Güçlü olmak, hayatının nasıl olacağına veya olmayacağına karar vermekse eğer, pek de güçlü değiliz kanımca. Zira bir arada, duygudaşlıkların kur(ul)duğu dayanışmayı ve örgütlülüğü hissetmediğimiz sürece güçlü olmanın olanağı da yok. Bireysel olarak nasıl hissettiğimiz ise bu baharın güneşinin görünüp kaybolmasına, sorunlarla başa çıkabilecek psikolojik sağlamlığa, umutsuz bir iyimser olmaya veya gezegenlerin kare açılarına bağlı olabilir. Kendi hayatım ve deneyimlerimin çok özel olduğunu düşünmüyorum; bu açıdan güçlenmek için yazıyorum ve bildiğim şey benim yaşadıklarımın işçi sınıfının güvencesizliğinin-geleceksizliğinin bir kısmı olduğu; tersane, tekstil veya inşaat işçisi nasıl yaşıyorsa korkularla beraber gününü, çağrı merkezi çalışanı hergün kulak ve boyun ağrılarına rağmen küfrede küfrede gülümsemeye nasıl devam ediyorsa aynı şeyler yaşıyoruz. Yukarıda anlattığım şeylerin bir kısmını ben yaşadım, bazılarını ise arkadaşlarım. Bunlar, bu koşullarda normalleşmiş alışılmış ama tüketen süreçler ve bu haliyle yaşananların bir kısmı ve çok azı belki de. Beni asıl güçlendirdiğini hissettiğim ise bunların sadece benim başıma gelmediğini bilmek ve ortak deneyimler yaşayan pek çok insan ile duygudaşlık yapmak, ilerideki yoldaşlığın da bu duygudaşlık üzerinden kurulabilme imkanını görmekle ilgili sanırım.
Son dönemlerde en çok duyduğum tanımlama bana dair, “sen güçlü bir kadınsın”, oldu. Güçlü kadın! Bir süredir düşünüyorum bunu, ne yaptığım için güçlü kadın oluverdim !!!
Sabah yürüyüşümde bir serçe yaklaştığımı farketmedi, ben de onu görmemiştim ile etapta. İkimiz aynı anda birbirimizi gördük, ben zarar vermekten korktum, o ölmekten korktu. Bir anda ağzındaki çalı çırpıyı bırakmadan titremeye başladı. Ben durunca kendini güvende hissedeceği mesafeye aldı ve sonra bana bakmadan devam etti yuvası için birşeyler daha toplamaya. O anda farkettim, ne kadar uzun süredir o tedirginlikte yaşadığımı; benden ‘güçlü’ birilerinin bilmem kaçıncı defadır değiştiriverdiği hayatımı, sürekli yeniden kurma çabasında olduğumu. Uzun sayılabilecek bir süreden beri ağzımda derme çatma becerilerim ile geziyorum. Yeniden hayat kurabilmek için benim çalı çırpım da onlar. Geriye dönüp baktığımda ‘başarılardan’ oluşan bu beceriler kırık dökük. Birilerinin hayatını etkileme gücüm hiç olmadı, ama onlar karşısında olduğum gibi durabilme inadım oldu. Şimdi ardıma baktığımda, kendimle en çok gurur duyduğum, bu anlar. Her seferinde bedeli oldu, yeniden hayatımı kurmam gerekti. Her seferinde hayatımı kurma inadıma ‘güçlü’ sıfatını veriyorlar galiba. Sokaklarda sarhoş olup, ağlaya ağlaya taşıtmadım kendimi, gece ilaçlar içip acillere gitmedim, yüz kaslarımın gülmeyi unutacağı ve göz torbalarımın ağlamaktan şişeceği hale gelmedim ama günlerde dizi izleyip evden çıkacak gücü bulamadım zaman zaman veya ‘ev’ denilen pencere ve duvarlardan oluşan ‘korunaklı’ alanlara sığamayıp güneşin doğmasıyla kendimi dışarı atıp düşünemeyecek hale gelene kadar sosyalleşip, eve gelip sızdığım oldu. Hayatımın üzerinde bile belirleyici olamadığım o kadar çok zaman var ki halbuki. Güçlülük bunun neresinde diye düşünüyorum çoğu kez. Kendine zarar veren, vermesi mümkün durumlardan uzak durmak veya kendini kurtaracak iradeye ve olanaklara sahip olabilmek, bunları yaratabilmek ise bazen güçlü olabildiğim doğru. Birilerine evet veya hayır derken, ne istediğimi veya neyi istemediğimi bildiğim doğru. Bunu yapabilmek için istemediğim şeyi, istediğimi sanarak yıllarca yaşamam gerekti.
