Kimi yazar korkaktır. Kendini ele vermekten çekinir. Saklanır birtakım engellerin altına. Gölgeler yaratır gerçek kişiliğini saklayan. Saklandığını sanır. İçtenlikten kaçtı mı bir yazar yan yan ya başarısız olur. İçtensizlik, korkaklık yaşamı okurlarına vermekte ustalaşır. Korkak yazarlar güçlü, kalıcı ürün veremezler ne yapsalar. Kuşaklar çıkarır onları saklandıkları yerden.
Oktay Akbal, ‘Yaşadığını Yazmak’ tan
1
Alman şair Goethe: “Seksen yıllık ömrümün yarısından fazlasını okumaya verdim, yine de hoşnut değilim kendimden.” gibi bir söz etmiş. Ne kadar doğru bil(e)miyorum. Ama Orhan Kemal de, “Murtaza’yı yazmak için benzeri bin kadar kitap okudum,” diyesiymiş.
Bir kere yazmaya okumakla başlanır, kim ne derse desin. İyi yazar olup olmamak ya da geleceğe kalıp kalmamak buna ve başka başka sebeplere bağlı yalnızca. Başkalarından etkilenmemek için okumayanların yaratıları yalnızca kendilerinin soğurduklarından başka bir şey olmaz. Bunlar da yavan ve eksik şeyler bütünü olarak ancak yazanı ve çok yakın çevresini ilgilendirir. Bu yüzden iyi okur olmak, okuduğunu algılamak ve özgün yapıtlar yaratmak için olmazsa olmazdır diyorum. Biliniyor ama yineleyeyim:
Rastgele okumak nasıl ki insana (en azından yazmak kaygısı olan ama bu işi ciddiye alıp özgün ve de ciddi iş çıkarmaktan yana olan için) büyük bir zaman kaybettiriyorsa, aynı biçimde her türlü kavganın içinde yazdıklarıyla da yer almak istiyorsa rastgele şeyler yaratmak da büyük bir zaman kaybıdır… (Zaman açık kalmış bir musluk gibidir ve biz ondan yalnızca avuçlarımızla alıp biriktirme şansına sahibiz o kadar.) Çünkü edebiyat yapmak öyle sanıldığı gibi salt bir şeyler karalama değildir. Ya da bana göre böyle olmamalıdır, absürt şeyleri de edebiyat içinde değerlendirenler ve ona dahil edenler var. (Örneğin okuyun Enis Batur’un yazılarını anlayacaksınız beni.)
Günümüzde egemenlerin dördüncü gücü “medya”nın sınıf kavgasında yararlandığı ve kullandığı en korkunç silahlardan birkaçı da tutulmuş, satılık kalemlerdir diye düşünüyorum. Hatta bu alanda “yazar” ile “yazan” kavramları iç içe geçirilerek bir kaos yaratılmak istenmektedir. Bu bilinçli bir yöneliş ve yöntemdir. Öyle kuşatılmışız ki artık “yaşadığım günlerden ve ortamdan iğreniyorum” demek yetmiyor insan olana. “Acı çeken ‘büyük insanlık’a bağlıyım” demek de kurtarmıyor insan kalmak isteyeni inanın. Söylemimizle pratiğimiz etle tırnaktan bile öte olmalı, ikisi arasında dünyanın uçurumları olmamalı. ‘Büyük insanlık’ için ‘taraf ’olmak zamanı.
Yolumun üstünde bir ağaç gördüm yere oldukça yakındı. Kökü topraktan azıcık çıkmış gibiydi ama yemyeşildi. Hatta zaman geldiğinde meyvesini de verirdi. Sevinirdim. Çünkü, yediği darbelere karşı direnmiş ve toprağından kopmamış sanırdım. Ama daha sonraki günlerde ağacı anbean hastalığı ilerleyen bir insan gibi kötüler gördüm. Sonunda da…
2
Köksüz bir ağaç düşünebilir miyiz?
