“Süregelen etik dışı uygulamalar, ‘Gazetecilerin masraflarını ödemedikleri gezilere katılması doğru mu?’ sorusu çerçevesinde büyüyen tartışmayı değersiz kılmıyor! Kamuoyunun, haber ve yorumlarıyla eğilimlerini yönlendiren medyadan şeffaflık beklemesi kadar meşru bir talep yok. Gazeteciye, katıldığı resmi gezilerde kamu kaynaklarını kullanıp kullanmadığı sorusunun yöneltilmesi de hem bir hak hem de denetim. Editoryal özgürlüğün, gazetecinin ekonomik özgürlüğüyle doğrudan bağlantılı olduğu da hiçbir zaman unutulmamalı.”
İlk taşı Ertuğrul Özkök attı; 37 gazetecinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’yla birlikte, aynı kabinde Roma’ya uçmuş olduğunu onun yazısından öğrendik. Özkök’ün, İmamoğlu’nun Roma temaslarına ilişkin gözlemlerini anlattığı seyahat notları doğrusu dikkate değerdi: 31 Mart seçiminin göstergeleriyle ülkede “biri merkezi” diğeri, “yerel” olmak üzere “iki iktidar” bulunduğu ilan ediyor, İBB Başkanı’nı, “sakin güç” olarak tarif ediyordu. Görüşlerini, İmamoğlu ya da çevresine seyahat öncesinde de fısıldamış mıdır bilemiyorum; 37 gazeteciden biri olarak Saraçhane’nin B 737’sinde yer bulmayı başarmış, kemerini takar takmaz içinde bulunduğu kabini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ınkiyle kıyaslamaya başlamıştı. “31 Mart Türkiye’sinin yeni medyası; İmamoğlu’nun B 737’sindeki gazeteciler” başlıklı yazısında şu tespitlerde bulunuyordu:
“…Türkiye’de gazeteciler ikiye ayrılır. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Airbus 330 veya Boeing 747’sine girebilenler ve giremeyenler. 31 Mart’tan sonra öyle görünüyor ki, üçüncü bir gazeteci tipi de ortaya çıkıyor. Saraçhane Boeing 737’sine binenler. İki uçak arasındaki ilk fark, A-330’un ‘Cumhurbaşkanlığı uçağı’ olması. İmamoğlu’nun önceki gün Roma’ya geldiği uçak ise Türk Hava Yolları’nın bir charter uçuşu. Bu defa ben de bir B-737-800 gazetecisiyim. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Boeing 737 uçağı ile Roma’ya giden gazeteciler arasındaydım.”1
İfşaat, o soruyu gündeme getirdi; Özkök ve isimlerini yayımladığı diğer Roma yolcularının seyahat masraflarını kim karşılamıştı? Bu bilgi içerikte yoktu. Özkök, ehemmiyet vermiyor muydu acaba? Gerek kamu yararı gerekse gazetecilik etiği açısından yöneltilmesi mutlak bir soruydu, bu. Sıkmaktan kemerinde delik kalmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kamu kurum ve kuruluşlarından tasarruf beklediği hele şu zor dönemde… Bu arada, hükümet yanlısı medyanın bazı kalemşörleri, Özkök’den aldıkları pası gole çevirme gayreti içine girdiler. İmamoğlu’nun Roma temaslarını izlemek üzere muhabir yollamış olanlar bile görev duygusu ile atağa geçtiler. Biri de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçan gazetecilerinden Ahmet Hakan oldu. Heyhat, “…benim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçağıyla gittiğim yerlerin tümünü toplasan bir Roma etmez ama…” diyordu. Hakan, “Ekrem İmamoğlu ile yurtdışı gezisine katılan gazeteciler…” diye soruyordu: “Otel parasını kendileri mi ödediler? Yemek parasını kendileri mi ödediler?”2
