“Leyleği havada görmek”, herkesin başına olmadık iş açar.
Bir kez Hacı Baba leylek havada görülmesin, artık yerinde durulamaz, minderine raptiye konmuş gibi olur ve dünya kadar iş varken kalkıp yollara düşülür.
Yazmaya meraklı olanı da bundan nasibini alır.
Ne ki, yazmak hevesiyle masasında dirsek çürüten bu divânelerin salla sırt etsen yerlerinden kalkacağı yoktur, onlar leylek peşine düşen başkalarına gıpta ederek bir ömür eskitip minder çürütür.
Ne olmuştur, bir kez leylek gezeleklere görünmüştür…
Yazmaya sevdalılar ise yazıodası dışında olup biten bunca şeyi öğrenmeden rahat edemez. ¨Yediğin içtiğin senin olsun bari gördüğünü anlat¨, diye eşeleyip deşeleyerek, ötekilere kalsa sittin sene dillendiremeyecekleri ne varsa, bin bir lezzet içinde kâğıtlarda dolaştırıp seyahatnâme çıkartmayı da hiç aksatmazlar.
Yazıhane delileri arasında gezmeye gideni de elbet bulunur; hiç olmaz mı!
Bunlar var ya bunlar, geceleri mum eriten gündüzleri yatak döşek eskiten cinstendir; iyi bilirim.
İşte bunlar ise daha ayağının tozunu silkelemeden, kundurasını paspasa silmeden, eve döner dönmez yazı masasına oturacaktır. Ayrıca kimi sabırsız yazarlar da vardır, henüz yolculuk bitmeden kâğıda kaleme yapışılır.
Diyeceğim şu ki, bu telaşenin sonunda çıkan edebiyata seyahatnâme denir.
Bana kalırsa, “Seyahatnâmeler” bir yazarın orada burada sürtmesini anlattığı yapıtlara verilen umumi isimdir.
Seyahatnâmesi olan yazarın kartvizitine bir de seyyah, şimdi güzel Türkçemizle adıl verilirse gezgin tanımı eklenir ki, işin en ballı, revani gibisinden şerbeti bol kadayıf kısmı asıl burasıdır:
Oh ne de güzeldir, bir yandan gezip bir yandan yazmak!
Gayrete gelip taban tepmeye çıkmış olmanın keyfi varsa, bunun yazmak külfeti de yabana atılmamalıdır.
Şimdi bizden duymuş olunsun ki, gezginci yazar işini ciddiye aldığı ölçüde, gezisini de dikkate alan kişidir… Hâsılı onlar, gittikleri yerden elleri boş dönmeyen insanlardır.
Pirî Reis bunların en başında gelen Âhi Ocağı babasıdır.
Onunkisi seyahatname değil, bir coğrafya kitabıdır, tarihiyse 1513’dür.
Türkleri onurlandıran seyahatnâme edebiyatçısı başkaları da vardır.
Evliya Çelebi, o-hooooo, zaten herkesçe bilinir!
İlk kitabını tamamiyle İstanbul’a ayırmış bu gezgincimiz, sonra üşenmeyip Erzurum kışından Bodrum kıyıcıklarına kadar yazmış da gezmiştir. Mesela ¨Erzurum¨ demeye görün bir mecliste, hemen, bir damdan ötekine atlarken soğuk hava yüzünden donup bahara kadar boşluktaki buz içinde asılı kalan kediden bahis açılır; Çelebi’nin böyle uydurmaları vardır, siz aldırmayın.
Ne var ki, Evliya gibi topuk eskitip ayakkabısını perişan etmeden, İstanbul’da kalıp başka yerde gözü olmayanlar da görülür.
Onların en İstanbullusu, ¨Bir taşına yekpâre Acem mülkünü¨ takasa razı Hafız Hüseyin’dir. Hafız’ın“Hadikat-ü’l-Cevâmi” adlı şehir seyahatnâmesi, 1786’ya kadar yedi tepeli şehirde yapılmış mimarî eserlerin bir envanteridir.
Şimdi gelelim şu haksızlığa!
Türk seyyahların yapıtları ya bir ya ikidir, haydi çok çok üçtür diye küçümseyenlere rast gelinir. Yiğide vur amma hakkını da ver demişler; Bu cühelaya, Hoca Gıyasüddin Nakkâş ile Ali Ekber Hatâi kütüphane raflarından çıkarılıp gösterilmelidir.
