Değerli öykücüler ve de öykü severler, konu başlığı altında okuyacaklarınız salt benim düşüncem değil. Çünkü bu konuda da, “güneş altında söylenmedik söz yoktur” diye düşünüyorum. Konuya dair şimdiye dek söylenenlerden, yazılanlardan soğurduklarımı sizle paylaşmak istiyorum. Lütfen bunu bir tür sesli düşünme de farz edebilirsiniz. Tabii ki dillendireceklerim bir parça ‘eleştiri’ de içerecek. Bu yüzden daha iyi anlaşılmak önemsediğim şeylerin başında gelir.
Yirmi yılı aşkın süredir öykülerim üzerine yazılan eleştirileri okuyorum ve bir değeri
olan herhangi bir uyarı ya da değerli öğüte ait tek bir sözcük anımsamıyorum.
ÇEHOV
Biliyorsunuz, eleştiri; edebiyat ve sanat yapıtlarını değerlendirmektir. Belki de bu nedenle Kemal Tahir, “yazar yazdıklarından daha çok şey bilmek zorundadır” demiş. Bir şeyin doğruluğunu, gerçeğe uygunluğunu saptamaya yönelik ayrıntılı inceleme yapmayı da içermektedir eleştiri. Bu bağlamda editörlerin de yazarlardan daha çok şey bilmesi gerektiğinin de altını çizeyim. Çünkü maalesef yazardan daha fazlasını bilmeyen sözde ‘editör’ler var ve ukalalık yapıp metinler üzerinde tasarruflarda bulunabiliyorlar. (Bu başka bir yazının konusu olabilir.)
Konumuz oldukça geniş. Bu nedenle önce bir temel, sonra bu temel üstüne direkleri, çatıyı kurmak istiyorum. Bir yapı gibi… Daha sonra da duvarları, sıvası ve diğer olmazsa olmazları gerçekleştirmek istiyorum, içinde sorunsuz yaşanabilecek anahtar teslimi bir ev gibi… Kant’a göre, akılsal bilginin bilimidir eleştiri. Marx’a göre, devrimci düşüncenin zorunlu öğesidir. Eleştirmek, birinin, bir şeyin eksiklerini, yanlışlarını, aksayan yönlerini belirterek hakkında nesnel bir yargıya varmaktır. Hele hele öyle veya böyle hâlen sınıfsallığın ve bakış açısının araçları, dayanakları, kaçınılmazları var oldukça bu daha bir önem taşıyor.
Şimdi, kanıksadığımız hikâyeden kimine göre “öykü” farklı olsa da, öykünün birebir bir öykünme olmadığının altını çizmek zorundayım bu arada. Sanatı, edebiyatı bir ağaç olarak düşünelim. Öykünün de bu ağaca ait olduğunu… Yalnız, öykünün bu ağaca ait olmadığını düşünemeyiz.
Öykü, bu ağacın dalı mı, gövdesi mi, yaprağı mı, meyvesi mi diye tartışıla dursun. Yaşanmışlıkların, kurgulamaların çok özgün bir sonucudur öykü/hikâye. Hatta özgün bir ayna… Bu açıdan gerçeğin gerçeği ile düş ve düşünceyle kendine özgü iç yasalarıyla, kurgusuyla, anlatım teknikleriyle dilin içindeki dilden de uzak değildir. Öykü dille ilişkilidir. Yeniden yaratılan olay örgüsünü dillendirirken düşünceye engel olmaz. Akılcılığı önemser. Kendine yakın bütün sanatlardan beslenir.
Yaşanmışlıkları ya da kurguladıklarını soğurup öyküleştiren öykücünün sınırsız denilebilecek bir öykü coğrafyası olmalıdır. Bu bağlamda, öykücünün coğrafyası çabası için bulunmaz bir zenginliktir. Çünkü her öykücünün yarattığı -kurgusal ya da yaşamdan dönüştürdüğü- bir dünya vardır. Bu gerçek, öykücünün dünyasıdır. Bu dünya öykücünün öz yurdudur. O, buraya egemendir. Bu özgün dünyasına dair yazdıklarından daha çok bildiğini ve düşlediğini sezdirir okura.
Öykü kahramanları, olaylar bu dünyada gelişir, geçer ve yaşar. Aynı zamanda öykücü bu dünyanın tanrısıdır. Öykücüyü ve öykülerini farklı yapan bu ayrıcalıklı dünyasıdır. Okur, bu dünyaya müdahale edemez. Böyle bir şansı da yok. Okur (yani bizler) öykücünün kendine özgü olan bu dünyasından kendimize göre sonuçlara ulaşabiliriz. Bu sonuçlarla dünyamıza katkılar aktarabiliriz.