Cevap, amiral gemisi kaptanının dümende uyuduğu imasıyla, medya ombudsmanı Faruk Bildirici’den geldi. Öyle ya, Hürriyet Spor Servisi’nden İsmail Er de geziye katılmıştı; bir zahmet arayıp, soruyu ona da yöneltebilirdi. Bildirici, “Eğer o geziye gidilmesini yanlış buluyorsa, Genel Yayın Yönetmeni olarak Hürriyet yazarını oraya göndermemesi gerekirdi.” diyordu: “Ahmet Hakan hem geziye spor yazarı gönderiyor hem de “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçağındaki gazeteciler geyiğinin sonu geldi” diye İmamoğlu’nun gezisini alaya alıyor.”3
TENCERE DİBİN KARA SENİNKİ BENDEN KARA
Böylece ok yaydan çıktı! İyi de oldu. “Her şey güzel olacak!” Etik de olacak mı? Bu işin doğrusu ne? Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ne işaret ediyor: “…Gazeteci, çıkar ve nüfuz sağlayacak habercilikten kaçınmalıdır. Mesleğini gölgeleyecek, itibarını sarsacak türden oluşumlar içerisinde yer almamalıdır. Masraflarını ticari kuruluşların karşıladığı gezilere katılarak karşılığında ürün ve marka tanıtımı içeren yayın yapılmamalıdır. İstisnai durumlarda gidilen ve masrafları karşılanan gezinin haber yapılması halinde de gezinin davet olduğu açıkça belirtilmelidir. Hem iktidarın hem de muhalefetin liderleri, belediye başkanları sahip olduğu kaynakların, kamu kaynağı olduğunu unutmadan hareket etmelidir. Haber amaçlı toplantılarda, yurt içi ve yurt dışı gezilerde kamu vicdanını yaralayan abartılı harcamalardan kaçınılmalıdır…”4 Kurallar ortada… Pratikte ne olmuş? Konaklama, beş yıldızlı Parco dei Principi Grand Hotel & Spa’da yapılmış; otel ve yemek masrafları İBB tarafından karşılanmış… Kamu bütçesi… Halkın parası… Gelgelelim İmamoğlu, politikacıya özgü bir rahatlık içinde. “…Gazetecileri davet etmemiz kadar doğal bir şey yok!” diyor: “…Avrupa Oyunları İstanbul tarihinde ilk kez yapılıyor. Bunun yadırganacak bir tarafı yok. Önemli bir organizasyondur. Etik kurallar üzerinden eleştirileri dinliyoruz. Bir eksiğimiz varsa bakarız, bir sonrakinde yapmayız ama ilk kez yapıyoruz. Bunu yüzlerce kez yapan ahalinin temsilcilerinin buna dönük haberler yapması ve eleştirilerini de enteresan bir biçimde izliyorum.”5 Tencere dibin kara, seninki benden kara! Oysa İmamoğlu’nu, muhalif gazeteciler arasında eleştirenler de var. Deniz Zeyrek, Sözcü TV’de, “…Ben bu tür seyahatleri çok savunmam tasvip de etmem!” diyecek oluyor. İsmail Saymaz itiraz ediyor: “…Ben katılmıyorum sana. Tasvip etmeyecek ne var? Biz seninle beraber gitmedik mi geziye yahu? Ayıplı bir şey değil ki bu! Bildim bileli bu geziler olur. Abi öyle bir ayıplı anlattın ki bunu. Hiçbir ayıp yok. Ben bir daha giderim, diyorum. Senin gibi düşünmüyorum. Sen de daha önce katıldın, ben de katıldım. Sanki bir mazeret bildiriyormuş gibi. Ne mazeret bildireceğim. …İdeal olan başka bir şey. İdeal olan şudur diyebilirsin ama sanki kötü yola düşülmüş gibi, bir haber gezisini böyle anlatmanın ne manası var!”
TARTIŞMAK MANASIZ MI?