Geçici işlerle geçen ömrün kalıcı hasarları
Her zaman geçici bir iş olan dersanede mesela ‘bu sene son!’ diyerek 12 sene çalıştım. Her sene, o iş geçici olduğu için sigortamı sormadım. Maaş pazarlığı yapmadım. Bir gün en mutlu olduğum yerin dersane olduğunu, dehşetle farkettim. Dehşete düşmemin nedeni, işin geçiciliği, korunaksızlığı ve öz değerde yarattığı deformasyonla beraber insanın içini okşayarak tüm bu illetlerin üstünü örten bir ‘pohpohlanma halini’ de yaratmasıydı. Maaş pazarlığı yapmaya çalıştığınızda, çalışma saatlerinizi konuşmak istediğinizde canınızı acıtacak kadar somutlaşan bir güçsüzlük çıkıverirdi açığa. Siz her zaman birinin ağzının ucundaydınız, dili ‘devam’ yerine olumsuzluk kipinde bir fiil ürettiğinde, işsizdiniz işte. Bu kadar basit. Ne kural ne ayıp ne de hukuk işlerdi o anlarda. Güvencesizliğin en basit kuralı buydu. Kimin güçlü olduğu açıktı. Kimi arkadaşlarım bu ‘geçici’ işi meslek edinmek istedi. Güvencelerini satın almak için ortaklık tekliflerini olumlu karşıladı. Dersaneler maaş giderlerini azaltmak ve ‘iyi çalışan’ hocalarını ve ofis elemanlarını tutmak için bu yolu denerdi hep. Zira geçici işlerin en önemli özelliği, belirli bir ‘tecrübeden’ sonra aynı alandaki başka işyerlerinde kolaylıkla iş bulursunuz. İşin devamlılığının anlamı buradadır. Sadece bu alanda geçerli bir tecrübe ve ‘isim’ haline gelebilirsiniz. Bu bir nevi zincirdir. Piyasadan çıkmamanızı sağlar ancak hala işiniz birinin ağzının ucundadır. Dersanelerin ortaklık tekliflerindeki mekanizma ise şöyle işler, kar-zarar ortaklığı, dönem sonunda sabit maliyetler ve yatırım için ayrılan rakam kesildikten sonra karın yüzde halinde paylaşımı idi. Elbette maaşınız ve sigortanız da olurdu. Ancak dersanenin ortak olmanızı teklif ettiği zamanlar, yeni şube açıldığı dönemlerdi. Yani halihazırda oturmuş ve kâr eden bir şubeye ortak olmak pek mümkün değildi. Nadiren kendini çok ‘sevdiren’ elemanlara yapılırdı bu ‘iyilikler’. Ancak bir şube yeni açıldığında ortak olmak için sizin de belirli bir miktar kredi çekmeniz ve havuza yatırmanız beklenirdi. Bu açıdan maaşınızın gecikmemesini, bölük pörçük almamayı, sigortanızın düzenli ve tam ücretten ödenmesini garanti ederdiniz. Dersane de sizin anlaştığınız saatin üzerinde çalışmanızı garantilerdi böylelikle. Zira öğrenciyi elinde tutmak isteyen dersane için, hocaların uzun saatlerini dersaneye ve öğrencilere yönelen özel ve yaratıcı çalışmalara ayırması elzemdir. Geçici olarak çalışan kimse o kadar vaktini ayırmak istemez, dersini verip gitmek ister işlerine. Bu açıdan dersanede ‘isim’ yapan hocaların geçici çalışanlardan