Öykü(cülüğü)müzün Kısa tarihi
Biliyoruz ki, öykü/hikâye gerçek ya da düşsel olayları yazılı veya sözlü biçimde anlatmaktır. Bu yüzden bir yüzü hep geçmişe dönüktür. Geçmişin öykü-hikâye birikimine baktığımızda, büyük bir çoğunlukla aktarılan olayın gerçekleşmiş olduğunu görürüz. Anlatım sırasında olayların iç dinamiği üzerinde durulmamıştır. Artık geçmişe ait öyküleri geride bırakan şimdinin, geleceğin içselleştirdiği öyküler vardır. Öylesine çok ki bu öyküler, mantar gibi bitiyor. Bu olumsuzluğa döneceğim tabii. Fakat ikinci tür öykünün nedenlerini biraz olsun açıklamak istiyorum: İnsan salt bugünle, şimdiyle sınırlı değil. Geçmiş ve gelecek de içeren bir varlık. Düşünsel ve düşsel bilinçaltı oldukça zengin… Bu anlamda müthiş bir coğrafyaya sahip! Düşünen ve yazan insanın dünyası dili ve ülkesi değil, bütün bir yeryüzüdür, insanlıktır. Bunun da öykü/nülmesi çok doğaldır. Bu yaklaşımdan doğruları çekip çıkardığınızda geriye pek bir şey kalmıyor ve öykücüler kendi hezeyanlarını aktaran iç dökücüler oluyor.
Eskilerden kalma “halk hikâyeleri”nin formatı dışında bugün için, en azından hepimizin kanıksadığı öykü/hikâye anlayışına dayanak olabilecek ilk öykü denemelerinden de söz etmeliyim. Ahmet Mithat’ın Letaif-i Rivayet (1870-71), Samipaşazade Sezai’nin Küçük Şeyler (1892) ile Nabizade Nazım’ın Kara Bibik’i (1890-91) örnek olabilir. Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Köroğlu gibi öyküye yakın anlatıların özünü oluşturduğu sözlü bir hikâye/anlatı geleneğine sahip olan ülkemizde, Halit Ziya Uşaklıgil’in farklı bir öykü geliştirdiğini anımsamalıyız.
Siyasal kaygıları bir kenara, Türkçe yazmak kaygısı ve amacı ile bir tür önderlik geliştiren Ömer Seyfettin’i de bu halkada görmek durumundayız. Dile katkıları görmezden gelinemez. Yalnız Anadolu gerçeklerini öykülerinde yansıtanın da Refik Halit Karay olduğunu unutmamalıyız.
M. Şevket Esendal ise Anadolu gerçeklerine sözcüklerden oluşturduğu objektifi çok iyi ve ustalıkla tutabilmiş ilk gerçekçi öykücülerimizdendir demek bir abartı değil. Dizgeyi uzatmamız olası. Öykülerine salt dünya görüşünü koymadan, toplumcu bir anlatımı yeğleyen Sabahattin Ali’nin bugün için toplumcu gerçekçi öykücülerin ana damarlarından olduğunu da bilmek durumundayız. Fakat küçük insanlara yönelen derin insan sevgisinin anlatıcısı Sait Faik Abasıyanık’ı ayrı tutmak koşuluyla ona öykünerek benzeri soyut ve anlamsız bir öykü anlayışıyla yazanlar da var ve hep kendilerini tüketiyorlar bana göre.
Bir ülkenin edebiyat ortamı, o ülkenin bilinç yansımasıdır. Bir o kadar da kişilik kimliğidir. Çünkü roman ve öykü, toplumsal çalkantıları zamanı belirleyen ve dönem üzerinde iz bırakan sosyal hareketleri süzgeçten geçirerek yansıtmakta diğer sanat dallarına göre daha avantajlıdır. Siyasal, sosyal olayları soyutlama ve genelleştirmede roman ve öykü oldukça etkindir. Çünkü sanat toplumsal değişimden, dönüşümden etkilenir. Cumhuriyet yaşam tarzının, beklentilerinin, ümitlerinin, Cumhuriyet’in ilk dönem yazarlarında asıl ve vazgeçilmez konular olduğunu biliyoruz. (Her ne kadar bir üstyapı vazgeçilmezi olsa da edebiyatın, sanatın, bazı üstyapı vazgeçilmezleri gibi şablonları, yasaları, olmazsa olmazları yok. Fakat iç yasaları da o kadar bağımsız değil. Her üstyapı bir biçimde yarattığınız altyapının yansıması olacaktır kaçınılmaz bir biçimde.) Köy Enstitülü yazarların, öykücü/hikâyeci/lerin, şairlerin yapıtlarında köy gerçekliğinin dönemsel panaromasını çıkarmaları bu yüzdendir. Artık çok iyi biliniyor ki kurgusal, bilim-kurgu, fantastik gibi yansımalar öyle yoktan var edilmiyor. Nasıl ki, düşünce maddenin bilince yansımasıysa… Bu açıdan baktığınızda 12 Mart sürecini yaşayanların yanında, o süreci yaşamayanların da daha sonra içselleştirip yapıtlar oluşturduklarını görürüz. Bu sürecin yazarlarının ortak noktası, içinde bulundukları gerçeklikleri tipik özellikleriyle yansıtmış olmalarıdır. Bekir Yıldız – Orhan Kemal – Yaşar Kemal – Osman Şahin – Metin ilkin – Nevzat Üstün – Zeyyat Selimoğlu – Ayla Kutlu – İnci Aral ve daha nicesi yaşanmışlıkları ve gerçeklikleri kendi tanıklıkları yanında kendi pencerelerinden göründüğü ve görebildikleri hâliyle yansıtmışlardır.
Çünkü ne diyor Somerset Maugham: “Yazar, yaşayan kişiden gerçekliklerden ve yaşanmışlıklardan yalnızca istediğini alır.”