Özellikle ekseninde edebiyatçıların, yazarların olduğu, onların savrulmalarla geçen hayatlarını, korkularını, aşklarını, takıntılarını, hayal kırıklıklarını, başarısızlıklarını işleyen filmleri daha ilgiyle izliyorum. Yazıya uzak, ortalama bir izleyicinin gözden kaçırma ihtimali yüksek olan ayrıntılarda kendimi yakaladıkça yaptıklarıma, yapamadıklarıma dışarıdan bir gözle bakmanın iniş çıkışlarını yaşıyorum. Beni Affedebilir misin? – (Can You Ever Forgıve Me?) tam da böyle bir filmdi işte.
Ama öncesinde kısa bir dipnot: Kendime yazarım demeye utandığım bir aşamadayım. Bununla ilgili asıl yazıyı başka zamana bırakmak kaçınılmaz bir sorumluluk. Sadece filmdeki yazar karakterinin dibe vurmuş hayatında bile edebiyatın yakıcı gücüne tanıklık etmek etkileyiciydi. Türkiye’de kurulu sistemin tepeden tırnağa çürüdüğü, kokuştuğu bir aşamada edebiyatın, yayın dünyasının ve buna bağlı olarak okuyucu, yazar, yayınevi ilişkisinin çürümeden en fazla nasibini alan yerlerin başında geldiğini düşünenlerdenim. Sonuçta köküne kadar içindeyim bu çamurun. Ne yazdığınızın, nasıl yazdığınızın değil hangi cephede yer aldığınızın, arkanızda duran gücün, sırtınızı yasladığınız yerin daha önemli olduğu bir çıkmaz sokaktan söz ediyorum. Bu yapı, Mustafa Kemal’i öne sürerek 2500 liradan kitap satma tüccarlığına soyunabildiği gibi, cebine baskı parasını koyup yayınevlerinin kapısını çalanların tuvalet kağıdı bile etmeyecek döküntülerinden çok satan romanlar, öyküler üretebilmektedir. Parasını ödeyerek kitap bastırmanın edebiyat olduğunu sanan ve buna gerçekten inanan bir kalabalık oluştu artık. Kitabını para dökerek bastırdıktan sonra adının başına yazar sıfatını ekleyenler ayaklarımın suya ermesini sağladılar. Yani ben yazar falan değilim artık. Bu kirlenmişliğe ortak olmayı reddediyorum.
O nedenle yönetmenliğini Marielle Heller’ın yaptığı, başrollerini Melissa McCarthy, Richard E. Grant’ın paylaştığı biyografik dram “Beni Affedebilir misin?” adlı filmi karmakarışık duygularla izledim. Ve galiba yine çok kişileştirdim. Ama Sinema Okumaları’nın takipçileri zaten baştan beri bu gerçeği gizlemediğimi bilirler. Daha izlerken yazmayı kafama koyduğum filmleri ben aslında yeniden kurguluyorum. Aralara kendi yaşanmışlıklarımdan parçalar ekledikçe başka bir şey çıkıyor ortaya, tıpkı şimdi yaptığım gibi.
Katharine Hepburn, Tallulah Bankhead ve Estee Lauder gibi ünlülerin biyografilerini yazarak edebiyat yaşamını sürdüren Lee Israel’in (Leonore Carol İsrael) gerçek hikayesinin anlatıldığı filmde yazarı canlandıran Melissa Mccarthy’i kusursuz bir oyun sergiliyor. Kitaplarından iyi paralar kazandığı dönemlerde bunu sakınmadan harcayan Lee’nin aslında evdeki kedisinden başka pek dostu yoktur. Edebiyat dünyasında dostluğun zor kurulan bir ilişki biçimi olduğunun somut kanıtıdır onun yalnız başına sürdürdüğü yaşamı. Film Lee’nin düşüşe geçtiği bir aşamada başlasa da, yalnızlık duygusu ağırlığını hemen hissettirir. Ne yazık ki yazma eyleminin kaçınılmaz kaderidir bu.