İlki, “Acâib-ü’l-Letâif”i yazmıştır, toprağına rahmet olsun; ötekiyse “Hıtâinâme”sini Kanûni Sultan Süleyman’a takdim etmiştir, nûr içinde huzur duysun…
Osmanlı’da, yere göğe konmaz İtalyan Marco Polo’ya uzun eşek oynatacak kadar becerikli gezginler de vardır, hiç olmaz mı?
Haydi gidelim16.yüzyıl’a… Seydi Ali Reis bunların ilkidir. “Mirat-ü’l-Memâlik” başlığında topladığı gezi anıları vardır. Ne ki gezisi epeyi maceralıdır. Portekiz Donanması ile Hint Denizinde küffar ile cenge bile tutuşur, gemisi batıp Robinson Crusoe gibi yamyamı bol adaya düşer; fakat damarında gezicilik virüsü bulunduğundan ne yapar eder o ada senin, bu ada benim diyerek diyâr ellerinde dolaşır. Hindistan, Belûcistan, Afganistan tarikiyle kendini zar zor memlekete atar da bize dört yılı çeken bu uzun macerayı yazar.
Nankörüz nankör! Biz de ahde vefa olsaydı, bu eseri baş tacı eder, sabah akşam okurduk; elin Norveçlisi Kon Tiki diye bambu kamışlarıyla denizlere açılıyor da yazdıkları çoksatar oluyor.
Seydi Ali Reis gibi başkaları da vardır, hiç olmaması koca Osmanlı’ya yakışmaz!
1574’de, Tokatlı Ahmet, Sultan III.Murat’ın icazetini alarak Uzakdoğu’ya ticarete gider. Ticareti laf olsun, torba dolsun ve dostlar alışverişte görsündür. Tokatlı’nın asıl amacı gezip tozma iştahını doyurmaktır. Hindistan’ı gezmiştir ya, artık onu kim tutar, yazıverir ama, “Acaibnâme-i Hindüstan” adlı seyahatnamesi günümüze ulaşamaz.
Bu canımızı ciğerimizi yakan kaybı, Osmanlı tarihçilerinden öğrenir, derin bir of çekeriz.
Yapıtları kaybolmayanlardan birisi, büyük seyyahımız Trabzonlu Âşık Efendidir. 16.yüzyıl sonlarında yola çıkmış, yirmi beş yıl evine dönmemiş, ha babam gezip de babam yazmıştır. “Manâzıru’l-Avâlim” başlıklı yapıtı için ne çarıklar eskitilmiştir yollarda… Velakin, kitabı pek tanınmamıştır. Gelgelelim, Kâtip Çelebi’nin “Cihannümâ”sı hepsinin arasında en çok bilinenidir. Dünya diye bilinen o vakitler Akdeniz olduğundan, Kâtip Çelebi daha ziyade bu koca denizi anlatır, bitirdiği yazmasını otuz sene sonra eline geçiren İbrahim Müteferrika ise 1732’de matbaasında basar; ne güzel.
Osmanlı seyyahları içinde hac gezisi anlatmak başlı başına bir hikâye sanatıdır. Haca gitmeyeni kalmadığından, birçok seyyah Arap yalellisini anlatmadan duramaz. 18.yüzyıl hacısı, Mehmet Edip‘in Kâbe anıları bunların en ünlüsüdür. “Menâsik-ü’l-Hac” dendi mi, dikkat edilsin, sahafların aklı başından gider; hele bu eseri birisinin elinde görmeye kalsınlar, sıtmaya yakalanmış gibi titreye dururlar.
Bir başka seyyah, Nâbi efendi‘nin “Tuhfet-ü’l-Haremeyn” adlı gezi kitabını okuyan, satıp savıp Kâbe’ye yollanmak ister; kitapta hac yolları şekere bulanıp anlatılır, eserin sayfaları helecanla çevir çevir, okunur.
Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi‘nin 1720’de Batı ülkelerine yaptığı seyahatin anıları, “Fransa Sefaretnamesi” adıyla bilinir ya, şimdi dikkatlerimizi ona verelim, artık seyahatname edebiyatında bir diplomasi dönemi başlamaktadır.
