Aşağıda okuyacaklarınız tiyatroyla içli dışlı birkaç kişinin izledikleri bir oyun sonrası birbirlerine ve oyuna sordukları soruları, sonucuna varamadıkları çıkarımları, hayal kırıklıklarını içerir. Okuyucu istediği yerden okumaya başlayabilir. Oyunu izleyen ve buradaki görüşlere bir diyeceği olduğunu düşünen okuyucu, yazarlara aşağıdaki eposta adresinden ulaşabilir. İsterlerse onlar da anonim bir hesap üzerinden cevap yazabilirler, uçuş serbest.
Dün gece gördüğümüz rüya olsaydı dedim bu sabah. Oyun çıkışı konuştuklarımızı düşününce gerçek hayatı hatırladım. Flu olmak ne demek, tiyatro bugün ne işe yaramalı, ödenekli tiyatro ve memurluk ilişkisi gibi birçok başlık üşüştü zihnime. Nereden başlasak? Önce genel bir bilgi; Flu Lysistrata Aristophanes’in Lysistrata adlı komedisinin yeniden okuması, okumaya çalışılması, okunamayıp bulandırılması gibi tanımlarla betimlenebilir. Kimilerince metatiyatral yorumun hası, tiyatro tam olarak bunu anlatmalı artık, denen bir son nokta. Hakkında hem olumlu hem olumsuz yorumlar duyduğum bu oyun başlamadan önce sahnede olacağını vaat eden canlı müziğe yükseldim şahsen. Sonra mikrofonlardan yapılmış cami avizesine benzeyen yerleştirme dikkatimi çekti. Ne çıkacak diye beklerken şarkıyla açılan oyunda bir yorum fikri olduğunu anlar gibi olsam da hayra yormaya yeltenemedim. Şarkıya yabancılaştım, sahnenin soğukluğu beni itti, kostümlerin siyahlar ve beyazlardan oluşmasını klişe buldum ama izlemeye devam ettim.
Böyle bir girizgahtan sonra hayal kırıklığını biraz daha net anlatmak isteyen diğer seyirci doğrudan oyuna konuşarak şöyle dedi;
Savaş hakkında bir şey mi söylemek istiyorsun? Yoksa cinsellik ve şiddet hakkında mı bir şey söylemek istiyorsun? Tiyatrocuların tiyatroya başlangıç hikayelerini mi dinletmek istiyorsun? Seyirci ışıklarını açarak ne yapmaya çalışıyorsun? Seyirci ışıklarını açıp “aa ne güzel izliyorlar” diyerek seyircileri iradesizleştirdiğinin farkında mısın? Belki salonu terk etmek için can atan bir seyirciyim ben o anda, ne biliyorsun? Top oynar gibi yaparak, düşme oyununu oynayamayarak bende yeteri kadar “çıkmalıyım” duygusu yaşattın belki. Seyirciyi oturduğu koltukta rahatsız etme hakkını çok kötü kullandın.