Lee düşüşe geçtiği bir dönemde yazıdan kopmanın sancısını alkol tüketimini arttırarak dindirmeye çalışır. Boşalan her bardak yalnızlığını bir kat daha arttırır, günü birlik yaşamanın yarattığı dağılmışlık üstüne başına, giyimine kuşamına yansır.
Filmle ilgili şöyle bir yorum okudum: ‘’Eli yüzü düzgün bir film ama genel olarak içimde hiç bir his uyandırmadı, hiçbir şey hissettirmedi.’’
Söylemek istediğim tam da bu işte: Kafayı azıcık kurcalamadan, çekirdek çıtlatarak film izleyen birisi için evet, (belki de bütün filmler için geçerli) bir şey hissetmek zor. O zaman şunu sormak gerekiyor: Ne arıyorsunuz siz? Entrika mı, şiddet mi, seks mi, gizem mi? Ekonomik açıdan iyice bunalan Lee’nin para istemek amacıyla yanına gittiği yayıncısının, onu yerin dibine sokan aşağılayıcı konuşmasında bu şıklardan birine bile rastlayamazsınız. Çariçe edasındaki yayıncının Lee’ye artık yazdığı biyografilerin satmadığını söylerken yüzünde beliren ifade çok aşağılayıcıdır.
Evin kirasını bile ödeyemeyen Lee para bulmak umuduyla kütüphanesindeki kitapları satmaya başlar. Bilenler bilir, kimi insanlar için çalışma odalarının duvarlarını kaplayan raflardaki kitapların özel bir anlamı vardır. Bir kitabın alınırken, okunurken, okunduktan sonra onunla beraber yaşanırken hafızada biriktirdiği ‘’an’’ların izleri hiç silinmez. Siz yaşlansanız da onların çağrışımları titrer durur içinizde. Anıların kitabı, gövdenizin bir parçasıymışçasına tozlu rafların arasından bakmaya devam eder. Aslında o da yaşlanmıştır. Parlaklığını yitirmiş kapağı, sararmış solmuş yaprakları kitaplığa ilk girdiğindeki haline hiç benzemez.
Lee sahafa götürdüğü kitaplarını tezgahın üzerine bıraktığında niyeti hepsini satabilmektir ama adam bir kısmını seçer, diğerlerinin işine yaramadığını söyler.
Siz hiç kitaplarınızı satmak zorunda kaldınız mı?
Eğer belli bir noktayı aşmışsanız ve hele sözcüklerden, imgelerden uzaklaşmanın girdabında sağa sola savrulmaya başlamışsanız dengede kalmayı umarak içersiniz. Bu insanı başka bir açmaza sürüklese de, benzer süreçlerde alkolün işe yaradığını kökten reddeden psikologlar gibi düşünmediğim kesin. Ama Lee bunları zaten sorgulama gereğini hissetmez. Sessiz sedasız içtiği bir barda yıllar önce partide tanıştığı eski arkadaşlarından Jack’le (Richard E. Grant) karşılaşması, hayatındaki belirsizliklerin farklı noktalara doğru ilerleyeceğinin göstergesidir aslında. Hani kan çeker diye bir söz vardır. Yani arar bulursunuz sonunda: Mutluluğu da, belayı da. Özetle eğiliminiz nereye doğru kayıyorsa o çıkar karşınıza. Eşcinsel, serseri, işsiz, evsiz ve uyuşturucu düşkünü Jack, bir anda Lee’nin kader arkadaşı olur.
Herkesin içinde, uyandığında çevresine zarar verebilecek kötü düşünceler vardır. Bu bazılarında ömür boyu hiç kıpırdamadan yatar, bazılarındaysa küçücük bir dokunmayla uyanıverir. Jack tam da bu noktada Lee’nin yasadışı işlerden para kazanmasını sağlayacak fikirbabası rolünü üstlenir. Tabii ki somut bir önerisi yoktur. Hani havadan sudan konuşurken birden çağrışım yapan düşünceler gelir aklınıza. Serseriliğin en temel felsefesidir bu: Havadan sudan konuş ama arka planda yasalara saygılı, sıradan yurttaşların akıllarının ucundan geçmeyecek cinlikleri kurgula.