olması da istenmez. Büyük sınıfları ve çok öğrencisi olan dersleri bu açıdan ortak-hocalara verirler, idari personelin bu hocaları övmesini isterler ve yönetimle yakın olan öğrenciler aracılığıyla bu hocaları öne çıkarırlar. Diğerlerini zaten öğrenci de pek tutmaz böylelikle ve dersanenin verdiği ders, hocaya ‘iyilik’ adını alıverir. O, güvencesiz ve geleceksizdir. Maaşı gecikmeli ve bölük pörçük alır. Kirasını asla vaktinde ödeyemez, bankalarla başı sürekli derttedir. Sürekli bir borçluluk halinde gezmektedir. Halbuki en iyi üniversitelerden mezun olmuş veya akademik-politik açıdan son derece ‘başarılı’ bir geçmişe sahip olsa da bilmem ne kadar dil bilse de… Öz değer böylelikle aşınmaya başlar. Bu arada ortak-hoca ve çalışan-hoca olarak ortaya çıkan ayrışmalara, başka tanımlar da eklenebilir. Mesela sadece söz verdiği ve anlaştığı kadar işini yapan hoca (ofis elemanı), herkesin ortak çıkarına hainlik ediyordur. Hasta olduğu için işe gel(e)meyen hoca, işe zorla getirilip gerçekten hasta olup olmadığı kontrol edilebilir. Yönetimin kendisine yaptığı bir haksızlığı anlatıp destek/yardım isteyen hoca dedikoducudur. Maaşını tam ve zamanında almak isteyen hoca ise hadsizdir. Elbette maaşlar, elden alınır, ayrı defterler vardır. Sisteme sadece kadrolu (çoğu kez ortak) hocaların maaşları girer. Eğer kadro anlaşması yapılmışsa da maaşın bir kısmı bankaya yatırılır, gerisi elden verilir. Sürekli dersaneler ellerinde birkaç aylık maaşı tutarlar ki hoca üzerinde kontrolleri olsun. Böylelikle hoca kendileri onu istemeyene kadar bir başka yere gidemez. Hukuk işletmeye çalıştığınızda ise ardınızdan yapılan dedikodulara, iftiralara karşı hazırlıklı olmalısınız. Yazdığınız kitapta adınız değiştirilebilir. Sorularınız ve notlarınızın başkasına ait olduğu iddia edilebilir ve olmadık durumlarla tazminat ödemek zorunda bile bırakılabilirsiniz. Halbuki şimdi patronunuz olan çalışma arkadaşlarınızla rakı için, geçmişi konuşmuş, kendisinin Filistin’de savaşma anılarını dinlemiş, Marks’ın kapitalindeki bir paragrafı saatlerce tartışmış, dost olmuş veya zaten çoook eski arkadaşlarınızla bu işe başlamış olabilirsiniz. Ancak bu tip geçici işlerin insanın karakteri üzerinde yarattığı tahribat inanılmazdır. İnsanlara güveniniz de aşınır. Onlar güçlü olmayı tercih edip, pozisyon almışlardır ancak kişisel hayatlarında bir şey değişmemiş rolü yaparlar ve son derece şizofrenik bir hal alır hayatınız. Sonuçta emeğinizi, birkaç aylık paranızı, sözde itibarınızı orada bırakır, koşarak kaçarsanız kurtulursunuz.
Geçicilik, kırılgan hayatların kapısını insanın kendi eliyle açmasıdır.
