Fransız Jean La Fontaine “Ağustos Böceği ve Karınca” fable’ını Bandırmalı (Panesos) hemşehrimiz Ezop’tan aşırmıştır; biz de aval aval dinleriz. Ezop’un (Aesop) MÖ 6.Yüzyılda dillendirdiği masala bakılırsa havaî Ağustos Böceği, yaz boyu sıcak kurak demeden harıl harıl çalışan karıncayla dalga geçip, tamburasını tıngırdatmış, şarkı türkü söylemiştir.
Sonunda zemheri gelip kar kapıya dayanınca, Ağustos Böceği tir tir titreyerek sığınacak yer aradığı sıra aklına çalışkan karınca gelir, gidip kapısını çalar; hani eskiden bir kere selamlaşmışlardı ya!
Fakat karınca pijamalarını giymiş, şöminesini yakmış, elinde piposu keyif çatarken kapısını çalan Ağustos Cırcırına haince davranıp, “Ben çalışırken senin aklın neredeydi? “ diye bir de kafa tutup iyisinden bir ders vermiştir.
Deniz dibindeki midyeler bile bir iki kez açılıp kapanıp rızıklarını bulurken ve dahi dağdaki kurt Tanrının yardımıyla günlük nevâlesini düzerken, Ağustos Böceği haytalığının ve avareliğinin cezasını bir güzel çekmiştir; oh olsun.
Bütün tembellere ders olsun!
Yaşasın çalışkanlar…
Çocukluğumda belki yüz kere dinleyip, bin kere okuduğum bu masalda ben Ağustos Böceğinden yana oldum hep…
Ona acımamak elde miydi, karınca bu kadar kötü olabilir miydi, yüzüne kapanmış kapıdan sonra zavallı ne yapmıştı, başına neler gelmişti?
Ya bir köşede donup kaldıysa!
Oysa karıncanın kileri dolu, mutfağı fokur fokur, mahzenleri fıçı üstüne fıçıydı; paylaşsa ne olurdu ki?
Yuvasının döküntüsü bile Ağustos’a yeter de artardı.
Kapısına kadar gelip yardım dilenen bir Ağustos’cuğu elinde gazetesi, burundan takma komik gözlüğü üzerinden alaycı biçimde süzen o karınca var ya, bir elime geçse, görürdü gününü!
Masalın buncasına tekrarlanması ardında yatan ideolojik temayı yıllar geçince kavradım. Max Weber’i okuması yeterli oldu, karıncanın derdini anlamak için… Batı Burjuvazisi, puritan – prostestan ahlaklı, ticarete ve sermaye birikimine açık bir orta sınıf yaratmayı istiyordu: Çalışan, dakik, ürettiğinin ve ticaretinin muhasebesini yapan, dindar insan karakteri! Protestanlığın paranın maliyeti üzerinden faiz elde etmesine köpüren Katolisizmin-Papalığın, sonunda yenik düşüp burjuvaya amâde olmakla hizaya geldiğini biliyoruz.
Öylesine bir burjuva kamusal alanı isteniyordu ki, ortalıkta avare dolaşan kimse görünmesin, sermayeye hizmet etmeyen kim ve ne varsa toplum dışı kalsın.
Çalışmayana ekmek yoktur; ne kadar ekmek o kadar köfte…
Çalışmak özgürleştirir, diye insanları kandırdılar.
Buna en güzel cevabı Nâzım, Bir Hazin Hürriyet şiiriyle verdi:
“….işsiz kalmak hürriyetinle hürsün!”
Çalışmayana hürriyet de yok!
Alman Felsefesi çok çalışkandır, vecize üretmeyi de bilir:
Üretti! Arbeit Macht Frei dedi, “Çalışmak İnsanı Özgürleştirir”
Bu deyiş aslına bakılırsa, feodal beylerden kaçıp yeni oluşan burjuva kentlerine ve kamusal alanlarına sığınan serfler için söylenmiş bulunan Stadluft Macht Frei’nin bir türeviydi: Şehir özgürleştirir, diyorlardı…
Nazi’ler Auschwitz Kampı girişine bile yazdılar, içeri gelin, çalışın adam olun; karınca olun…
Fakat bu özgürleşmiş şehirde aylaklığa hiç yer yoktur.