Lee bir sabah içine çoktan yer etmiş o cinden habersiz gazeteleri karıştırırken yan gözle çalışma masasında duran daktiloya bakar. Günlerdir tek bir harf, tek bir sözcük yazdıktan sonra yırtıp attığı kağıtlarla doludur çöp sepeti. Bu arada filmi baştan kurguluyorum demiştim ya, ben hiçbir kağıdı öyle yırtıp atmaya kıyamadım. Hatta bir itiraf daha, kağıt peçeteleri bile dürüp büküp atarken içim sızlar. Eğer çok kirlenmemişse yani yağ, salça lekeleriyle bulanmamışsa mutfak dışında kullanılmak üzere kenara koyduğum peçeteler vardır. Örneğin gözlüğün camını silmek, çalışma masasındaki çay lekesini temizlemek gibi işlerde kullanırım onları. Düşünsenize, Lee filmde kağıt peçete biriktiren takıntılı bir yazarı canlandırsaydı ilginç olmaz mıydı?
Şimdi filmle ilgili bir yorum daha eklemek istiyorum:
“Mesela kedisini tedavi ettirecek veya kirasını ödeyecek parası yok ama barlarda içiyor.”
Benzer bağlantılar üzerinden filmi sorgulayan bir izleyicinin Lee’nin iç dünyasına ilişkin düşünceler üretmesi mümkün müdür? Yorumları verme nedenim yaklaşımlar arasındaki farklar üzerinden neleri gördüğümüzü ya da göremediğimizi biraz daha belirginleştirmeyi amaçlıyor.
Lee bakışlarını daktilodan yukarıya, duvarda çerçevelenmiş duran yazıya doğru kaydırdığında onun hayatının dönüm noktası sayılabilecek bir karar anıyla yüzleşiriz. Çerçevedeki kağıt Katharine Hepburn’ün yazdığı mektuptur. Sahne değiştiğinde Lee’yi ünlü sanatçıların, tanınmış edebiyatçıların mektuplarını toplayan bir koleksiyoncunun dükkanında görürüz. Yer sahibi olan Anna (Dolly Wells) çerçevedeki mektuba hayranlıkla bakar. Bunun çok değerli olduğunu söyleyerek niçin sattığını sorar. Diğeri saçma sapan bir yanıt verir. Çünkü aklı alacağı paradadır. Anna mektupta adı geçen Lee İsrael’in karşısında duran kişi olduğunu öğrendiğinde bütün kitaplarını okuduğunu söyleyerek ona övgüler düzer. Lee biraz hüzünlense de mektup karşılığında aldığı 175 dolar maddi ve manevi sıkıntılarını hafifletiverir.
İşte Lee’nin mektuplar üzerinden para kazanma hikayesi böyle başlıyor. Tabii kullandığı yöntemler koşullar zorlaştıkça, ardında izler bıraktıkça değişir. New York Kütüphanesi’nde mektuplar üzerine araştırma yaparken Fanny Brice adlı yazarın hayatını anlatan bir kitabın iç kapağında onun daktilo ile yazılmış mektubunu bulur. Zarfı gizlice çantasına attıktan sonra soluğu koleksiyoncuda alır. Anna’ya göre ilk getirdiği daha değerlidir. Katharine Hepburn orada Lee’ye özel hayatını anlatmaktadır. Bu herkesin dikkatini çekebilecek bir tuzaktır. Oysa Fanny Brice’in mektubu soğuk bir dille yazıldığı için 75 dolardan fazla etmez.