Henüz yirmili yaşlarını dersanede tüketen biri olarak hatırladığım en büyük endişem emekli olamayacağım duygusuydu. Memur bir ailenin çocuğu olarak emeklilik güvencesizliğini anlayamayan ailemin de bu endişemi anlayamaması için arada büyük bir kuşak farkı olmasına gerek yoktu. Hatta aynı dönemde güvenceli işlerde çalışan arkadaşlarımın bile anlaması zordu. Onlar şimdi bunu anlayacak güvencesiz ve geleceksizlik sürecini deneyimliyorlar. Dahası sadece emeklilik değil, güvenceye dair hayalleriniz de algılanmayabilir. Asla dersane gibi işlerde çalışan veya çalıştırılanların da başka güvenceli işlerde çalışma hayalleri kendileri için bile inandırıcı değildir aslında. Hatırladığım öyle çok an var ki umutlarımızın kırılmasına dair: zira dersanedekiler başka amaçlarınız olduğuna da aslında inanmaz. Akademisyen olmaz sizden, öğretmen olmaz… olsa olsa dersaneci olur. Tüm kişisel de-motivasyon bunun üzerinde toplanır. Dersanedeki herkes bunun için sizi ikna etmeye çalışır. Üniversitede, dersiniz olduğunuz için izin istediğiniz günlere özel olarak etüt konur. Sınavınız olduğu için iptal ettiğiniz dersleriniz parası, siz daha sonra yapsanız bile kesilir. Bir sabah bir akşama iki saat ders konur ama eve gitmeniz veya işinizi yapmanız mümkün olmaz, zira öğrencilere sizin orada olduğunuz, soru çözebileceğiniz çoktan söylenmiştir. Dersane öğrencisi de çok güzel insanlarla tanışmış olmakla birlikte söylemem gerekir ki bir kısmı sivrisinek gibidir. Karşılığında para ödediği bir eğitimciye çoğu kez saygı duymaz, ne kadar çok kan emerse o kadar fayda elde edecektir ve tatmin olma düzeyi artacaktır. Dersane öğrencisi az vakit ve az emekle çok şey hatırlaması gereken öğrencidir. Bu açıda onun vermediği emeği sizin vermeniz gerekir. Buna hap bilgi denir. Kolay ezberletecek metotlar bulmanız gerekir ki bu yöntemin akademik veya entelektüel bilgiyle alakası yoktur. En iyi hoca, sınavlarda soru çözdürmeye yönelik bilgiyi kolaylıkla anlaşılabilir hale getiren kişidir yani. Bu açıdan entelektüel olarak derinleşmek işinizi zorlaştırabilir de anlamsızlaştırabilir de. Dersanede çalışan öğretmenlerin önemli bir kısmı akademik kariyer hayaliyle bu işe başlamıştır. Bankacı, mümessil veya muhasebeci gibi daha güvenceli olmakla beraber devamlılık isteyen işlerde, yüksek lisans veya doktoralarına zaman ayıramayacaklarını düşünerek çalışmayı reddeden ama bir üniversitede kadro yaratan sosyal sermayeden mahrum kalan kişilerden oluşur. Bunun yanı sıra atanamayan öğretmenler, erken emekli olanlar ve ikinci iş olarak bu alanda çalışan kişiler de vardır. Önemli olan, bu işin niteliğini belirleyen, geçiciliktir. Geçicilik ise kırılgan hayatların kapısını insanın kendi eliyle açması demektir. Bu açıdan tersane, inşaat, tekstil, taksi-dolmuş şoförlüğü, ilaç mümessilliği ve çağrı merkezi gibi işlerden farkı yoktur.