Osmanlı’nın Batı’daki elçilerinde bir sefaretnâme yazma tutkusu görülür ki, padişahlar da ulûfe kesesine bolca çil altın koyup onlara takdim eder.
Örnekleri pek çoktur.
Şehdî Osman Bey, 1750’de Çar Sarayı’nda zaman geçirmiş, “Rusya Sefaretnamesi” yazmıştır.
Silâhdar İsmail Paşa geri durur mu, 1775’de tez elden “Sefaretname-i Necati”yi çıkartmıştır.
Elçiye zevâl olmaz! Onların seyahatname sayısı azımsanamaz, pek fazladır.
Eskiden salt elçi onurlandırmasıyla bir yerlere gidenler değil, sürgüne gönderilmişler de olduğundan bu anılarını bulur, okuruz.
Keçecizade İzzet Molla bunlardan birisi ise, Aziz Nesin ötekisidir. İzzet Molla, Keşan’a sürülmüştür, dönüşünde “Mihnet Keşan” adlı manzumesini yazsın diye; Aziz Bey ise Bursa’daki günlerini “Bir Sürgünün Anıları” başlıklı eserinde aktarıp bizi acı acı gülümsetir.
Siyaseti bir yana bırakıp tekrar maceralara bakılırsa, hayal perdesinde heyecanlı geziler de görülür. Hangisidir, 1868’de, Bursa adlı bir gemiyle Basra’ya gitmek üzere İstanbul’dan çıkılıp Cebel-i Tarık üzerinden ver elini Okyanus, hoş bulduk Brezilya, merhaba Ümit Burnu, nasılsınız Madagaskar diye diye Basra Körfezi’ne gidilmesidir. Bu uzun yolculuğun güncesini, gemi mühendisi Faik Bey, “Seyahatname-i Bahri Muhit” adlı bir şaheserle bugüne bırakmıştır.
Dünya denizlerinde dümen tutmakta geç kalındığını anlayan Sultan Abdülaziz işte bu yapıtı okuduktan sonra kesenin ağzını açar. Ebubekir Efendi kaptan tayin olunur, altına Kasımpaşa kızağından bir tekne verilir, Azapkapı tersanesinden ya Allah bismillah vira denizlere gönderilir. Kaptan, dönüşte “Ümit Burnu Seyahatnamesi”ni yazmıştır. Ne olmuştur, bu denizcilerimiz tüm Afrika kıyılarını dolaşıp gezmiştir. Osmanlı’nın üç hilalli bayrağını gemi kıçında gören sahilin siyahî ahalisi hemen seccade serip, anlatıldığına bakılırsa, namaza bile durmuştur.
Epi topu bu kadar mıdır sorusuna, tez elden, hayır cevabı gelir…
Sadık efendinin “Habeş Seyahatnamesi” unutulmamalı, ardına “Afrika Sahrayı Kebirinde Bir Osmanlı Zabiti” konmalıdır.
Yetmez, asla elvermez!
“Avrupa’da ne gördüm”, başlığıyla yazan İhsan efendi şimdi yerini almalı, bir sonraki bilet Ahmet Mithat’a kesilmelidir.
Onun salt İzmit Körfezi’ni anlattığı “Sayyâdâne Bir Cevelân”ı ele geçse elden düşmez.
Âli Bey ise“Seyahat Jurnali”ni meridyenlerde dört yıl sek sek oynadıktan, paralellerde ip atladıktan sonra yazmıştır; okunmalı, unutulmamalıdır.
Karçınzâde Şükrü Bey‘e lafı getirmeden dersimiz ve ezberimiz bitmez. Onun “Seyahatü’l-Kübra” adlı yapıtı edebiyatımızda ayrı bir rafa konmalıdır.
Bu arada teneffüs zili çalmış bulunmaktadır. Bunca kitap sayfasının haşır huşur çevrilmesiyle başı dönen okur bahçeye çıkarılıp biraz soluk alındıktan, hatta birdir bir, uzuneşek oynamasına göz yumulduktan sonra, sınıfa çağrılacaktır.