Ağacı, onu var eden koşulların (suyun, toprağın, Güneş’in, havanın vs.) dışında düşüne bilir miyiz? Öyleyse ağaç gibidir yazar da, ‘büyük insanlık’ da. Yazarın yazdığı ve yazacağı “doğrular, gerçeklikler, yaşanmışlıklar, düşler, rüyalar, umutlar, istekler… Kısacası insana dair her şey” aslında bir bakıma ‘büyük insanlık’ın dünyasıdır. Toprakla bağı olmayan ağaç gibi dayanaklarıyla ilgisi ve bağı olmayan yazar da günün birinde ama mutlaka kaybedecek, kaybolacak. Yazımın başında Oktay Akbal’ın saptamasında altını çizdiği gibi…
Yazar dediğimiz insan köksüz ve yalnız yaşayan ya da efsanevi Tuba ağacı değil ki, olamaz ki… Bu yüzden içine doğduğu kültüre, gerçekliklere ve sosyoekonomik koşullara duyarsız ve tepkisiz kalamaz. ‘Büyük insanlık’tan yana ya da onu ilgilendiren gerçekliklerden yana “adalet”li, inançlı, kararlı ve tepkici olmazsa yalnızca “yazan” olmaktan öteye geçemez. “Ben sadece gönül telimi titreten güzelliklerden, olay ve kişilerden etkilenip yazarım,” demek gerçekçi bir yazara yakışmayacak olan bir söylemdir bence. “Bana ne, kurguladığım soyutsallıkları içselleştirip en güzel biçimde kâğıda dökmeye çalışıyorum, başka da bir şey beni ilgilendirmez…”ci olmak da sözde gerçekçi yazarları kurtarmaz.
Günümüzde yalnızca “yazan”ların tavrını olmazsa olmaz yapıp geleceğin gerçekçi yazarlarının önünü kapatmak için olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Gerçekçi yazar ince eleyip sık dokumalıdır. Burnunun direğini sızlatan gerçekleri içselleştirip en güzel biçimde yazmalıdır. Çünkü ne yazdığın kadar nasıl yazdığın da önemlidir. Kendisiyle hesaplaşmalıdır. Bu iş incelik, sabır ve birikim, gönüllü işçilik istiyor bizden. “Yazan” ile “yazar” arasındaki farklardan biri de budur.
Yaşar Kemal’in bir paragrafı bile yirmi otuz defa yazdığı yerde, biz; kim oluyoruz da bir defa yazdığımızla yetiniyoruz. (Özgen Seçkin) Yetinmemeliyiz. Bu alanda onda bir yeteneğimizin yanına onda dokuz çalışmayı eklemeliyiz. Kılı kırk yarmalıyız. Yoksa bence, saygınlığı ya da yaşı başı ne olursa olsun hiçbir yazar kendisi için ayrıcalık isteğinde bulunamaz. ‘Yanlış yapma’ özgürlüğüne gelince, bir kolektif çiftlikte grup önderi yanlış yaparsa; çiftlik başkanı onun yanlışını düzeltecektir. Bu, yerel nitelikte bir yanlıştır ve diğer insanlara zarar vermeyecektir. Yazar, yayımlanan bir çalışmasında yanlış yaparsa binlerce okuru yanlışa sürükleyecektir; işte mesleğimizin tehlikesi burada yatar, diyen M. Solohov her zaman haklı olur.
Ülkemiz adeta bir “yazar” cennetidir. Bu yüzden okurdan çok “yazan” var desek yeridir. Bırakın bir roman, hikâye veya anlatıyı, bir şiir demeti ya da yalnızca bir şiiri bile yayılmanmış her bireyin kendini bu şekilde isimlendiriyor ve bunun herkes için çok kolay olması şaşılası bir gerçekliktir. Bir şekilde bunu hayata geçirebilmiş olanların yanında hiç mi hiç hayata geçirememiş ve yalnızca “heves”te bırakmış “yazar”larımız da azımsanmayacak sayıdadır. Abarttığımı düşünmeyin fakat İstanbul’dan Ardahan’a, İçel’den Sinop’a uzanan bu topraklarda bazı yayınevlerinin neredeyse kendilerine gönderilen her şeyi yayımladıkları, sözünü ettiğim “yazan” ve “yazar”lardan hiçbirinin tek eserini bile yayımlamadıkları hâlde kendilerini “yazar” olarak tanıtan onca insan tanıdım.
Yıldıklarında, aşındıracakları yayınevi kalmadığında kendi kitaplarını bazı yayınevlerine -ki bunlara yayınevi demek ne kadar doğru bilemiyorum- kendi ceplerinden para vererek- bastırıyorlar. Bazıları bunu bile başaramadığından ya da başka nedenlerden dolayı, “kendi yayını” logosuyla en iyi bildikleri matbaalarda yayımlatıyor kitaplarını. Kişisel yayıncılık ile paralı yayıncılık arasında kalanları yazar, hele gerçek yazar sayıp saymamayı bu ikilemle sınırlı tutmadığımı ve bu ikileme mahkûm etmediğimi belirtmek isterim.
Çünkü “yazan” ile “yazar” arasındaki fark salt bu ikilemle sınırlı değil.
