Dünyada en çok satan kitaplardan biri de yaklaşık yüz dile çevrilen ‘Le Petit Prince’ (Küçük Prens) çocukların olduğu kadar, büyüklerin de okuması gereken bir eser; her ne kadar Türkçe çevirilerinde orası burası biraz tırtıklansa da. Suluboya ve kurşun kalem çalışmalarıyla eserini resimleyen de yazarın kendisidir üstelik.
Antoine de Saint Exupéry bir yerinde ‘gerçeği, ancak yüreğinle görebilirsin’ diyor. Söz konusu olan yürek gözü (gönül gözü de diyebilirsiniz) bence. Yürek gözü gerçeği görürse, gerçek gözler ona seyirci kalamaz. Seyirci kalamayınca gerçekler için eller, diller ve de gövdeler ayağa kalkar, ağızlar onu haykırır ve insan seli insan gerçeğine set olmaya çalışan yanlışlara, eğrilere, yalanlara dur der. Yeter ki gönül gözümüzle gerçeklere bakabilelim ve de birbirimize yabancılaşmayalım.
İnsan kısım kısım yer damar damar der bir güzel türkümüz. Buna katılmamak olası mı. Hele de günümüzde… Çöplük insanlar: Başkalarının atıklarına açık olan ve onlarla dolanlar. Modern olanlarına da boş cd insanlar diyorum: çünkü hep başkalarının onlara bir şeyler doldurmasını beklerler. Deniz Feneri insanlar: Evli ya da bekâr hiç fark etmez dibine ışık vermeyip çok uzaklarla düşüp kalkıp yarenlik edenler. Dinidar insanlar: kendinden başkasını düşünmeyen yok sayanlar. Beyaz insanlar: Tüm renkleri, sesleri ve de kokuları kendinde birleştiren bencil insanlar. Kara insanlar: Tüm renkleri, kokuları zorla kendine benzetmeye çalışanlar. Sebil insanlar: Hep kendinden veren ve asla kendini düşünmeyenler. Gökkuşağı insanlar: kendilerini de başkalarını da olduğu gibi gören insanlar. Barış içinde bir arada yaşamanın yolunu bulan insanlar da demek olası. Şimdi sorun kendinize hangi insanım ve dünya hangi insanlar toplamından ibaret diye. Ve isterseniz bu dizgeye başka insan türü de ekleyebilirsiniz. Çünkü adı görklü Marks daha 26’sında ‘İnsanlar hangi düzeyde ortam yaratırsa ortam da aynı düzeyde insan yaratır.’ demiş.
Ne yazık ki savaşların, yalanların ve gereksiz, dayanaksız abartıların bizi sarıp sarmaladığı günlerden geçiyoruz. Neredeyse tüm dünyada böyle. Bütün bu olumsuzluklar bana (ışık içinde olsun) Server Tanilli hocanın Sunay Akın’a verdiği dersi anımsattı. Hoca der ki Sunay Akın’a: Hayat bir insanın yaşamı boyunca bir kez fotoğrafını çeker, aman dikkat o fotoğraf çekilirken gözlerin kapalı çıkmasın, yoksa sonsuza kadar o fotoğrafla anılırsın. Çevremizden başlayarak en uzağımıza kadar (elimiz yetip gözlerimiz görmeyecek uzaklıklar da dâhil buna) olup biten haksızlıklara, olumsuzluklara ‘üç maymun olmak’, sessiz kalmak hiç mi hiç doğru değil. Çünkü hayat ve gerçek tarafından çekilecek fotoğraflarımızda maalesef gözlerimiz kapalı olacak. Ve böylece yaşamlarımızın sonuna kadar bu çekilen fotoğraflarımızla anılacağız… Demek ki mesele hocanın dersini alıp almamak; ama dünyanın her yerinde…
Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünüyor da kimse kendini değiştirmeyi düşünmüyor, der Tolstoy. Çünkü aslolan bireyin değişimidir. Bireyler değiştikçe dünyayı daha yaşanır hâle getirmek için anlayışlı, örgütlü ve istekli olmaları çok kolay olur; o zaman erkler korkar ve belki de kendilerine çekidüzen verirler. Olmazsa bu tıpkı o devasa romanında da dediği Bütün mutluluklar birbirine benzer, oysa her mutsuzluğun kendine özgü bir hikâyesi vardır… sözüne uygun olur. Dünyanın çağdaş ülkeleri mutlu evliliklere, mutsuz olanları da kendine özgü gerçekliklerine benzer. Bence bütün mesele düşünebilmekte ve gerçekliklere taraf olabilmekte… Niçin mi? Tavşana zorla ‘ben maymunum’ dedirtemezsiniz. Gerçeği balçıkla sıvayamazsınız. Bir insana zorla sevdiremezsiniz kendinizi, ‘bana güvenin’ diyemezsiniz. O, bunu hissetmiyorsa, diyeceğiniz tek söz ‘sen bilirsin.’ olmalıdır. İşte o zaman insan olmayı ve insan kalmayı başarmışız demektir. Ne demişti, Abasıyanık; ‘her şey bir insanı sevmekle başlar’ ya sizce?