Mesleki uygulamalara baktığımızda, İsmail Saymaz’ı yalanlamak mümkün değil; bu tip geziler oldu, anlıyoruz ki olmaya devam ediyor. Sadece siyasiler değil; manipülatif halkla ilişkiler taktiklerini bazen şirketler de uyguluyor. Gazetecileri etkinliklerine davet ediyor; lüks oteller, yıldızlı lokantalarda ağırlayabiliyorlar. Pahalı hediyeler takdim etme cüretini gösterenler de var. Ne var ki Günaydın gazetesi patronu Haldun Simavi gazeteciliği hakkında anlatılan bir anekdot belleğimde halen sıcak…Simavi, beraber çalıştığı gazetecilere mütemadiyen tembih ediyor: “İş insanlarının davetlerine gitmeyin, kokteyllerine katılmayın, yemeğini yemeyin, içkisini içmeyin.” Bunları, müesses nizam ile mesafesini koruyamayan gazetecinin editoryal özgürlüğüne ket vurulabileceğini iyi bildiği için söylüyor. Tabii davetlere giden var gitmeyen var; alan var almayan… Peki içinde bulunduğumuz koşullar altında bugün bu tartışmaları yapmak manasız mı kalıyor? Kanımca, öyle değil. Süregelen etik dışı uygulamalar, “Gazetecilerin masraflarını ödemedikleri gezilere katılması doğru mu?” sorusu çerçevesinde büyüyen tartışmayı değersiz kılmıyor! Kamuoyunun, haber ve yorumlarıyla eğilimlerini yönlendiren medyadan şeffaflık beklemesi kadar meşru bir talep yok. Gazeteciye, katıldığı resmi gezilerde kamu kaynaklarını kullanıp kullanmadığı sorusunun yöneltilmesi de hem bir hak hem de denetim. Editoryal özgürlüğün, gazetecinin ekonomik özgürlüğüyle doğrudan bağlantılı olduğu da hiçbir zaman unutulmamalı. Aksi koşulda halkın haber alma hakkını koruyabilmek, maalesef mümkün değil. Bu kimi zaman oluyor; bazen ise gerçekler halı altına süpürülüp saklanılıyor.
ÖZAL’IN UZAKDOĞU GEZİSİ VE GAZETECİLİK
Saklamak deyince… Başbakan Turgut Özal’ın, Uzakdoğu gezisini anmamak imkânsız. Özal, 1985 yazında, gazeteci ve iş insanlarının da bulunduğu kalabalık heyet eşliğinde önce Japonya- Singapur, ardından Bangkok, Çin Halk Cumhuriyeti ve Hong-Kong’a seyahat ediyor. Resmi gezinin bazı nahoş ayrıntılarını, heyette bulunan gazeteciler yazmıyor nedense… Skandal, geziye katılanların olan biteni Emin Çölaşan’a aktarmasıyla patlıyor. Çölaşan, “Önce İnsanım Sonra Gazeteci” adlı kitabında, bilgileri alınca Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’i aradığını anlatıyor. “Çetin Bey,” diyor, “ortada büyük rezalet var!” Emeç soruyor: “Yazacakların sağlam mı?” “Kesinlikle sağlam Çetin Bey. Altına imzamı koyuyorum.” Haber- röportaj, “Özal’ın devlet gezilerindeki rezalet” başlığı altında, 14 Temmuz 1985 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanıyor. Çölaşan, kaynağını okurlarına, “Beyefendi siz sayın Turgut Özal’ın Uzakdoğu harekâtına katıldınız.” diyerek tanıtıyor. “…Kimliğiniz, adınız, soyadınız kesinlikle gizli kalacak. Benden başka belki gazetede iki kişi bilecek ama gizlilik kuralına kesinlikle uyulacak!” Ve başlıyor soruları yöneltmeye: “…(Çölaşan)-Şimdi, kafileyi taşıyan uçağa bindiniz. Neler oluyor uçakta?.. Bir de uçak paralı mı? (Haber kaynağı)- Uçak paralı. Resmi heyette yer alanların ücretini devlet ödüyor. Bunlar ayrıca devletten harcırah alıyorlar. Geri kalanlar da bilet parası ödüyor. Bu ücret 1 milyon lira civarında. Tabii herkes Allah ne verdiyse dövizlerini de cebine dolduruyor ve uçağa biniyor. (Çölaşan)-Uçak yolculuğu nasıl geçiyor? (Haber kaynağı) -Emin Bey, uçakta önde sayın Başbakan ve eşi ve protokol sırasına göre görevliler oturuyor. Onun arkasındaki bölümde Özal ailesi için hazırlanan çalışma ve yatak odası var. Bunların arkasında gazeteciler ve iş adamları oturuyor. Ama kalkıştan hemen sonra bu düzen bozuluyor ve herkes birbirine karışıyor. Turgut Bey, uçağa biner binmez soyunup kravatı falan çıkarıyor ve sohbet başlıyor. Tabii bu arada herkes kendisine yakın olabilmek için birbirini omuzlamaya başlıyor. Çünkü iş adamının derdi var, gazetecinin derdi var. İş adamı Türkiye’de kolay göremeyeceği Başbakan’ı hazır bulmuşken, sorunları iletmek istiyor. Gazeteciler özel demeç peşinde. Yani yolculuk böyle devam ediyor en başta. Ve bu bölüm yolculuğun en ciddi bölümü oluyor. Çünkü henüz mala, mağazalara ve fuhuşa hücum başlamamış.” 6
