Olağan üstü hallerde normal insan olmak suç ortaklığı olabilir gibi geliyor bana. Yanı başında bunca acı varken susmak nasıl mümkün olabilir? Ben denedim bunu. Kusuyordum sustukça. Olmadı, delirdim, rahatladım.
Her şey yalnızlığı canımı acıtacak kadar hissederken başladı. İçimdeki sesler o kadar yüksek sesle konuşuyorlardı ki çevremdekileri duyamaz olmuştum. İçimdeki sesler o kadar yargılayıcıydı ki normalimi kaybetmiştim, neydi gerçekten normal… Normalin peşine düştüm uzun süre, yazdım okudum… O zaman sadece bunu yapabiliyordum, sonra fırsatım olunca gezdim, insanlarla tanıştım. Yapabildiklerimi bunlardan ibaret sanırken, insanların hayatlarına “bakmanın” öğreticiliğine kaptırdım kendimi. Yazdım, okudum ve söyleştim, soru sordum, kendi yaşadıklarımı da henüz ilgi alanım içine almamıştım. Önce baktıklarımın bana sorduğu sorulardan öğrendim, kendine bakmadan, başkalarının hayatlarına bakmanın bir tür gençlik heyecanı olduğunu; ve kadınlarla öğrendim yüzleştiğim acılarımın, neşemin, hüzünlerimin, coşkumun, yaralarımın kişisel olmadığını. Yaralarım açıldı kendimi görmeyi reddettikçe. Düşlerimin peşinde daha da çok yaralanıyordum galiba. Normali aramayı bıraktım bir aşamada. Normalin sürekli yeniden kurulduğunu ama bunu kuranın normal olmadığını gördüğümde. Normalin bir hapishane olduğunu gördüğümde. Yaşamak kaygısıyla normal görünmenin, içindeki insandan kalan değerleri “rasyonel insana”, dönüştürmeye başladığını ve hayallerini kaybettikçe, başkalarının hayallerini yıkmanın mümkün hale geldiğini gördüğümde… Ne kadar normal olmaya çalışırsam çalışayım, o kadar daralıyordum kısacası; ben de deli olmanın fena fikir olmadığına karar verdim. Hüzünlü veya melankolik olamadığım için karakter olarak, delirmek en iyisiydi. Hayatını etkileme kapasitesine sahip muktedirlerin, hukuka, kendi sahip olduklarını iddia ettikleri ideolojilerine ve inançlarına rağmen yaptıklarını gördükçe ve daha da tuhafı, çevredeki insanların maruz kalanın isyanını değil de muktedirin yapıp ettiğini normal gördükçe, direnmek için delirmenin, normallerin ortasında yaşayabilmek için delirmenin, delirmeden yaşayabilmek için delirmenin gerekli olduğunu anladığı için delirdim. Deli rolü yapmadım, gerçekten delirdim.
Aklına geldiği gibi konuşan, tacize uğradığını hissettiğinde doğrudan soran, nazik bir deli olmak, yaşayabilmemin onca yalnızlıklar içinde var kalabilmenin yolu gibi görünüyordu ki bir bedeli olduğunu gördüm. Deli sadece delilerle biraz dostluk edebiliyordu, yalnızlık asıl olandı ve bu çok güzeldi.
Ondan sonra bağlandım rutinlerime. Bazı günler sessizliği imkansız kılacak kadar güneşliydi, bazı günler ise her sesin gürültüye dönüşeceği kadar sisliydi. O günlerde rutinler daha da önemli hale geldi. İç seslerimin susmasını sağlamak yerine onlarla konuşabilecek hale geldim tam delirmenin eşiğinde, o zaman öğrendim yalnızlık güçlendiriyor. İnsanı yok ederek güçlendiriyor. Ayrıca “yalnızlıklar” diye bir şey var. Yalnızlık aynı değil, her duygu durumunun ve her insanın yalnızlığı farklı. Bazen konuştuğun insanların sadece kasiyer, banka memuru, kapıcı veya postacı olduğunu farkettiğin yalnızlık var, bazense ailen ve arkadaşlarınla konuştuğun halde duyulmadığın, önemsenmediğin duygusunu yaşadığın yalnızlık. Bazense çok konuşmanın ardında bir yalnızlık var, aslında susmak için konuştuğun bir yalnızlık o veya içindekinden kaçmak için konuştuğun. O zaman anlamıyor insan yüzeysel ilişkilerin yalnızlığın rengini belirlediğini. Kaçamadığın bir dünya, yalnızlık…
Sadece bazı anlarda, aşıkken mesela veya aslında sana çok uzak olan birinin kafandan geçen cümleyi kurduğunu gördüğün an geçiyor bu his. Benzer durumda olmak da yetmiyor bazen, aynı duygu halinde olmak da öyle. Sadece bir an için, bir süre için kuruluyor köprü. O köprüdeyken yalnız olmadığımız hissi geliyor bize, umutlandırarak. Yalnızlığınızla barışık değilseniz, köprü kurabileceğiniz her ırmağa atlayabilirsiniz. Her ırmakta ayrı boğulabilir mi insan, oluyormuş. Yalnızlıklarınızı sevmeniz ise bir tür dayanma gücü veriyor, deve yalnızlığı diyorum buna ben. Sonra yükle yükleyebildiğini, çık dağ, tepe, çöl demeden… Her yerde ayakta kalıyor insan ama deve gibi.
