’ın Narmanlı’sını keşfettiğim gün ise metal müziği bir daha asla bir şey ifade etmedi benim için. Ama ilk aşkımdı. Deniz’in dükkana aşık olduk bu kez. Yemedik içmedik, ne biriktirdiysek Deniz Pınar’ın olağanüstü koleksiyonundaki plaklara yatırdık. Sonrası akustik gitar müziği. Her biri ayrı ayrı tüm albümleriyle beni etkileyen David Crosby, Graham Nash, Stephen Stills, Neil Young. Felaket fingerpicking’ci James Taylor, Grateful Dead’ler. Jim Croce’ler, Jackson Browne’ler, Flying Burrito Brothers’lar. Sonra işin ABC’si, Beatles’lar, Stones’lar, Aminals’lar…Narmanlı’nın avlusunda Türkiye’de yayınlanmış üç Dylan kitabını da yazacak olan, hayranlık duyduğum Gökalp Baykal ile konuşmalar da cabası. Ama Bob Dylan hala hakimiyetini ilan etmemiş. Müziğin tek bir patronu var gözümde o aralar: Bruce Springsteen. Hiper aktif ve bulaşıcı enerjisiyle gırtlağımdan yakalamış beni Patron. Hala yaptığı her şeyi huşuyla dinliyorum. Allah başımızdan eksik etmesin.
Sonra hakimiyet gitarın oluyor. Aklım hep gitarın ne dediğinde. Baktım ki bu kez gitara aşık oldum. Kimler yok ki mecnunu olmadığım. Mesela Kraliyet ailesinden ve Beatles’dan – daha doğrusu George Martin’den- araklanmış, ama bir o kadar da muhteşem, üst üste kayda alınmış sololarıyla Brian May (üstüne üstlük yanında da Freddie Mercury var, suyundan da koy!).
Rock müziğinin Deli-Dahi Profesörü Richie Blackmore var sonra (yanında da John Lord, Ian Paice, Ian Gillan ve Dio var, fena yani)
Sonra zarafetiyle Mark Knopfler’ı bi duyuyorsun. Aptal aşık oluyorsun. Çiçekler böcekler. Öyle aşıksın yani. Çok büyük adam Knopfler, onu da Allah başımızdan eksik etmesin.
Sonra Lynyrd Skynyrd. Vay AMK! Bu ne? Gitar müziğinin Yedi Kocalı Hürmüz’ü. Her biri birbirinden merdane üç gitarist (Steve Gaines’i de ekle, etti sana dört).
Aman yarabbi. Taner Tanrıöver’in Yeşilköy’deki evinde dinledim ben adamları ilk kez. Yürüdüm sonra Yenimahalle’ye kadar. Bu neydi arkadaş? İlk albüm. Pronounced Leh-nerd Skin-nerd. Çıtır çıtır tonlarda country soslu akıldışı gitar riff’leriyle ve sözlerindeki bad ass tavrıyla adamı kendisine hasta ettiren Lynyrd Skynyrd. Hey yavrum be, ne gruptu! Bi tek Gary Rosington kaldı geriye.
Sonra J.J. Cale, alçak perdedeki mükemmelliğiyle, bıdır bıdır, şahane. Hele ki Grasshopper albümü…
Epeyce benim de kullarından biri olduğum Eric Clapton Hazretleri var bi de. At Budokan albümünde bir Double Trouble çalar, imana gelirsin.
Sonra Blues müziği alır sazı. Dara Ganjavi’den öğrendiğim acaip rag-time’lar yazan Reverend Gary Davis. Maça Papazı Albert, Sinek Papazı Freddie ve Kupa Papazı B.B.King’i de keşfettin mi senden Kralı yok, nüfuslarına alıyorlar adamı. Uzun lafın kısası, insanlar böyle gitar çaldıkları sürece, müzik sözü çok kötü dövüyor müzikte. Ağzını burnunu kırıyor bildiğin. E, senin de delikanlı zamanın, hormonlar falan, bayağı kapılıyorsun gitar işine, müziğin büyüsüne.
Var oğlu var müdür. Ekonomi sayfasını okusa Gospel tadı veren asabi abimiz Van the Man Morrison var mesela. Aretha Franklin var sonra, adamı titretip kendisine getirten. Lou Reed var mesela, üç akorun ozanı. Fareli köyün kavalcısı Jethro Tull’ı var, cennete merdiven dayayan Led Zep’i var.
Bunların tümü hayatımda hala zaman zaman var. Ama tüm bu hengamenin içinde bir şarkıdan ne beklediğimle ilgili tüm algılarımı temelinden değiştiren Bob Dylan, hayatımda hep var, iyi ki var. Desire albümü CD çalarıma girdiği günden bu yana, hep. Hurricane, bir girdap gibi beni içine çekti, içinde en güzel günlerimin geçtiği bu şarkı denizine.
Bu girdaptan bahsedeceğim size. Gökalp Ağabey’in deyimiyle Bir Şarkı Irmağı, Dylan’dan.
İlk albüm ile başlayacağız. Sene 1961… Tıfıl bir Minnesota delikanlısı başında Woody Guthrie’ye öykündüğü şapkası ve elindeki akustik gitarıyla karlı bir Kasım günü Columbia Kayıt stüdyolarına doğru yürümektedir…