Kralın biri tuvalete girip donunu aşağı sıyırır… Ne güzel! Fakat orada onu kötü bir sürpriz beklemektedir. Kral oracıkta can verir. Aradan yıllar geçer, bu kez sadece bir kralın değil, binlerce insanın başına gelir bu talihsiz olay; ne yazık… Tarih boyunca dışkıya saygı gösterenler, tuvaleti kutsallaştırıp ona ibadet edenler ve hatta orada sanatsal bir edinim bulanlar olmuşsa bile nafiledir bu; tuvalette ölenleri, pisi pisine gidenleri kurtarabilen pek olmamıştır.
Elbette günümüzün ekstra konforlu klozetleri ve bireyin ihtiyaçlarını abartan tuvaletleri kadar gelişmiş olmasa bile Antik Çağ Mezopotamya’sında da tuvaletleri görmek mümkündür. Orada uluorta “içine edilen” ilkel oturaklarda ve kamusal tuvaletlerde biriken dışkı az sayıdaki gelişmemiş kanallar aracılığıyla şehirden uzaklaştırılmaktadır.
Bazı toplumlarda tuvalet ve dışkı ile ilgili tanrılar vardır, bunun üzerinden ortak yüce bir amaç oluşmuştur ama yine de kabul edelim ki dışkının hoş karşılanmaması anlaşılır bir şeydir. Nitekim kokuşmuş ve pis olması yetmezmiş gibi tuvalette ölenler, pisi pisine gidenler bu işi daha da tatsız kılmaktadır.
Kral Eglon’un ölümü pek acınasıdır. Bir gün Ehud’la bir yandan sohbet edip diğer yandan işini görürken, Ehud’un hançeri bir anda ona saplanınca, oracıkta can vermiştir. Pisi pisine gitmiştir.
Etrüsklerin önayak olduğu kanalın, Cloaca Maxima’nın inşası sırasında ise birçok kölenin zor şartlara dayanamayarak içinden pislik akan bu kanala atlayıp intihar ettiği söylenir.
Roma’da ise durum biraz daha farklıdır. Sokak ortasında dışkılamak için bulunan gastralar (vazolar) olsa da orada zenginlerin evlerine bağlanan biraz daha gelişmiş bir kanalizasyon ağı görürüz. Daha ilginç olanıysa Romalıların bir yandan malum işlerini hallettiği, diğer yandan da hem günlük hem de önemli konuların konuşulabildiği kamusal tuvaletlere sahip olmalarıdır. Bu tuvaletler bir değişimin ve dönemin sosyal yapısının önemli bir temsilidir desek pek yerinde olacaktır. Öyle ki o güne dek tuvaletler neredeyse sadece ihtiyaç gidermek için kullanılırken artık tuvaletin başka bir amacı vücut bulmaktadır: Sosyalleşme yeridir tuvaletler!
Yine de bu durum çok şeyi değiştirmez, İmparator Elagabalus’un da tuvalette öldüğü, pisi pisine gittiği söylenir.
Orta Çağda tuvaletlerde “bireyselleşme”nin ilk bebek adımlarına tanıklık ederiz sanki. Kilisenin etkisini artırmasıyla “mahremiyet” kavramının izleri görülür. Yoksullar için oturaklar ve kamusal tuvaletler geçerli olsa da saraylarda ve zengin evlerinin bazılarında “gardrobe”lar yer bulmaya başlamıştır. Binanın üst kat cephesine takılmış küçük bir kulübeye benzeyen bölmenin tabanından aşağı bırakılmaktadır bütün pislik… Kitap okumak yahut yalnız kalmak için güzel bir alandır. Oraya “yalnızlık” duygusunun ilk tohumları ekilmiş gibidir. Ancak bunun da kendine has tehlikeleri bulunur.
Savaş ve saldırı esnasında birçok düşman askerinin bu gardrobelara tırmanarak içeri sızdığı söylenir.
Nitekim Kral Edmund Ironside da gardrobeda işini hallederken düşmanı tarafından kuyunun içinden bağırsaklarına kadar saplanan hançerle öldürülmüştür.
O da pisi pisine gidenlerdendir…
Bilhassa 12. yy. itibarıyla şehveti önlemek için tuvaletler arasına küçük levhalar konduğu söylenir. Evlerde ise zaman zaman perdeli kutulu oturaklar kullanılmaktadır. Özellikle evlerdeki tuvaletlerde -henüz tam anlamıyla olmasa da- mahremiyet ve yalnızlık izleri görülür…
Kentler, pislikten geçilmez. Kanalizasyon kuyuları sürekli dolup taşmaktadır. Zavallı bir tuvalet temizleyicisi – yani bir gongfermor- olan Richard bir kanalizasyon kuyusuna düşüp orada boğularak can vermiştir.
