Bundan yıllar önce, Lizbon’un kuzeydoğusunda küçük bir köy olan Azingaha’da sıcak bir esinti, ellerini çenesine dayamış keyifle dedesinin hikâyelerini dinleyen José’nin kirpiklerinde dolaşıyordu. José Saramago henüz iki yaşındayken, ailesi iş bulmak ve çalışmak için köylerinden kalkıp Lizbon’a taşınmış, böylece o da ancak yaz tatillerinde Azingaha’nın besleyici doğasıyla bürülü hikâyeleri dinler olmuştu. Okuma yazma bilmemesine rağmen mükemmel birer hikâye anlatıcısı olarak nitelendirdiği büyükannesi Josefa ve büyükbabası Jeronimo’ya olan vefa borcunu, 1948’de Jeronimo öldükten tam 50 yıl sonra, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandığı gün tam anlamıyla olmasa da bir nebze ödediğini varsayacaktır.
José Saramago dört yaşına geldiğinde, onun ilerideki edebiyat hayatında yalnızca nokta ve virgül kullanarak tüm dehşeti, hüznü, sevinci ve aşkı okuyucularına yaşatabileceği alegorinin temelleri, belki de daha o zamandan atılmaya başlamıştı küçük zihninde… Portekiz’de boğucu sıcakların dalga dalga yayılmaya başladığı Mayıs sonunda, 1926 yılının ünlü darbesi gerçekleşmişti ve bundan iki yıl sonra da iktidara gelen Antonio de Salazar’ın faşist baskıcı yönetimiyle iyiden iyiye ağırlaşan zorlayıcı yaşam koşullarının izlerini, yıllar sonra ¨Küçük Hatıralar¨ adlı kitabında anlatacaktı.
Lizbon’da yaşadıkları süreçte maddi yetersizlikler nedeniyle okul eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalan José Saramago teknik okula girip makinistlik eğitimi aldı. Makineleşen dünyanın içine olanca sağduyusuyla atılmış, harmanlanan bu bilgi ve deneyimler eşliğinde büyük bir romancı olmasını sağlayacak farklı bakış açıları edinmişti. Teknik ressam, redaktör, editör, çevirmen ve gazeteci olarak çeşitli işlerde çalıştı. Çevirmenlik yaptığı yıllarda kelimeleri, Tolstoy, Baudelaire ve Hegel çevirilerinde hayat buldu. Artık onun elinden çıkan sözler, sessiz sedasız aramızda gezinmeye başlamıştı.
Yavaş yavaş kişiliği ve düşünceleri bir çiçek gibi açılıp olgunlaşan Saramago’nun, yayınevinde çalışmaya ve gecesini gündüze katıp halk kütüphanelerinde yuvarlanmaya başlamasının âkabinde, henüz yirmi beş yaşındayken “Günah Ülkesi” başlıklı romanı yayınlandı.
Fakat bu kitap elli yıl sürecek olan sessizliğinin başlangıç işaretiydi, sanki… Saramago, elli yıl boyunca yazmamasının sebebini, romanlarındaki olağanüstü olayları dereden tepeden bahsedermiş gibi yalın ve güzel anlatması gibi, “anlatacak bir şeyim yoktu” sözleriyle ifade edecektir. Ta ki, 1980’de yayınlanan ¨Levantado do Chão¨ (Umut Tarlaları) romanına kadar, sessiz durdu. Yıllarca beklettiği susuzluğunun acısını çıkarmak istercesine, tek oturuşta, tek solukta, kusursuz bir akıcılıkla yazılmış bu romanla birlikte edebiyat dünyasının kurak çölleri heyecan verici çatlaklarla kıpırdanmaya başladı. İngiliz gazeteci Margaret Jull Costa’nın, Saramago’yu kelimelerin arasından süzülürken, orkestrasını ustalıkla yöneten bir şefe benzetmesi güzel bir tanım olarak yerini buluyor.
Saramago 1969’dan ölene dek Portekiz Komünist Partisine bağlı kaldı ve yaşamının son dönemlerinde bundan daha iyi bir sistem bulamadığını ifade ediyordu. Bu süreçteki çalışmaları boyunca her zaman tutuklanma ve olası saldırı riskiyle yaşadı; dolayısıyla birçok düşman edindi.