Her şeyden önce gelen geleceksiz ve güvencesiz işler
En son dersane maceramdan sonra dersanenin olduğu sokağa girince bulantı oluşuyordu içimde. En dip bu diye düşünmüştüm. Yaşarken dibin neresi olduğunu bilmiyorsunuz. Dersanede tüm işler acildir. Size son dakikada haber verilir, işinizin ve bir hayatınızın olması önemli değildir. Her zaman dersanenin işini daha hızlı ve yoğun şekilde yapmanız beklenir. Evlilik, hastalık veya ölüm gibi olaylarda bile hızla işinizin başına dönmeniz beklenir. Örneğin tatillerde, hatta balayında dersane için soru yazmış insanlar tanıyorum. Bunun para kazanmaktan ziyade, işlerin bir türlü bitmemesi ile ilgili vardır. Zira geleceksiz ve güvencesiz bile olsa işlerin en önemli özelliği sizin ‘boş zamanınıza’, dolayısıyla kendinizi yeniden üreteceğiniz zamana, el koymaya çalışmasıdır. Telefonlarınızı kapatmamanız gerekir, her an cevaplanması gereken mailler gelebilir, mutlaka okunması-düzeltilmesi-yazılması ‘gereken’ sıralı işleriniz vardır. Bitmez, asla bitmez. Dahası, güçlülerin sözleri de değişkendir. Daha önce sözverdikleri maaşı ödememe, ulaşım-yemek-sigorta bedellerinde ani değişiklikler yapıp sizi borçlu çıkarma gibi uygulamaların da sıkça karşılaşılan durumlar olması elbette tesadüf değildir. Bu koşullar altında çalıştığım en son işyerimden işi bırakan eşimin, işe dönmesini sağlamak için beni işten kovmuşlardı. Bunun üzerine bir daha arkama bakmadan çıkmıştım. İşsizlik döneminde kendim(iz)le en çok gurur duyduğum şey ise lafımı edip, boyun eğmeden, bozuk paraları sayıp acaba ne pişirebiliriz diye düşündüğümüz zamanları geçirmemize rağmen arkam(ız)a bakmadan devam etmek olmuştu. Dava açmaya yeltendim, elbette boşa çıkacaktı. Yine de bırakıp gidebilmek kadar insanı güçlü hissettiren bir şey yok sanırım.
Günümüz kapitalizminin kariyeri Gelecek vaat eder mi?
Aradan bunca sene geçmesine rağmen, daha sonra yine atılacağım, biri vakıf olmak üzere üniversitelerde çalışmama ve daha güvenceli hayatlara geçiş yapmışım gibi görünmesine rağmen, bulantım hiç geçmedi. Güvenceli bir çalışma hayatının mümkün olması aklıma hiç yatmamıştı. Son iki buçuk sene hayatımın en güvenceli işinin de birilerinin ağzının küçük kıpırdanışları ile çıkardıkları genel faşizan karbondioksit salınımı ile yaşadığımız kapitalizmin en net özelliğinin geleceksizlik olduğuna daha da kani oldum. Bir anda memleket değiştirmeye kadar vardı olaylar, malum, pek çokları gibi ve pek çoklarından şanslı olarak.
Güçlü olmak, hayatının nasıl olacağına veya olmayacağına karar vermekse eğer, pek de güçlü değiliz kanımca. Zira bir arada, duygudaşlıkların kur(ul)duğu dayanışmayı ve örgütlülüğü hissetmediğimiz sürece güçlü olmanın olanağı da yok. Bireysel olarak nasıl hissettiğimiz ise bu baharın güneşinin görünüp kaybolmasına, sorunlarla başa çıkabilecek psikolojik sağlamlığa, umutsuz bir iyimser olmaya veya gezegenlerin kare açılarına bağlı olabilir. Kendi hayatım ve deneyimlerimin çok özel olduğunu düşünmüyorum; bu açıdan güçlenmek için yazıyorum ve bildiğim şey benim yaşadıklarımın işçi sınıfının güvencesizliğinin-geleceksizliğinin bir kısmı olduğu; tersane, tekstil veya inşaat işçisi nasıl yaşıyorsa korkularla beraber gününü, çağrı merkezi çalışanı hergün kulak ve boyun ağrılarına rağmen küfrede küfrede gülümsemeye nasıl devam ediyorsa aynı şeyler yaşıyoruz. Yukarıda anlattığım şeylerin bir kısmını ben yaşadım, bazılarını ise arkadaşlarım. Bunlar, bu koşullarda normalleşmiş alışılmış ama tüketen süreçler ve bu haliyle yaşananların bir kısmı ve çok azı belki de. Beni asıl güçlendirdiğini hissettiğim ise bunların sadece benim başıma gelmediğini bilmek ve ortak deneyimler yaşayan pek çok insan ile duygudaşlık yapmak, ilerideki yoldaşlığın da bu duygudaşlık üzerinden kurulabilme imkanını görmekle ilgili sanırım.