3
Şimdi en baştaki Oktay Akbal alıntısına denk düşen bir alıntıyı da Edebiyat Derslerinin yazarı Nabokov’dan yapayım:
Küçük yazarlara, sıradan olanı süslemek kalır: bunlar dünyayı yeniden keşfetmek zahmetine girmezler; yalnızca var olan düzenden, kurmacanın geleneksel kalıplarından, yapabildiklerince en fazlasını sıkıp çıkarmaya çalışırlar. Bu küçük yazarların bu sınırlar içerisinde üretebildiklerinin çeşitli kombinasyonları, kısa süreliğine oldukça eğlenceli olabilir çünkü küçük okurlar, hoş bir gizlilik altında kendi fikirlerini görmekten hoşlanır. Ama gerçek yazar, gezegenleri döndüren ve uyuyan bir adam biçimlendiren ve ısrarla uyuyan adamın kaburgasını kurcalayan o adam, bu türden bir yazarın elinin altında verili hiçbir değer yoktur:
Bu değerleri kendisi yaratmalıdır. Eğer ilk baştan dünyayı, kurmacanın olanaklılığı olarak görme sanatını içermiyorsa yazma sanatı çok boş bir iştir. Bu dünyanın malzemesi yeterince gerçek olabilir (gerçeklik ne kadar gerçek olabilirse) ama bu malzeme, kabul edilmiş bir bütünlük hâlinde bulunmaz: Bu kaostur ve bu kaosa yazar “haydi!” deyip dünyanın alazlanarak kaynaşmasını sağlar. Şimdi dünya, sadece görünen yüzeysel parçalarında değil, atomlarında yeniden birleşmiştir. Yazar, bu dünyanın haritasını çıkaran ve içerdiği doğal nesneleri adlandıran ilk insandır. Şu meyveler yenir. Orda yolumun üstüne çıkan benekli yaratık evcilleştirilebilir. Şu ağaçların ortasındaki göle bundan sonra Opal Gölü denilecek, ya da, daha sanatsal bir biçim de, Bulaşıksuyu Gölü. O pus bir dağdır ve o dağ ele geçirilmeli. Dipsiz bir yamaçtan tırmanan usta sanatçı, en tepede, rüzgârlı bir sırtta kimle karşılaşır dersiniz? Nefes nefese ve mutlu okurla karşılaşır ve orda, anında birbirlerine sarılırlar ve eğer kitap sonsuza kadar sürüyorsa sonsuza kadar birbirlerine bağlı kalırlar.
İşte, bu uzun alıntıdan da anlaşılacağı gibi “yazan” bir bakıma küçük yazarlara dâhil olabilir ama asla gerçek “yazar” olamaz. Çünkü üslupları yoktur. Üslupsuzluk da kişiyi ne yazık ki yazar yapmaz. Kimileyin üslup bile kişi yeteneksizse tek başına işe yaramaz. Bunu biraz daha açacak olursam: Üslup bir araç, bir yöntem, yalnızca kelimelerin seçilmesi de değildir usta ve gerçek yazarların söylediği ve de sıklıkla altını çizdikleri gibi. Çünkü bütün bunlardan daha fazlasıdır üslup. Yazarın kişiliğinin içkin bir bileşenini ya da karakteristiğini oluşturur. Dolayısıyla üsluptan söz edildiğinde, bir sanatçının kendine özgü mizacını ve bu mizacın, sanatçının yaratısında kendini ifade etmesini anlamalıyız.
Peki, bu “yazan” anlamındaki küçük yazarlar da var mı?
Bu soruya verilecek en doğru yanıt: hayırdır.
Her yaşayan kişinin kendine özgü üslubu olmasına rağmen, tartışmaya değer olan yalnızca şu ya da bu dehası olan bir gerçek “yazar”a özgü olan üsluptur. Ve bu deha, yazarın ruhunda yoksa edebi üslubunda kendisini ifade etmesi beklenemez. Bir ifade türü, bir “yazan” tarafından mükemmel hâle getirilebilir. Edebiyat kariyeri boyunca bir “yazar”ın üslubunun giderek daha titiz ve etkileyici hâle gelmesi normal ve kaçınılmazken; hiçbir “yazan”ın bu alanda sıçrama yapması beklenemez.
Çünkü yetenekten yoksun bir “yazan”, değeri olan bir edebiyat üslubu geliştiremez de, ondandır beklenmemesi… Olabileceğinin en iyisi, kasıtlı olarak bir araya getirilmiş ve ilahi kıvılcımdan yoksun yapay bir yazar(!) olmasıdır.