1974 yılı, Saramago’nun içinde uyanan çiçeklerin etrafa yayılmaya başlamasının vaktinin geldiğini gösterecekti. 1974’ün ünlü barışçıl Karanfil Devrimi ile birlikte Salazar’ın diktası sona erdi ve buna müteakiben Saramago, Diário de Notícias gazetesinde yardımcı editör olarak görev başladı. Gazetenin merkez-sağda olması, komünist Saramago için sorun olmadı; yöneticileri için de…
Edebiyatın sınırsız yansıtma biçimlerinden olabildiğince faydalanan Saramago, onun şaheseri sayılan “Körlük”ün ardından, 2004’te yayınladığı “Görmek” romanında bol hicivli ve paragrafsız tekniğe sahip dünyasının kapılarını üçüncü şahıs sesiyle, bazen kaosun tam ortasındayken dönüp bizimle şakalaşarak, dikkatimizi her daim dinç tutarak heyecanlı ve mizahî bir biçimde aralıyor.
Seçim günü yağan yağmurun da etkisiyle herkesin tembelliğinin tuttuğu, ancak her nasılsa akşam saat dörtten sonra seçim sandıklarına akın ettiği, hem tuhaf hem sıradan bir günde başlıyoruz Görmek adlı romana… Kitabın ilk sayfalarında, yalnızca küçük bakışmalar ve kesik kesik laf atışmalarıyla bile, karakterlerin belirgince çizildiği sol, merkez ve sağ parti üyelerinin çaresizlikleri aktarılır; hepsi kaygılıdır.
Gel gelelim, akşamüstüne doğru dolan sandıklarla ferahlayan yüreklerini, şimdi daha büyük bir tehlike beklemektedir. Sandıklardan neredeyse tamamen “beyaz oy” çıkar; seçimleri protesto eden oylar…
Halk bir hafta sonra yinelenen seçimde de beyaz oy kararlılığını gösterdiği andan sonra olaylar gelişecektir. Sıkıyönetim ilan edilir ama ortada sıkıyönetim ilan edilecek durum da yoktur, hükümetin birçok kez gülünç durumlarda kalacağı gösterişli ceza verme yöntemine geçilmiştir artık… Hükümet kabinesi ve tüm bürokrasi bir gece yarısı konvoyuyla şehri terk eder; beyaz oy verenler cezalandırılmak istenmektedir.
Şehri başı boş bırakıp bir kaos yaratmak istenmiştir; bu kaotik durumun sonucunda halkın pişman olması beklenir. Bir provokasyon görüntüsü altında, şehirde patlayan bombaların ardından olay yerine üşüşen gazeteciler bile hayâl kırıklığına uğrayacaktır; “bu herifler adam gibi bir gösteri yapmaktan bile aciz, diyorlardı, hiç olmazsa devlet başkanının bir kuklasını yaksalar, bir taş fırlatsalar, birkaç cam kırsalar, eski bir devrimci marşı söyleseler, kısacası biraz önce toprağa verdikleri ölüler kadar ölü olmadıklarını gösterseler bari, ne gezer.” [J.Saramago, Görmek, Can yay. s.158 ]
Halk arasındaki günlük konuşmaların içinden tehlike arz eden kelimeleri cımbızla çekmeleri için dört bir yana dağıtılan “ajan”lardan da bir şey çıkmayınca, gözler tek bir hedefe yönelmeye başlar; dört yıl önceki körlük salgınından etkilenmeyen tek kişi: doktorun karısı… Böylece bir ardılı gibi, nehir romancılığın tekniği sayılacak biçimde, bir evvelki roman Körlük’e gönderme yapılmaktadır.