Daha korkutucu olansa, salgın hastalıklar yüzünden dehşet verecek ölçüde kitlesel ölümlerin başlamasıdır. Bu dönemde pisi pisine giden çok sayıda insan görürüz…
16. ve 17.Yüzyılda krallıklar güçlenip kilise güç kaybettikçe oturaklara verilen önem yeniden artmıştır ve sokaklardaki “bok” yağmuru iyice hızlanmıştır. Bu dönemde erkeklerin yemek sonrası toplu şekilde süslü oturaklar üstünde işlerini hallederek sohbet ettikleri, kamusal tuvaletlerde ise kadın-erkek ayrımının yapıldığı söylenir. Yüksek sosyetedeki mahremiyet duygusu ise kaybolmamıştır. Gardobeların gelişip yerlerini daha da izole ve konforlu olan küçük odalara, tuvaletlere bıraktığı gözükür. İngiliz yazar ve mucit John Harrington’un, ilk sifonlu tuvalet olarak bilinen Ajax’ı işte bu zamanlarda ortaya çıkmıştır fakat çok yazık, kendine pek fazla yer edinememiştir.
E tabii, var mı kutulu oturak gibisi!
Aydınlanma Çağında koltuklu ve kutulu oturakları içine alan kapalı tuvaletler artık oldukça popülerdir. Ana kanalizasyona bağlanan evlerin sayısı ise artmıştır. Klozetler, zenginlerin evlerinde görücüye çıkmaya başlamıştır bile.
Artık mahremiyet ve bireysellik tuvalette kendini gitgide daha güçlü bir şekilde hissettirmektedir. Özel bir alan olmanın ötesinde orada sanata bile yer vardır. Tuvalet üzerinden mizah yapılmakta bazı tuvaletlerde ise süslemeler yer almaktadır.
Asıl ilginç olansa tuvaletin 19. Yüzyıldan itibaren hayali, doğa dışı ve insan kurmacası dünyaya hizmet eden bir yer olmasıdır. Aslında son derece doğal ve temel bir ihtiyaç olan “dışkılama” vb. eylemler eskiden olduğunun aksine utanılması ve saklanması gereken eylemler olarak değerlendirilmektedir. Tuvalet yine de hâlâ küçük bir köşe nişi gibidir, henüz tam bir konfor alanı olamaz.
19. Yüzyıl sonrasında tuvaletlerin iyice özelleşmesi ve mahremiyet algısının oldukça güçlenmesiyle tam anlamıyla bireyselleştiği görülür. Tuvalet sadece onu kullanana özel bir alandır.
1900’lerde bilimin de ilerlemesi sayesinde tuvalet kullanımının önemi anlaşılmıştır. Böylelikle kentlerde daha kapsayıcı kanalizasyon sitemleri kendini göstermeye başlar. Geniş çaplı kentsel dönüşüm hareketlerini bile görmek mümkündür.
Toplumsal sağlık genel anlamda daha iyiye gidiyor gibi gözükse bile ilkel kanalizasyon sistemleri ve klozetler kitlesel salgın hastalıkları tam anlamıyla önlemeye yetmemiştir. Bu dönemde de kolera, tifo, tifüs ve benzeri birçok felaket kol gezer.
Tuvalet bireysel bir alana dönüştükçe ona bağlı ölümler kitlesel bir hâl almaktadır sanki…
Elbette ki gün geçtikçe klozetler ve kanalizasyon sistemleri gelişmeye devam eder ve gitgide bugünkü hâline benzemeye başlar.
Ancak tuvalet tarih boyunca hiçbir zaman bugün olduğu kadar “yalnızlık” alanı olmamıştır.
Evinizin size özel odasında siz çayınızı içip kitabınızı okurken kapınız bir anda tıklatılabilir, size bir şeyler söylenebilir ve hatta biri izninizi isteyerek odaya girebilir bile! Ancak tuvalete değil bir anda girilmesi, “iş üstündeki” birinin kapısını tıklatarak onu rahatsız etmek bile hiç hoş karşılanmaz. Bir kamusal tuvalette bile el yıkanırken sohbet edilebilir fakat kabin kapısı kilitliyse içerideki kişi rahatsız edilmez. Orası sanki mutlak yalnızlık ve hatta dahası, “boş zaman değerlendirme” alanıdır.
Geriye doğru şöyle bir bakınca görülür, tuvaletin gelişim süreci sanki Maslow’un İhtiyaçlar Piramidini tabandan yukarıya tırmanmak gibidir…
Tuvalet önceleri sadece temel fiziksel ihtiyaç olarak görülürdü. Daha sonra güvenlik, sosyal yönünün gelişmesi, saygınlık ve mahremiyet gibi kavramlardan bahsetmek mümkün oldu. Bugün ise tuvaleti “kendini gerçekleştirme alanı” olarak görmek pek yanlış değildir.
Kamusal tuvaletlerde duvarlara yazılan yazılar ve çizilen resimler, telefonda geçirilen vakit, bir şeyler okumak ve hatta yazmak yahut izlemek ve müzik dinlemek… Orada sanat yapılabilir. Kişi kendiyle derin bir sohbete ve hatta tartışmaya girişebilir. Üstelik tamamen izole ve yalnız olmanız sebebiyle, tuvalet pekâlâ bir “kendini gerçekleştirme alanı” olabilir.