Bazı yalnızlıklarımız ise kirpi gibi. Şu bildiğimiz hikayedeki kirpinin ta kendisi, uzak kaldıkça üşüyen ama yaklaşınca batan dikenlerden dolayı mesafe kurmayı öğrenen kirpilerden hani. Benim yalnızlıklarım kirpi cinsi olmadı hiç. Hiç öğrenemedim doğru mesafeleri, hep sargı bezi ile gezdim bazı yerlerde, bazısında ise eldiven ve beremi eksik etmedim. Benimki, kartal veya zürafa yalnızlığı da olmadı, uzaktan ve yukarıdan bakıp izleyen. Kartal gibi doğru anda avını yakalayıp yuvasına götüren zarif bir rekabetçi yalnızlık yaşamadım, izledim böylelerini, onlar da beni izledi. Bazen götürülen av oldum sadece. Zürafa gibi uzaktan bakıp, doğru noktada konumlanmak için de kullanmadım bunu. Yapamazdım, çok heyecanlıydım bunun için. Fazla değişken ruhhalim vardı ataktım. Hayvanat bahçesi olan yalnızlıklara, burçları da ekleyebiliriz, ama daha da sıkıcı olabilir.
Güvensiz, her şeyin buharlaştığı ve piyasada değerlendirilebilir metalar olarak yağdığı bu dönemde yalnızlık ve rutinler yaşatıyor. Alamadığınız şey kafanızı yarıyor, yarıklardan akan kan bağırıyor, “İşsizsin, beceremedin, akıllı değilsin, fazla iyi niyetlisin” falan filansın diye… Hiçbiri değiliz ya… Yeter ki suçu sistemde bulmayalım, iktidara itiraz etmeyelim diye söylenenlerin, kendi değersizlik hislerimize gömülmeleriyle çıkan kürek sesleri bunlar. Her işsiz arkadaşımın kendini gömerken çıkardığı kürek seslerini yatıştırmak çok zor oluyor. Kendiminkileri de hatırlıyorum elbette, o kadar delirmedim henüz. Bir de senin için kaygılanan bu yüzden bu kürekleri alıp, seninle birlikte seni gömenler var. Özgüvenin cenaze merasimi gibi, çoğu kez aileler ve sevgililer de eksik olmuyor burada.
Bir de hep mağdur olanlar var. Onlar nereye gitse yıldırım düşen, sele kapılan ve uçurumdan yuvarlananlar. Onlar hep en ilgi isteyenler, sen ne yaşarsan yaşa onların acısı daha derin. İşte bu yüzden biraz da yalnızlıklar var.
Sokağı seyrediyorum, yalnız olanlar daha hızlı veya daha yavaş gidiyor, birlikte yürümenin ise bir ritmi var. Yürümekler delirmemek için delirenleri, küçük büyük yerel merkezi her türlü iktidarla işbirliği yapmadığı için yetim kalanları, yaşayacağım diye kendini yok edenleri bir araya getirse ya…
Bazen arkadaşlarımla konuşuyoruz, ne kadar çok yaşamışız işsizlikleri ve birilerinin dengesizlikleri ile hayatımızın belirlenişini. Her seferinde bir suç icat edilmiş, suçlu bizler olmuşuz. Mesela, bir dersanede fazla soru yazdığı için, çalışma saatleri dışında çalışma yerinde bulunmak istemediği için, üniversitede fazla konferansa gittiği için, fazla makale yazdığı için, fazla idari iş yaptığı için, öğrencilere fazla sıcakkanlı davrandığı veya az tavizkar davrandığı için, bankada müdüre güler yüzlü davranmadığı için, sadece işini yaptığı için veya kariyer açısından fazla uygun olduğu için işten atılan, mobbinge uğraya bir sürü insan tanıyorum. Dahası da var: sigortasını sorduğu için, yemek vaktinin yasal süreden az olduğunu söylediği için, sendikayı sorduğu için, adı x olduğu için tehdit edilenleri de ekleyebiliriz. Sanki normal bir dünyada yaşıyormuşuz gibi normal olmaya çalışanlar, aynı zamanda duygusal açlıklarını alışveriş merkezinde, tatillerde, lüks restoranlarda veya flörtöz kollarda giderenler değil mi zaten, veya normalleşmeye çalıştıkları kadar psikolog, nefes ve yaşam koçları veya benzeri meditatif üstatlarda deva arayanlar. Peki bu dünyada olağan zamanlarda geçmeyen bizler için nasıl mümkün olacak yaşamak, bunca işgal, tecavüz, şiddet altında? Ya hukuk mümkün mü? Bir arada yaşam denilen şey meslektaşının sömürülmesine zulme uğramasına ses çıkarmayan, yanyana yürüdüğü kişinin anadilini konuşmasından küfür edildiği hissi alan kani bireylerin toplamından mı oluşacak?
Olağan üstü hallerde normal insan olmak suç ortaklığı olabilir gibi geliyor bana. Yanıbaşında bunca acı varken susmak nasıl mümkün olabilir? Ben denedim bunu. Kusuyordum sustukça. Olmadı, delirdim, rahatladım. Normalliğin hapisanesinde kalmaya çalıştıkça coğrafyadan bağımsız taşra ilişkilerinin gözetiminde sürekli iktidar kimse ona göre oluşan davranış ve düşünce kalıplarını belletmekle görevli arkadaşları çevremde buldukça, yalnızlığın derinliğinde huzursuz kapanmalar ve sürgünler tattıkça, rezilliklerin sindirilmesinin nasıl da sadece zaman meselesi olduğunu gördükçe, tiksintim geçmiyor. Bedeller, o iklimde yaşamaya çalışmaktan daha hafif olabiliyor.