Gezi edebiyatımızın sonradan ustalaşmış kalemlerine kalemtıraş uzatmaya devam edersek, Falih Rıfkı Atay‘la başlayıp Ali Suat‘ı, sonra ünlü jimnastikçi Selim Sırrı Tarcan‘ı, romancı Cenap Şahabettin‘i, Şeyhülmuharrir Burhan Felek‘i, Celâl Nuri İleri‘yi, Ahmet Haşim‘den sonra Ahmet Rasim’i, madem Ahmetlerden laflı açtık, Ahmet Emin Yalman’ı da seyahatnameleriyle hatırlarız.
Reşat Nuri Güntekin’in “Anadolu Notları” ise yolu uzatmamak için son vereceğimiz durak olur.
Ama kendini tutamayan gezme sevdalısı bendeniz, bu fakir yazarınız iki isim, iki yapıt daha sunacaktır, sabrınız rica olunur.
Zira Faik Sabri Duran‘ın “Amerika Yolculuğu” ile Hikmet Feridun Es‘in “Tamtam Geceleri” onu gezi hovardası yapmıştır.
Sansasyonelci gazeteci Hikmet Feridun’un Afrika ormanlarındaki yol arkadaşları gezginci İngiliz kadınlara yakıştırdığı satırlar ise zevkten üçer beşer kere okunur. Hikmet Bey, bir gece nehir teknesinde seyahati sırasında kamarasına çekilip uyumak üzereyken, bu madamalardan bizim aslan gibi İstanbul gazetecisini gözüne kestirmiş bir tanesi, söylemesi ayıp ama içeriye usulca süzülür, gelir; üstünde incecik bir kombinezon vardır. Biz bunları tropik iklim hastalığı diye okur, hoş görürüz; Hikmet Bey, bu iklimde nehir sineklerinin kadınları sokunca işte böyle olduğunu güya ilmî olarak açıklar; biz güleriz.
Okunması gezilmesinden daha keyifli olan seyahatnamelerden yabancı dilde olanlarının edebiyat raflarındaki çokluğu ise anlatılamaz, lakırdı buraya gelince susulur. Nedir bu kadar ilgimizi çeken, bu, başkalarının gezip gönül eğlendirmesine burun sokmamızdır.
Topal eşekle deve kervanına katılamayınca biz de alırız elimize o güzelim kitapları, kendi meydanımızda işte böyle at oynatırız.
Sazına bülbül konmuş saz şairi gibi olup kaleme kuvvet yazan bu yazarların yapıtlarında hayalî yolculuğa çıkarız. Dünyayı kâh kuş kanadında gezer, kâh arkamızdan tasla su dökülmüş hâllerinde menzilci beygirine bineriz.
Bana öyle gelir ki, seyahatnâme okumak, III.sınıf mevkide biletsiz yolcu olmak cesaretinde kalmış mecburiyet düşkünü kimselerin kaçak hallerine benzer.
Hem zaten seyahatnâme kaçaklarının çıkaracağı dersler, o yolculuklara katlanan, bir de üstüne üstlük ne akla hizmetse oturup bunun kitabını yazanların elde ettiğinden daha fazladır.
Okunan her satır, yolculuğun her adımından daha yararlıdır.
Dilimizde yer etmiş tekerlemesiyle ‘çok gezen mi bilir, çok okuyan mı’ diye sorulunca, o vakit buna verilecek yanıt ne o ne budur, hem biraz bu hem de azıcık şudur…
Gezenle okuyanı birbirine düşüren bu müfsit bilmecenin bulmacasına maraza çıkartmak isteyen olursa, ‘hem gezilsin hem de bir yandan okunsun efendim’, demelidir.
Örnek olarak da Azra Erhat‘ın Mavi Gezisi, Fikret Âdil‘in Beyaz Yolları, bir de Halikarnas Balıkçısı‘nın tüm yapıtları gösterilmeli, bunlar güzelce paketlenip Bodrum’a ayak basanlara verilmelidir.
Balıkçı yarı ömrünü Bodrum’a harcayıp bir yerlere gidemediğinden, ama buna karşın yazdıklarıyla dünya gezgini olduğundan, bu ufarak ayrıntı bize kanıtlar ki, galiba okuyan gezenden çok bilir. Uzun lafın kısası şudur: Ne kızı vermeyip ne de dünürü gücendirmemek için lakırdı yolculuğumuza biz de noktayı şöyle koyarız:
Çok okuyan, çok gezenin pek meraklısıdır!