O an Lee’nin içindeki cin adeta tepinir. Mesele anlaşılmıştır. Hemen eski bir daktilo satın alır. Dosyalarının arasında beklemekten rengi sararmış boş kağıtlar bulur. Noel Coward’ın ağzından etkileyici bir mektup yazar. İmzasını taklit etmek için çok uğraşır ama başarır. Sonunda adres yine Anna’dır. Kadın mektubun hem tarihi değerine, hem de içeriğine hayran kalır, 300 dolar öder. Mektup sahteciliğinin bu ilk denemesi öyle kolay bir biçimde paraya dönüşür ki, Lee hep böyle süreceğini sanarak büyük hatalar yapmaya başlar. Bu arada koleksiyoncunun ona olan ilgisini sezer ama görmezden gelir. Anna’nın ısrarları karşısında yemeğe çıktıkları bir gece üzerinde gezinen bakışlarından nasıl kurtulacağını bilemez. Abur cubur yemekten şişmanlamış gövdesiyle, aylardır üzerinden çıkarmadan dolaştığı kazağıyla ve ilgi odağı olmaktan uzaklaşmış yazılarıyla güvensiz bir tablo çizmektedir masada. Aslında pek de tanımlayamadığı bir duygudur bu. Erkeklerde bulamadığı mutluluğu Anna mı verecektir? Koleksiyoncu onu belki de bir yazar olarak sevmektedir. Lee o kadar uzaklardadır ki her iki duyguyu da soğuk bakışlarla reddeder. Dışarı çıktıklarında ona sarılmak istercesine karşısında dikilen Anna’yla soğuk bir biçimde vedalaşır.
Bir yazarın kendine güvensizliği ölümden beterdir.
Onlara herkesin yapması muhtemel yanlışlardan daha büyük yanlışlar yaptırır ve bedeli de tabii ki büyük olur.
Sonunda sayıları 400’ü aşan ve piyasada küçümsenmeyecek rakamlarla dolaşan mektuplar yalnız koleksiyoncuların değil, polisin de dikkatini çeker. Neredeyse ortağı konumuna gelen Jack ilk sorguda “dostunu” ihbar eder. Çok yorucu bir süreçtir bu: Polisler, avukatlar, hakimler, mahkemeler ve aylarca sürecek bir ev hapsi. Lee’nin mektup sahteciliğinden yorulan düşünceleri, eksenini kaybetmiş yaratıcılığı o günlerde öyle bir sınavdan geçer ki silkinir, kendine gelir.
Bazıları kar yağışı altında akan sahneleri müthiş bir caz müziği eşliğinde izlemenin tadı doyumsuzdu. Kent, kar ve caz bu kadar mı doğru harmanlanır. Desem ki berbat bir filmdi ama Lee’nin içtiği barın penceresinden görünen kar manzarası müthişti ve tabii ki Chet Baker- Trav’lin’ Light, Blossom Dearie – Manhattan, Jeri Southern – I Thought Of You Last Night, Patti Page- Detour ve The Pixies – There Goes My Gun, sırf bunları dinlemek adına izlenir mi, gerçekten izlenir.
Gelelim bir yazarın en zor anına.
Diyelim ki romancısınız ve yakınınızda, tanıdığınız birini yazmak için yanıp tutuşuyorsunuz. Dürüst olmak adına amacınızı söyler ve izin isterseniz, yandınız. Sizden kendilerini bir kahraman gibi göstermelerini isteyeceklerinden emin olabilirsiniz. Bu daha baştan kötü bir kitap çıkaracağınızın işaretidir. Oysa roman kurala, ahlaka, sınıra sığmaz. Sığdırmaya kalkarsanız güdükleşir.
Lee o uzun yargı sürecinde yaptıklarını sorgulamış, hatalarını ayıklamış ve yazıya epeyce yaklaşmış bir durumdayken kendisini ihbar eden Jack’le buluşur. Adam kanserin son evresindedir. Ona beraber yaşadıkları şeyleri anlatacağı bir roman yazmak istediğini söylediğinde Jack hastalığın verdiği itici duygularla önce hayır der. Sonra yazmasını ister. Alaycı bir gülümsemeyle, tedavide dökülmüş saçlarını, çökmüş yüzünü anlatmadan, onu gencecik biri olarak tanımlamasını ister. Aslında son demlerini yaşarken kendisiyle şakalaşmaktadır; istediğin gibi yaz der ve gider.
Geriye ne kalır?
Biraz edebiyat, biraz caz, biraz da hayat!
Bu yazı ilk kez ferhansayliman.com sitesinde yayınlanmıştır