O.Henry’nin hikâyeleri rastlantısal dünyanın beklenmedik ama şakacı sonlarıyla nasıl tamamlanıyorsa, genç kuşak hikâyecimiz Ayşenur Tanrıverdi’ninkiler birer Alacakaranlık’ta bitiyor.
Tanrıverdi’nin dili mükemmel, kurgusu tuhaf hikâyelerinde, 1985 ve sonrasında, Dünya TV’lerinde izleyicisine buruk ve ardında belirsizlik endişesini bırakan Alacakaranlık Kuşağı~Twilight Zone izlerine rast gelinir…
Türk Edebiyatı’nda Türkçeyi, İstanbul Türkçesini en iyi kullanan on isim say diye sorsalar, en başlara Ayşenur Tanrıverdi’yi koymalıyız.
Birkaç yıl evvel h2o kitap tarafından okura ulaştırılmış ilk hikâye kitabı “Yeryüzünün Derinliklerinde Olup Bitenler”de bunu kanıtlamıştı aslında; Cumhuriyet gazetesindeki Lizbon-Portekiz mektupları ve Mesele Kitap, EkDergi, Varlık, Papirüs, Tefrika, Öykü Gazetesi gibi dergilerde yazılarıyla da sessizce kendisine yazı dünyamızda bir yer edinmişti. Açık Gazete’nin dış haberler sayfasının daimi yazarlığını da bu listeye eklemelidir. Zengin bir yazı becerisiyle Arkitera Mimarlık Portalı ve diğerlerinde kalem gezdirmeyi ihmal etmez.
Üstteki cümleden anlaşılacağı gibi yaşamını bir süredir Lizbon’da sürdüren genç kuşağın kadın yazarı Tanrıverdi’nin “Serinlikler” başlıklı ikinci eseri, İletişim Yayınları tarafından kısa süre evvel yayınlandı.
Yüz on dokuz sayfaya sığmış, gerçekten kısa, 19 öykü…
Sürrealizmin tanımlarına tıpatıp uyacak bir kurguyla şaşırtmacanın sınırlarını zorlayan Tanrıverdi’nin hikâye tarzı Fantastik Edebiyata kısmen dahil sayılabilir; fakat kesinlikle Yeraltı, türüne, ben buna biraz da Dehliz Edebiyatı diyorum, uzak durmaktadır.
Türk yazarları arasında Yeraltı tarzı yeni yeni denenmekte, bu türün meraklısı edebiyatçılar okur arayışına çıkmış olarak havayı koklamaktadır. Yakınlarda Beyoğlu Kitabevi tarafından yayınlanan Ogan Güner’in “Ramak” başlıklı romanını bu türe örnek verebiliriz.
Tanrıverdi’nin kendinden emin tavrını hikâyelerinin her satırında görmek mümkün; bu emniyet duygusu içinde onun hikâyelerinde acaba mı kaygısının en ufak kıpırtısına rast gelinmez.
Anahtar Deliği’nde iki ucundan gözleyeni gözlemeye başlayan öteki tarafla o karşılaşma anının korkunçluğunu; Mükerrer Bey’in ise, hikâyesinde, durduk yerde tanımadığı bir adamın boğazını sıkmasıyla okuru dehşetin kıyısına taşıması; Altıncı Kattaki Komşu’da genç ve dul bir kadının yeni taşındığı apartmanda evli bir çiftin başına bela açması; Düşüncelerle Dolu Bir Oda’da insan zihninin kendi kendisiyle kavgasını okuruz; sırtımız da ürperir, serinlik eser bir yerden ensemize doğru. Bir pencere mi açık, diye arkaya ürkerek bakarız.
Bir kambur adam masa gibi dümdüz olmuş sırtını üstünde mektup, dilekçe yazsınlar diye önüne çıkana kiralar, Kamburunu Kiralayan Adam’ı okurken, Gogol’ün Burun hikâyesi aklımıza takılır; tekrar okuyasınız gelir.
En yakın arkadaşı Necla Hanım’ın aynı zamanda terzisi de olan annesini anlatır Zehirli Elbise’nin hikâye kahramanı; Necla Hanımın diktiği elbisesi içine sodyum mono kloro asetat yerleştirmiş, ölümüne sebep vermiştir. Sebebi yoktur, gerekçesi de yok, savunması da; sadece sürrealdir her şey, öyle olması gerekiyor gibidir.
Nereye? hikâyesi muhteşem bir cümleyle başlıyor: Bana verdiğin kitap kapağında okumanın izi duruyor. İsimsiz kahraman kitabı okurken bilinmez birisi tarafından darp ediliyor; niye diye sorulmaz, zira sürrealdir her şey…
Göl’de işsiz kalmış kahraman bir yuva ararken vaginal bir benzetmeyle parktaki bir ahşap bankın budak deliğine girmeye çalışıyor; birileri bu sapığı yakalayıp fena dövüyorlar. ¨Kimseler yok, o halde giriyorum deliğe…¨ diyor ahşap deliğe penisiyle sahip çıkan adam, fakat sonra yakalanıyor, birileri fena dövüyor onu; ¨Tekmeler karnıma, kafama geliyor, kanıyorum. Çüküm dışarıda kalıyor!¨ Sonra kendi kanında boğuluyor.
Menekşe Hanımın Çiçekli Evi’nde duvara, sıva arkasında tuğlalar arasına birilerince yerleştirilmiş pet şişede bir balık var, Menekşe Hanım onu buluyor, çıkarıyor oradan; sonra, sonrası hikâyede…
Hikâyeleri böyle sıralamaktan vazgeçip bir tanesiyle sonlandırmalı: Bavul’da bir tren yolculuğunda, yolcu kadınların memeleri gerçek mi, sahte mi diye sorgulamak göreviyle mükellef bir kondüktör birisinin memelerini sorguluyor. Orada bir bavul var, o bavul açılınca ortaya çıkan yüzlerce takma memenin havada uçuşmasıyla Tanrıverdi’nin sürrealist dünyası tamamlanıyor.
Dadaizmin kurucu sanatçılarından ressam Tristan Tzara ve Salvador Dali’nin sergisine gidip orada bir tuval önünde durup tablodaki anlamı çözmeye çalıştığınız, mâna yükleyip kimi metaforları atfettiğiniz bir türün edebiyattaki uzantısı olarak sürrealizmin genç temsilcisi, hikâyeci, yazar, entelektüel Tanrıverdi’yi okurken hafifçe ürpereceksiniz.
Zaten o nedenle kitabın başlığını da SERİNLİKLER koymuş bulunuyor…