Dışarıda yağmur yağıyordu; akşam suare saatidir. Biz seyirciler küçük oda tiyatrosunda koltuklarımıza oturduk. Oyun başladı, orta sahne karanlıktı, aydınlandı, takip ışığı altında yere çökmüş kıvranır haldeki bir erkek hıçkırıklarıyla karşımızdaydı ve hemen az önce yaşanmış bir felaketi anlatıyor, bütün bunlardan habersiz olan kadın ise ona inanıyordu.
İnanmak kabullenmenin ilk adımıdır.
Bize anlatılan yer, orası neresi bilemiyoruz, iki kişilik oyundaki kadın ve erkeğin isimlerine bakarsak, Batı’da bir yerdir; muhtemelen İngiltere…
Zira oyunun yazarı, İngiliz; Dennis Kelly…
Bir evin altındaki nükleer saldırıya karşı hazırlanmış bir sığınakta gözünüzü açıyorsunuz; olmaz demeyin, Louise adındaki oyun kahramanı açmıştı… Karşısında, ¨Dünya radyasyonla artık yaşanamaz bir yere dönüştü¨ diye onu inandırmaya çalışan bir erkek vardı; arkadaşı Mark…
Biz de inandık!
Mark sığınağı dışındaki dünyayı hıçkırıklarla Louise anlatıyor: Herkes öldü, kimse kalmadı, dışarıda radyasyon var, biz buradayız ve ben senin için en iyisini yapıyorum, seni kurtardım. Seni kurtardıysam bana itaat edeceksin, zira en doğrusu budur!
Thomas Hobbes, 1651’de yayınlanmış ve siyasal literatürün temel yapıtlarından birisi olan Leviathan başlıklı eserinin devleti anlattığı satırlarında, ¨Seni koruyorum, o halde bana itaat edeceksin!¨ sözlerini, Latince, Protego Ergo Obligo diye yazmıştı.
Böyle diyor Mark, naif ve narin kız arkadaşı Louise…
Louise’i oynayan Ayşe Günyüz Demirci’nin incecik, kırılgan bir kadın olarak bu rolün kimliğine tıpatıp uyduğunu da görüyoruz.
Mark kendi sığınağında kendi devletini kurmaktadır, kadının üzerinde bir egemenlik hakkını kendinde bulmuştur.
Sığınaktaki kısıtlı yiyecek ve içeceğin nasıl tüketileceğinden uyuma düzenine kadar her şeyi denetleme hakkı ondadır.
Zaten iki insanı bir araya koyduğunuz anda aralarında bir iktidar mücadelesi başlar; Hegelci Köle ve Efendi Diyalektiği hemen uç verir, baş gösterir.
Ölmekten korkan yahut hayatını her ne pahasına olsun sürdürmek isteyen taraf, diyordu Hegel, bu mücadelede teslim olur, meydan okuyan ve ölümü bu nedenle göze alan ise bu kavgadan galip çıkar, efendi olur.
Sığınağındaki Efendi Mark, anlıyoruz ki, dışarıda yaşanmış bir apokaliptik nükleer saldırıdan kurtulmanın ona sağladığı efendilik hakkıyla yeniden yarattığı bir hayatı mikro ölçekteki kendi yeraltı dünyasına taşıyor.
Louise’e âşık, hatta kıskanç ve sadist bir âşık olduğunu daha başında anlıyoruz. Louise dışarıda neler olduğunu anlamaya çalışıyor, sorularına tatmin edici yanıtlar alamıyor, merakı ve kuşkusu giderek artıyor, öyle ki bu haliyle Mark’ı daha çok öfkelendiriyor. Mark koruyan taraftır, sığınağındaki mikro-devleti temsil eder, çok sorarsan kızar, hatta derdest edip elini kolunu bile bağlar. Dışarıda sesler duyduğunu söyleyen Louise’i zincirle yatağına bağlıyor, aç bırakma hakkına da sahip ve öyle yapıyor; hatta cinsel taciz ve tecavüz hakkına bile sahiptir orada!
Jules Verne’nin Denizler Altında 20 Bin Fersah adlı fantastik eserinde bir mini şehir devleti gibi dışarıdaki dünyadan uzak dolaşan denizaltı Nautilus’un çılgın Kaptan Nemo’su gibi, Mark karşımızdadır; biz bu gerilimle baş başa 75 dakikayı geçiriyoruz.
Zindan gibi klostrofobik bir yerde paranoyak kişiliğini her cümlesiyle ortaya koyan Mark, bir yandan da Louise’i korku içinde bırakan sözler söylüyor, saldırıyı yapanlar sakallılardır diye dinci terör örgütlerini işaret ediyor:
¨Bu saldırıyı yapanlar mutlaka sakallıdırlar… Güçlü ve iyi toplumlar dünyadaki zayıf toplumları onların iyiliği için kontrol etmelidir! Biz gücümüzü yeterince iyi kullanmadık. Teröristlere daha katı davranmak şart. ¨
Hatırlayınız, Dennis Kelly’nin 2005’de ilk kez Londra’da sahnelenmiş After the End başlıklı bu oyunu yazdığı yıllar ABD’de 11 Eylül saldırısının şokuyla geçen zamanlara tekabül eder; 2.Irak savaşı, Afganistan’ın işgali, El Kaida terör örgütüyle mücadele ve dünyada toplumun, bilhassa havalimanlarının panoptikon gözetlemeye alındığı yıllardır.
Sığınaktaki kadın buradan kurtulacak mı, sonrasında her şeyi baştan sona bir tasarlanmış oyunun parçası olarak mı bulacağız, yoksa gerçekten bir kıyamet yaşanmış mıdır sorularıyla bizi meşgul ederek, oda tiyatrosunda üstün oyunculuklarını karşımızda sırılsıklam oynan bu ikili, alkışı yürekten hak ediyor.
ONK Ajans aracılığıyla oyun telif haklarını üstlenen ¨Think House Tiyatro¨ kurucuları Tuba Akkaya ve Fırat Devecioğlu’nun yapım aşamasındaki özenleri oyuna yansımış.
Mark’ı canlandıran Hasan Demirci aynı zamanda oyunun yönetmenliğinde ve daha öncesinde sahnesini izlediğimizce her defasında tiyatro çıtasını biraz daha yukarı taşımaktadır.
“Sondan Sonra” Türkiye’de 2010 yılında bir başka tiyatro ekibi tarafından sahnelenmişti. Üstelik Afife Jale Ödülü de almıştı. Oyun bitiminde her şey anlaşılır hale geldiği vakit Ayşe ve Hasan Demirci’leri alkışlarken, gönlümüzden onların da bir başka tiyatro ödülüne layık olduğu geçiyor.
Distopik bir dünya tahayyülüyle izlediğim sığınaktaki tiyatronun, bir alt metin gibi bana José Saramago romanı olan Körlük tarzı bir rejiyi hatırlatması kaçınılmaz oldu. Körlük salgınına yakalananları bir akıl hastanesinde zorunlu karantinaya almalarıyla başlayan fantastik distopyadan bir farkı yoktu sanki…
Öyle ki Louise, Mark tarafından körleştirilmekteydi, sığınak karanlıktan başka bir şey değildi.
Toprağın altında diri diri girdikleri bir mezarın kapağı açılana kadar kör kalacaktı; açılsın diye biz merakla bekliyorduk. Orada hepimiz Louise olduk!
—
ThinkHouse Acıbadem Cad. No:224-H Üsküdar İstanbul [email protected] 533 051 3275