4
Şimdi, “yazar” ile “yazan” arasındaki farkı netleştirmek gerekir artık. Eskiden beri, yazının edebi dalı için “te’lif”ten gelen “müellif”, edebi dallar dışındaki çalışmalar için de “muharrir” sözcüğü kullanılmış. Basın ve yayın organlarına haber toplamak bildirmek ve yazmakla görevliler için de “muhabir.” Muhabir sözcüğünün karşıladığı kimseler açısından bir sorun yok. Kanıksadığımız birçok işbölümü var. Ama günümüzde sorun “müellif” ile “muharrir” sözcüklerinde.
Birbirine karıştırılan da bu iki sözcük…
“Muharrir” Arapça. Yazan, yazıya geçiren, özellikle de gazete ve/ya da dergilerde yazı yazan kimse. Kaynaklar böyle açımlıyor. Yine aynı kaynaklar, “müellif” sözcüğünü, kitap yazan kimse, eser sahibi, yazar diye tanımlıyor.
“Yazar” ile “Yazan”ın (“Müellif” ile “Muharrir”) niçin karıştırılmaması gerektiğini daha iyi anlamak için günümüze denk düşen kanıksadığımız “yazar”lıktan söz etmemiz gerekir.
Kendi içinde şair, öykücü, romancı, denemeci gibi sınıflanan “yazar”lığın artık bir meslek olduğu bir gerçek… Her ne kadar ülkemizde “yazar”lıktan geçimini sağlayanlar çok az ve “yazar”lık yanında “asıl meslek” olarak başka işlerde çalışanlar olsa da…
Yine de sormak gerekiyor: Sekreterler, stenocular, kâtipler, icracılar, gazeteciler, spor yazarları, makale yazarları vs. yazarlarken işin etik, estetik ve işçilik gibi yanlarını ne kadar hesaba katıyorlar acaba?
Yazarı yazar yapan anlatım ve dil zenginliğidir. Kurgusudur. Özgünlüğüdür. Yaratıcılığıdır. Yazar, söylemi ve anlatımıyla da kendinden sonrakilere “örnek”tir. Bu yüzden soruda adı geçenlerden ve daha da başkalarından ayırmak gerek onları. Yani gerçek yazarları… “Yazar” bir kesimin ya da bir sınıfın sözcüsü olabilir, ama asla “yazar”lık koşullarının ve dayanaklarının dışında olamaz. Yaratıcılığını kendinden aldığı özgül yetke ile istediği gibi dillendirir. Gerçek “yazar” hangi meslekten olursa olsun, bu pek de önemli değil; ama sanat-edebiyat alanında rüştünü kanıtlamış olmalıdır. Çünkü çağdaş ve nesnel eleştiri her zaman “yazar” ile “yazan”ı ayırmıştır. Özellikle “medya”nın edebiyat sanat alanında yayıncılığa girmesiyle birlikte “yazar”lardan çok “yazan”ların eserlerini(!) reklamlar aracılığı ile pazara, sokaklara, korsan tezgâhçılara kadar yaymıştır. Gazeteci-yazar, makale yazarı, spor yazarı, muhabir yazar gibi onlarca “yazan” etikten, estetikten, işçilikten ve yazarlığın kurallarından, iç yasalarından ve dayanaklarından yoksun durmaksızın üretiyorlar. Bunun karşısında olmak ve durmak gerekiyor. Elbette ki insan doğuştan “yazar” ya da “yazan” olmuyor. Bu süreç birikim, yetenek ve gönül işidir. Sabırdır, çalışmaktır. Yaptığı ile yetinmemektir. Bunları çoğaltmak olası… Ama büyük bir çoğunluk “medya”nın, bankaların olanaklarına sırtını dayayarak ünlü politikacıların, varsıl ailelerin, sanatçıların, kaçıkların, teröristlerin, travestilerin, futbolcuların, kaçakların -ekleyin aklınıza gelenleri bu listeye- yaşamlarından (biyografik de olabilir, olmayabilir de) esinlenerek veya yaşamlarını birebir yazarak edebiyat alanına biraz da metazori giriyor. Sonuçta da ortaya çıkan şey edebiyat olmadığı gibi yaratanları da edebiyatçı anlamında “yazar” olamıyor, “yazan” oluyor mu kuşkuluyum doğrusu.
Gazeteci, muhabir, röportajcı, denemeci, eleştirmen, makaleci, spiker, büyük varsıl aile dostları yazar olabilir, hatta çok iyi de olabilirler, ama işlerini yaparken etik, estetik, işçilik ve içselleştirme gibi gerçek yazarlığın olmazsa olmazlarını “Yasımı Tutacaksın”ın yazarları Dominigue Lapierre-Larry Collins gibi yapıtlarında gösterebilirlerse eğer.
* Bu yazı, daha önce Edebiyat Gündemi’inin (Ocak 2001), 9. sayısında yayımlandı.