Onu anmadan olmaz, şimdi -maalesef- sadece sahaflarda bulunabilen bana göre değerli bir kitabın; “Tuvaletin Sosyal Tarihi”nin yazarı Julie L. Horan 107. sayfada bize şöyle söylemektedir:
“Bir toplumun kaygılarının ve paranoyalarının, o toplumun tuvalet tasarımları aracılığıyla tespit edilmesi mümkündür”
Elbette, haksız değildir.
Bugünün tuvaletlerinde çağdaş aşırı bireysel insanın “özgün olma” ve “kendini gerçekleştirme” kaygısının ve isteğinin izlerini görebiliriz.
Dahası, ekolojik kaygıları gidermeye yönelik tasarruflu sistemler, sağlık gözetim sistemleri, müzik ve görüntüleme sistemleri gibi eğlence araçları, tam otomatik popo deliği yıkayıcısı, -elbette ki kurutucusu da var- ekstra konforlu, ısıtıcılı klozetler gibi tembelleştiren teknoloji araçları, çabucak biten tuvalet kağıtları gibi hızlı tüketim ürünleri ve “özgün” mimari de bize muhakkak bir şeyler fısıldamaktadır.
Çağdaş tuvaletlerin harika birer kendini gerçekleştirme mekânı olması, Donskis’in Baumann ile birlikte “Akışkan Kötülük” başlığı altında değindiği sürekli tüketim ve buna bağlı memnuniyetsizlik pompasını içermesi ve ekolojik-ekonomik verimlilik kaygıları barındırarak araçsal unsurlarla donatılmış olması akıllara Charles Taylor’ın “Modernliğin Sıkıntıları” isimli kitabını getirir.
Nitekim orada birbiriyle bağlantılı ve birbirini tetikleyen üç temel sıkıntıyı görürüz.
Bunlardan ilki ve en gözle görülür olanı bireycilik-anlam yitimidir. Taylor’a göre aşırı bireyselleşme sonucunda kişinin tamamen kendine dönmesiyle, içe odaklanmasıyla ve kendini keşfetmeye çalışmasıyla eskiden var olan devletin yüceliği yahut din gibi büyük bir amaca hizmet etme duygusu bugünlerde yitirilmektedir. Genel olarak insanlara küçük ve sıradan zevkler hükmetmektedir. Bu da toplumdan kopuşu ve yalnızlık hissini ortaya çıkarmakta böylece bireyin başkalarına ve topluma karşı kayıtsız kalmasına sebep olmaktadır. Ayrıca kişinin karakter oluşumu monolojik değil diyalojik olduğundan, karakter oluşumu ve bireycilik arasındaki çelişki sürekli bir hâl almaktadır.
Bir diğer önemli sıkıntı ise araçsal aklın öncelik kazanmasıdır. Gitgide daha fazla sayıda insan, daha güçlü bir şekilde hayatı bir matematik denklemi gibi görmektedir. Hayatın her alanına maliyet-fayda gözetimi izini bırakmaktadır. Kişilerin nasıl daha verimli, ekonomik yönden faydalı olunabileceğinin hesabını sürekli olarak yapmasıyla bir tür yararcı toplum oluşur. İnsanlar araçsallaşmakta ve nesneleşmekte, her biri diğeri için işe yarar bir alete dönüşmektedir sanki… Gitgide daha fazla geçici ve kısa ömürlü nesneler görürüz.
Taylor’a ek olarak belki söylenebilir: Bu durum günümüzün kısa ömürlü-geçici arkadaşlık ilişkilerini de açıklamaktadır sanki…
Son ve belki de bunların bir sonucu olarak siyasal düzlemde özgürlük yitimini görürüz. Artan sayıda içine odaklı, kapalı bireyler yönetim faaliyetine katılımda düşüşü doğurmaktadır. Yurttaş devlet ve bürokrasi karşısında yalnızlaşır; kendini güçsüz ve hatta çaresiz hissetmeye başlar. Bireyin geleceğimiz üzerindeki siyasi denetim kabiliyeti tehlikeye girmiştir. Söz konusu olan “siyasal özgürlük” yitimidir.
Bütün bunlar bugün pek popüler olan kaygı sorunları, memnuniyetsizlik, aidiyet yoksunluğu, durumsallık, ihanet, yalnızlık ve çaresizlik gibi hisleri açıklamaktadır sanki…
Sakın ola Kemal Sunal’ın canlandırdığı Kibar Feyzo gibi “Sıçmak da yasak mı gurban?” demeyelim.
Elbette bu işi yapacağız, yapıyoruz… Hem de hiç olmadığı kadar hep birlikte.
Bugün tuvaletler aşırı bireyselleşmiş gözükseler bile devasa bir tesisat ve kanalizasyon ağıyla birbirine bağlıdır.
Asıl mesele, çağdaş tuvalette pisi pisine gidenlerin ne olduğudur.