Flanörler başta olmak üzere, sanatçı, entelektüel, düşünür “cinsinden” kim varsa fuzulidir; onlar çalışmazlar, parazitlik ederler, zigot yaşarlar, zırt pırt ve muhalif laf ederler, cemiyetin sırtına yük olurlar…
Hele sanatçılar, edebiyatçılar yok mu, ah işte onlar, hem muzırdır hem çalışmadan bir de ahkâm keserler.
J.J.Rousseau’nun, tıpkı Platon’un tasarladığı devletten sanatçıları kovalaması gibi, şehirde tiyatroyu ve her türden oyunu yasaklamak istemesini de unutmayalım.
Yeni orta-sınıfın kendisini masallardan başlayıp mitolojik karakterlere değin yeniden üretimi 16.Yüzyıldan itibaren Batı’da burjuva kültürü olarak iyice yer edecektir.
Ağustos Böceği ve Karınca masalına da pek ihtiyaç duyulacaktır.
Batı’nın modern mitolojisinde sıralanabilecek pek çok örnek daha var.
Bunlardan birisi, Robinson Cruose’dur mesela…
Marx’ın Grundrisse’de ve ayrıca Felsefenin Sefaleti’nde değinerek tanımladığı gibi Cruose, “Sadece kendisi için üreten adamdır” ve “Altı bin yıl evvelinin insanını modernleştirmektedir.”
Cruose adasında tek kalmış insandır, kendine karşı ahlak sahibidir, Mundo Gente Senze [Dünyada kalmış tek insan] olarak yeniden kendi üretici çevresini kurabilen puritan bir örnektir. Deontoloji nedir diye sorulsa, tek başına Cruose bunu açıklayıcı en iyi örnektir. Titanist bir karakterdir Cruose, doğaya karşı dinine ve Tanrısına sığınarak direnir; ahlaklı isyankârdır.
Üretir, saklar, yeniden üretime hazırlar, Adam Smith’in iş bölümündeki gibi kendi çalışma hayatını kendi kurar, her şeyin muhasebesini tutar, çevrecidir, kendi dünyasını korur, sonrasında bir de köle sahibi olur, akılcı ve keşifçidir, mucittir, savaşçılığını da unutmayalım ve nihayet dünyanın zevk-ü sefasına dalmaz, nefsini Şeytana satmaz ve yatmadan evvel Kutsal Kitabını okur; daha ne istesin burjuva! Aradığı adam işte bu…
La Fontaine Ağustos Böceğini anlatırken, kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misali toplumun tembellikten uzak durmasına ve sonsuz bir devinimle hep çalışmasına ait duyulan modern ihtiyacı ihsas ettiriyordu.
Hiç kuşkusuz Ezop’un köleci sınıflı toplum döneminin ihtiyaçlarıyla örtüşmez bu yeni talep; fakat masal aynı işlevi yüzyıllarca görmektedir.
Gelgelelim, masal bir yalana dayanır.
Herkesin doğru bildiği yanlış diye tanımlayabileceğimiz Galat-ı meşhur’dur karıncaların çalışkan olduğu…
Karıncalar aslında çalışkan falan değil, hatta dünyanın en tembel yaratıklarıdır.
Sarhoş ve aylak, uykucudurlar; ne güzel…
“Aslında karıncalar oldukça çalışkan böceklerden ya da insanların çoğundan daha çalışkan değildir, otomat da değillerdir. Adlarının böyle çıkmış olmasını doğrulayacak hiçbir yanları yoktur. Her bir karınca uyanık olduğu saatlerin çoğunda ayakta uyumaya devam eder, ya kendine ya da bir arkadaşına çeki düzen vermekle vakit geçirirler. İtişir kakışırlar, şakalaşırlar, hayattan bayağı zevk alıyor görünürler. “ [Morley, s.5]
Buyurun bakalım, işte; masal bizi kandırmış!
Koloni hâlinde yaşayan karıncaları başı boş bırakmaya gelmez ve onlara bekçilik edecek çoban lâzımdır, o çobanlar ise yine karıncalar kraliçesine biat etmiş “kışkırtıcı ve dürtücü karıncalardır. “
Kışkırtmak ve dürtmek, bu tanımlara dikkat ediniz…
Bu tembelleri işe koşan, başlarında dikilen çoban köpeği gibi karınca sürüsüne iş gösteren kışkırtıcı karıncalardır. [Morley, s.9]
Eğer kışkırtıcı-teşvik edici karıncalar olmasa, anlaşılan o ki, bizim La Fontaine’nin karıncasının hâli Ağustos Böceğinden beterdir.