Şehrin direnişi olsa olsa körlükten dersini almamış birinin başının altından çıkabilirdi. Bir günâh keçisi bulmanın sevinciyle göğüsler şişmiş, geriye senaryonun en önemli öğesini tam da ortaya yerleştirmek kalmıştır: Kanıt…
“Şaşırmış numarası yapmayın ve elimde bununla ilgili kanıtlar olup olmadığını sorarak boşuna zaman yitirmeyin, suçsuz olduğunuzu bize kanıtlayacaksınız, çünkü kanıtlar gerektiğinde ortaya çıkacaktır.” [s.298 ]
Doktorun karısına dair soruşturmayla birlikte bakış açısı değişmeye başlayan komiser ve savunma bakanının telefon konuşmalarında uzun, kararsız sessizlikler okunacaktır. Anlamını arayan sözcük yitimine uğramış, bu yüzden komediye açık sözler…
“…Bu sözlerin ardından gelen sessizlik, saat denen, düşünemeyen çarklarla ve hissedemeyen zembereklerle, akıldan yoksun olarak üretilen o küçük makinelerin gösterdiği zaman ile gerçek zaman arasında hiçbir ilgi olmadığını bir kez daha gösterdi.” [s.166 ]
Belki de Saramago bu satırları yazarken teknik eğitim aldığı yılların soğuk ve hissiz tadını hatırlıyordu. Tüm bu gerilimin içinde sürdürülen telefon konuşmalarında okuyucuya kahkaha attıran sahneler de yaşanır. Savunma bakanı ve komiser gizliliği sağlamak adına isimlerini gizlemeyi ihmal etmemişlerdir: “Alo, ben deniz papağanı, ben albatros evet sizi dinliyorum deniz papağanı…” [s. 297]
Komiserin kendinden bile şüphe duymasına neden olacak kadar büyük bir cesaretle hazırladığı mektubun gazetede yayınlanması için müdürle konuşmaya giderken bir an aklından vazgeçmek bile geçer. Ama komiser vazgeçmez, çünkü Saramago umutludur. Ertesi gün komiserin elleri titreyerek doktorun karısı üzerindeki asılsız suçlamaları geri çekmesini sağlayan “gerçeğin” basılı olduğu gazeteyi okumak için oturduğu kahve, mükemmel bir şekilde betimlenmiş bir kahvedir:
“Hani şu patronun yapacak başka bir işi olmadığı için erkenden açılan, müşterilerin de içeri girdiğinde her şeyi hâlâ yerli yerinde bulacağından emin olduğu, pirinçli pastasının tadı sonsuza kadar damaklarda kalan kahvelerden biri.” [s.335 ]
Komiserin bu çabasına en az bizim kadar doktorun karısı da şaşırmaktadır. Neden kendine yardım ettiğini sorduğu sırada okuduğu bir kitaptan su tümceyi hatırlar; “Dünyaya gözümüzü açıyoruz ve o anda, tüm yaşamımızı bağlayacak bir sözleşme imzalamış oluyoruz, ne var ki günün birinde bir an gelir ‘bu imzayı benim yerime kim attı’ diye sorabiliriz.” [s.311 ]
José Saramago’ya göre, ekonomik güçlerin siyasi güçleri belirlemeye başladığından beri demokraside baştan aşağı bir yenilenme ihtiyacı doğmuş ve o, bunun olacağına dair umudunu hiçbir zaman yitirmemiştir. Ne mutlu ki, bunu gösterebileceği en güçlü araçlardan birine, edebî yeteneğe sahipti. Onun ardında bu kadar büyük romanlar bırakmasının en büyük sebebini, August Strindberg bir dergide yayımladığı “Üzünçlü Bir Cehennem” yazısında veriyor:
“Gerçek üzüntü, içten umutsuzluk dilsiz ve kördür; kitaplar yazmaz o, çekilmez bir dünyayı tunçtan daha dayanıklı bir anıtla ağırlaştırmak için hiçbir itki duymaz içinde.”
Kitap boyunca uzun cümlelerin üzerinde yağ gibi kayarak ilerlerken sona ulaştığımızda, yoğun bir eleştiri ve hiciv içeren bir romanda öznel yargıları bir kenara koyup bu kadar nesnel kalabilmenin, başarının altında yatan asıl cevher olduğunu fark ediyorum. Saramago için siyasi düşünceler edebiyattan koparılamazdı. Bu sayede –hangi dönemde yaşarsak yaşayalım- kendimizi kolayca özdeşleştirebileceğimiz ve etrafımızda olan biteni kavrayış gücümüzü artıracak kurguların içine sürükledi bizleri. İnsan zavallılığının her çağda aynı, kurnazlığının her çağda zehirli, pişkinliğinin her çağda boğucu olması kadar, umudunun da her çağda güçlü ve sarsılmaz olması gerektiğini vurguladı. Gerçekten bir şeyleri anlamak istiyorsak, bilgiye kolayca ulaşmanın kaçınılmaz sonucu olarak dehşet bir bilgi kirliliği içinde debelendiğimiz bu günlerde, romanlar okumak daha değerlidir. Anlamak ve yaşamak için.