Bazı iş insanlarına yönelik “alem yapıldığı” söylentilerini bir kenara koyalım, Uzakdoğu ülkelerinin mağaza ve marketlerinin görgüsüzce yağmalandığı, elektronik eşya, ipek kumaş, halı, inci, porselen vb. malların resmi uçakla Türkiye’ye taşındığı, uçağın havalandığı limanlardan yükü nedeniyle zorlukla kalkış yaptığı, mallar yurda sokulurken heyette bulunanlardan gümrük vergisi alınmadığı gibi iddialar, işte böylece kamuoyuna intikal ediyor. Yer yerinden oynuyor! Konu, Gırgır dergisine dahi manşet oluyor. Kapakta alem yapan iş insanı diğerine şöyle söylüyor: “Uzakdoğu gezisinde yaptıklarımızı yazdılarsa ne olmuş yani? Asıl bizim memlekette neler yaptığımızı yazarlarsa fena olur.” Tabii, Çölaşan’a eleştiri de gelmiyor değil! Röportajı veren kişinin saklı tutulması, “düzmece” sataşmalarına neden oluyor. Ancak siyasi iktidar, Türkiye’ye sokulan malların gümrüksüz geçtiği iddiasını yalanlayacak evrak ya da makbuzları çıkarıp ortaya koyamıyor. Çölaşan’a, -yalnızca- Başbakan Özal’ın kırılmış ve küsmüş olduğu mesajı ulaştırılıyor.
“GAZETECİ MAĞDURUN, GÜÇSÜZÜN, YOKSULUN SESİ”
Çölaşan’ın haber- röportajı, 1985 Türkiye’sinde Başbakan’ın uçağına binen gazetecilerin masraflarını kendilerinin karşıladığı bilgisini aktarıyor bizlere… Aradan kırk yıl geçmiş… Peki şimdi teamül ne?.. Cumhurbaşkanlığı uçaklarının bugünkü müdavimleri, eli yüksekten açıyor: “Uçak biletimizi, kalacağımız otelin ücretini, yediğimiz yemeklerin ücretini devletimiz ödemez.”7
Buna karşın, uçak yolculuğunun davet kapsamında olduğunu belirtip gazetecilerin sadece otel ve yemeği karşıladığını söyleyenler de var. Gazetecinin haberi toplarken masraflarını karşılaması, bir böbürlenme vesilesi değil; şüphesiz olması gereken… Kaldı ki o uçaklarda, siyasilere, bilhassa iktidar mensuplarına çalışmadığı yerden soru sorabilmek ya da eleştiri getirebilmek imkân dahilinde değil. Akredite olup da uçaklara binebilen gazeteciler, maalesef bunları pek dert ediniyor gibi görünmüyorlar. Merkez medya, bir süredir tek bir sesin yankısı şeklinde. Hemen hepsinde benzer manşetleri görmekten, birbirine koşut haber ve fikirleri propaganda malzemesi gibi okuyup durmaktan yorgunuz. Kanımca medyamızın durumunu, yapılan gazeteciliğin niteliklerini konuşmanın da vakti gelmiştir. Şimdi diyeceksiniz ki mevcut düzende bu nasıl olacak? Öyle ya! Hükümete yakın sermayedar patron, kamu bankalarından tahsis edilmiş kredilerle medya devi kurumun yönetimini eline almış; borcu olmayanlara gelince, sadece gazetecilik yapmıyorlar ki… Başka sektörlerde de yatırımları var ve pek çoğu devletle iş halinde! Egemen medyanın seçilmiş köşe ağaları ise sırtlarını rahat maroken koltuklarına yaslamış, -bazıları- sarmaşık kollarıyla devlet kurum ve kuruluşlarının yönetim kurullarını da sarmış, oradan huzur hakkı, buradan huzur hakkı… Yine de enseyi karartmamalı. “…Gazeteci, mağdurun, güçsüzün, yoksulun, ötekileştirilenin ve sesini duyuramayanların sesi olmakla yükümlüdür!”8 diye haykıran gazeteciler de var. O nesil halen hayatta! Gençler de var. Gençler pırıl pırıl…