Ağustos’cuk ne kadar bireyci, özgür karakterliyse karıncalar tam tersine pek sıkıcı faşizan bir devletin idaresi altında kitlesel dürtülerle yaşayan köle-ruhlu yaratıklardır.
Örgütlü faşizm aslında hârikalar yaratır: Dev yapılar, büyük otobanlar, geniş meydanlar, vesaire…
Karıncalar da sopa altında mimari açıdan muhteşem koloni oluşturur.
Karıncaların kitlesel olarak ürettikleri çevresel koşullar böcekler sınıfı [Arılar hariç!] bir yana dursun, tüm hayvanlar âleminde görülmez; takdire şayândır.
Karıncaların, yer altında yaptıkları yuvalanma işi başlı başına bir mimarî sanat sayılabilir; bence tüm Mimarlık Fakültelerinde ders olarak okutulmalıdır.
Muazzam caddeler inşa ederler toprak altında ve bu caddeler karınca kolonisinin ihtiyaçlarına göre tanzim edilir. Bir kısmı yiyecek depolarının bulunduğu alanlara giden daha küçük, fakat yük taşımaya müsait genişlikte sokaklara açılır. Bazı caddeler ise uzar uzar gidip karıncaların uyukladığı işçi konutları semtine ulaşır. Karıncalar buralarda, Sendika parasıyla yapılmış, hükümet sübvansiyonuyla tamamlanmış işçi konutları gibi pek iç açıcı olmayan yerlerde yatar kalkar; işçi sınıfının durumu evvel eski böyledir.
“Toprağın altı da bir üstü de”, deniliyorsa belki karıncaların bu dünyası dikkate alındığı içindir.
Şimdi sıkı durun: Karıncaların zaman zaman içki içmelerine ve eğlenmelerine kraliçelerinden izin çıkar, o zaman hepsi caddelere dökülüp kilerde mayalanmış tohumların alkollü usarelerini içerek kafayı bulur. Almanların Oktoberfest-faşing’ine aratmayacak biçimde sarhoş olmalarına izin verilir. Kitlesel bir eğlencedir bu, şakalaşırlar, gülüştüklerini dahi iddia eden etnologlar -böcek bilim insanları vardır.
İspanyol ve Portekiz faşizmlerinde, biri Franco ötekisi Salazar zamanlarında, Fado-Futbol-Fiesta, 3 F kuralına çok benzer karıncaların kitlesel tembelliği…
Koloni 5 bin civarında karıncaya ev sahipliği eder. Koloniyi koruyan askerlerdir, ayrıca bahsettiğimiz gibi kışkırtıcı-teşvik ediciler var; diğerleri sade-sıradan karıncadır.
Asker karıncalar, ki kendi aralarında savaşçı ve keşifçi karıncalar diye temel olarak ikiye ayrılır, koloninin düzenini korur, savaşa giderler.
Koloni içinde karıncalar kendi aralarında kavga ederse polislik görevini de üstlenirler; kavgayı ayırıp taraflar arasında sulh temin ederler. Ancak dışarıya karşı acımasızdırlar. Savaş bir başka karınca kolonisiyle arazi paylaşması söz konusu olunca yapılır. Bu durumda işçi karıncalar savaşa gönderilir, onlar da seve seve gider, bazıları şehit olur. Şehit düşenleri silah arkadaşları savaşı yarıda bırakıp yemeye koyulur, iştahlarına diyecek yoktur. Zira karıncaların bizatihi kendileri besin kaynağıdır.
Savaş sonunda yenik düşen koloninin arazisi ele geçirilir, birçok esir alınır; esir karıncalar asla af edilmez, küreğe mahkûm gibi ölümüne çalıştırılır.
Aslına bakılırsa, bazı bazı bir kolonide tembellik alıp başını gider ve üretim düşer. İşte o zaman, Kraliçe durumdan rahatsız kalacaktır, asker karıncalar Kraliçenin huzuru kaçınca derhal dışarı çıkıp pusu kurarak bir başka koloniden esir karınca toplar; bu barış zamanı sık sık olan, sıradan bir şeydir.
Esir alma işlemini izlemek lâzım, boyları milimetreyi aşmayan bu yaratıklar arasında bir tür itaat, boyun eğme, teslim olma refleksi görülür.
Fakat Moray yazıyor ki, esir alınan karıncaların sayısı koloni nüfusunun yüzde 10’unun geçmez. Bir bildikleri var, herhalde… Esir karıncalar koloninin vatandaşı olan karıncalar tarafından itilir kakılırlar, hor görülürler; pek acımasızdır hepsi…
Kraliçeye gelince, o çiftleşmeyi pek sever, azıcık seks düşkünüdür.
Yılda, karınca türlerine göre, bazen iki en çok beş kez dışarı çıkıp kanatlanır, uçar, pır pır eder, kendisine erkek bakınır. Erkek karınca gördü mü, çapkınlığı tutar.
İncecik beliyle kırıtan kraliçe karınca, belini incitmeden çiftleşmesini bitirince yani zifaftan sonra [Moray, s.35] yuvasına geri dönüp huzurlu bir hamilelik dönemi geçirerek binlerce yumurtasını dökmeye başlar, arada bir karnı acıkınca, koloninin depolarından değil kendi yavrularından beslenir; yamyamlığı da vardır hani…
Kraliçe aniden ölürse, olur ya, asker karıncalar yönetime derhal el koyar, kışkırtıcı dediğimiz bürokrat tarzındaki karınca devleti yöneticileriyle birlikte, asker-sivil bürokrasi cuntasıyla koloniyi idare ederler. Fakat bu uzun sürmez, kısa sürede işçi karıncalar arasından birisi Kraliçe seçilir; talih kuşu hangi karıncanın başına konarsa o Kraliçe olur.
Bu seçimin neye göre yapıldığı tam bilinmez, entomologlar [Böcek bilimcileri] henüz bu gizemli seçimin nasıl olduğuna dair net bir şey söyleyemez.
Galiba her şey, yerin altındaki dünyada bir tür Sindirella Masalına tekabül eder.
Karıncaların mantar ve bazı bitki türlerini yetiştirmek için kendi kolonyal arazilerinde tarım yaptıklarını da biliyoruz; ziraatçı böceklerdir.
Fakat en ilginci şudur ki, karıncalar yaprak biti, yaprak deleni, meyve sineği gibi daha küçük böcekleri esir aldıktan sonra yuvalarına götürüp orada bitkiyle beslerler; sonra da sütlerini içtiklerine dair bilimsel gözlemler hayret uyandırır.
Hayvancılıkla uğraşan karıncalar, bu yaprak bitlerinden süt sağmayı öğrenmişlerdir.
Bütün bu hummalı çalışmaya karşın aslında çalışkan olmadığını artık öğrendiğimiz bu karıncalara özenenlere gelince, onların sayısı İnsanoğlu tarihinde pek çoktur.
Hazreti Süleyman, tembellere “Karıncadan örnek al” demiştir ve kutsal kitapların ilki olan Eski Ahit’te bu veciz söz yer alır.
Daha eskiye uzanırsak, Yunan mitolojisinde karıncaya rast geliriz. Çapkın Zeus, Eurymedusa adlı bir yeryüzü prensesine tutkundur, onu baştan çıkartmak ister fakat Eurymedusa Tanrısına yüz vermez, çapkın kâfiri çalışkan bulmaz.
Bunun üzerine Zeus’un karınca kılığına girdiğini biliyoruz.
Akarı olan, geliri bulunan, cüzdanı şişik adam peşindeki kadınları baştan çıkartmanın bir yoludur çalışkan görünmek; karıncalaşmak…
Romalı Plinius, Aziz Jerome, meşhur Cato, hatta Cicero ve Rahip Malchus gibilerini sıralarsak karıncayı insan türüne örnek gösterenlerin listesi uzar uzar, sakızlaşır, gider.
Fakat bunlar arasında Platon’dan bahsetmezsek hiç olmaz!
Platon’un bir toplum mühendisi kesilip Yunan sitelerini, münhasıran Atina’yı adam etmek üzere yazdığı Devlet adlı eserinde ütopik bir tasarımla kurduğu şehir, Karıncaların Devleti olarak ilan edilir.
Platon, tembelliğin yok edildiği, şarkıcı ve tiyatrocunun ekmek yemediği, Saçaklı Raziye hâllerinde ortada başı boş gezen serkeşlerin ortada kıtır atmadığı, zararsız züppeliklerin dahi hoş görülemeyeceği, bir yiyip bin şükredilecek, filozof-bilge kral tarafından yönetilen bir şehir devleti hevesindedir.
Onun filozof kralı, karıncaların kraliçesinden başkası değildir.
Platon’un ütopyasında şehri koruyan askerler, işleri düzenleyen devlet memurları dışında bir de rahipler bulunacaktır.
Karıncalarımızın henüz din ve ahiret işleriyle alakalı olmadığını biliyoruz; bir tek bu yönüyle gerçek karınca kolonisini Platoncu bulamayız.
Ne ki, Darwinci Evrim kurallarından medet ummanın zamanı gelmiştir, belki birkaç milyon yıl sonra, karıncaların da dinî kuralları olacaktır; bunu bugünden yarına bilemeyiz.
Platon’un pek sıkıcı görünen devleti iki bin beş yüz yıldan beri taraftarları ve muarızlarıyla çekişmeli olarak konuşulup tartışılır.
Karşı olanlar ne derse desinler, şimdilik Platoncu devlet modeli revaçtadır.
Platon’u takip eden Farabî, 9.Yüzyılda, Medine’tül-Fazıla başlıklı eserinde, erdemli bir uygarlığın/şehrin uzun uzadıya tanımını yaparken karıncalar gibi çalışkan insanları tasarımın tam ortasına koyar.
Platoncu karıncaların uygarlığını özleyenler çokçadır, fakat karşıtları da yok değildir; demiştik.
Alın mesela, 20.Yüzyılın modernist-liberal Karl Popper’ini …
Açık Toplum ve Düşmanları adlı eseri baştan sona anti-Platoncu kurama dayanır. Karıncaların Devletine karşıysanız alkış tutarak okursunuz lâkin laf döner dolaşır Karl Marx’a gelir; getirilir. Marx’ın mabadından anlaşılmaya çalışıldığı satırlarda azıcık yüzünüz ekşir ama olsun, yine de okumanız, kitabı terk etmemeniz gerekir.
Popper’den esinlenmiş neo-liberalism Açık Toplum düşüncesinde kendisine yeni Ağustos Böceği ve Karınca masalları üretmekte gecikmez.
Sürekli Borçlanma teorisine dayalı Keynesci açıklama neo-kapitalist vahşi yaşamı size olması gereken, kaçınılmaz bir süreç olarak sunar. Hatta çalışan özgürleşir düşüncesinin yeni bir izahıdır sürekli borçlanma… Söz dinleriz ve çalışırız ama bir türlü özgürleşemeyiz!
Bu acımasız gerçeklik karşısında Açık Toplum bir fantaziden öteye geçemeyince, biz yine kalır mıyız toprak altında ve karıncaların sıkıcı kolonisinde; kalırız vallahi…
Richard Sennett burjuvazinin istediği çalışma koşullarının, Fordizm ve Taylorizmle karışmış-karıncalaştırılmış bir kapitalist emek pazarının rutine dayandığını, sonuçta insanı, insan karakterini aşındırdığını anlatır. [Karakter Aşınması, R.Sennett]
Öte yandan Adam Smith’e hak vermeden de geçmez Sennett…
Nedir, Smith Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Sebepleri adlı, Marx’ın Kapital’inde yazdıklarına eşdeğer gördüğü klasik metninde, rutin çalışma ve iş bölümünün kaçınılmaz olduğunu belirtmiştir.
Ve biraz da acıyarak-üzülerek ifade ettiğince, insan, kapitalist çalışma ortamında cahilleşip aptal durumuna indirgenir, kendi kendisine yabancılaşır, düşünce ve yaratma becerisi elinden alınır.
Adam Smith’in bu söylediği, Marx’ın ifadesiyle, emeğin kendi ürettiğine yabancılaşmasından başkası değildir.
Hâsılı, karıncaların sıkıcı devletiyle rüyasında kâbus gören yazarınız böyle abuk sabuk şeyler söyler; siz aldırmayın!
Onun böyle gel-git aklı vardır…
Biz, masaldaki karıncanın çalışkan olmadığını, hepsinin kuyruklu yalan olduğunu söyleyecektik, söyledik; başımız da göğe erdi lakin lafı bu kadar uzatmaya ne gerek vardı, bunu da lakırdımız buraya ulaşınca fark ettik, amma bir kere kelâmımızı etmiş de bulunduk.
Kıyaslamalı okuma önerisi:
Karıncaların Dünyası Derek Wragge Morley Çev: Ender Gürol Varlık Yayınları 197 sayfa, 1966 | Devlet Platon Çev: Sabahattin Eyüboğlu M.Ali Cimcoz İş Bankası Kültür Yayınları 372 sayfa |