Sonra bize döndü ve açıklarcasına dedi ki;
Lysistrata metni yönetmen için neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor gibi. Metni bir noktada önemseyerek sahnelediğini düşünebiliriz ama dikkatinin metinde olmadığını görmemek için kör olmak lazım. (Gülüşmeler) Metin bir çıkış kapısı gibi kullanılmış, oyuncuların “metinden çıkma”yı oynayabilmelerine alet edilmiş. Reji metinle bağını kesmeyi hayal etmiş ama bir türlü kesememiş gibi duruyor. Sonuçta bir metni hem sevebilir hem de saygıyla terk edebiliriz değil mi? Oyuncuların oyun sürecine dair konuştukları sahneden anladığım kadarıyla, yönetmen oyunu çalışırken büyük değişiklikler yapmış ve oyuncuları “zorlamış.” Bu bana lisedeyken çalıştığım bir oyunun iptal edilmesi üzerine benim ve arkadaşımın tepkisini hatırlattı. Ben yıkılmıştım ama arkadaşım “peki şimdi ne yapalım?” diye sormuştu. Yönetmen de “işte aradığım enerji” demişti. Aynı sürecin farklı algılanmasının mümkün olduğuna ilk o zaman şahit olmuştum. Flu Lysistrata oyuncuları da yönetmenin müdahalelerine farklı farklı tepkiler veriyorlar. Bu da yönetmeni ilgilendirmiş ve bunu oyuna dahil etmiş, bize bir oyuncunun, rol karşısındaki kırılgan pozisyonunu göstermek istemiş. Sahnede oluşu ile ilgili konuşan oyuncu bana da ilgi çekici geliyor fakat neden yapıldığı anlaşılmadığı için bu konuşmalar çok havada kalmış. Bir ebeveynin ya da bir öğretmenin “acaba çocuklar/öğrenciler benim hakkımda neler konuşuyorlar” diye merak edip onları gizli gizli dinlemeye çalışması gibi bir şey oluyor sahnede gördüğümüz. Ey yönetmen, madem bunu bize izletiyorsun biraz daha ileriye gitsen, yapıyı iyice açsan ve oyuncuların oynamasına izin versen iyi olmaz mıydı?
En ilginç bulduğu bu fikir üstüne biraz daha düşünmek istedi. Burada diğer seyirci araya girdi:
Yönetmenin oyunculara tanıdığı alanın gücü “daha az düzenlenmiş hakiki paylaşımlar” ile arttırılabilirdi. Oysa bundan kaçınılmış. Kaçınıldığı noktada da o paylaşımların varlığı havada kalmış. Rol-oyuncu ayrımının vurgulanmasıyla ortaya çıkan oynama hali, izleme eylemine ve oyunculuğa katkısı açısından yeni bir fikir olmasa da ilgi çekici ancak, bunu bir öneri gibi sunup sahiplenmemek neden?
Bu bir rüya olsa diyen seyirci konuşmaya devam etti:
Mesela benim orada çok rahatsız olduğum bir durum vardı; oyuncular provalarda zorlanmışlar ve bunu anlatıyorlar. Ancak artık zorlanma durumu geride kalmış, oyunun şimdiki zamanında olan şey eskide kalmış zor bir durumun anısını yad etmek, bir gülümsemeyle anmak haline dönüşmüş. Bu da ister istemez orjinal metnin içine giren oyuncuların, yönetmenin varlığını boşa çıkarıyor. Kes yapıştır bir rejiden elimize ne bir samimiyet kalıyor ne de bir anlam. Çünkü doğaçlamalarda zorlanan oyuncu o zorlanmanın ezberini oynuyor sahnede. Buz kırma oyunları da kendi içlerinde güzel anlar içerse bile oyunun genel yapısı içinde zorlama kalıyor. Oyuncular, seyirciyle aralarındaki duvarları (kim demiş sadece dört duvar var diye?) kırdıklarını söylediklerinde de inanamadım doğrusu. Ben zaman zaman üstten bakıldığını bile hissettim. (Ay çok harika seyrediyorsunuz!) Acaba oyuncular çok mu arada kalmışlardı ve ne yapacaklarına karar veremiyorlar mıydı? Yönetmenin değişken ve zorlayıcı yaklaşımı, sahneye çıkma zorunluluğu (ki görevlendirme gereği olduğunu söylediler) ve oyuncu olarak oynama isteği arasında sıkışmış gibiydiler!
Biri heyecanla söze girdi:
Sıkışmak demişken müzikle ilgili de bir şey söylemek isterim. Bana kalırsa oyundaki ikinci itici güç müzisyenlerin, canlı müziğin varlığı idi. Oyunun açılışında, dinamik grup enerjisiyle sahneye girip yerleşen oyuncular bu canlı müzik ile birleşiyordu. Ne var ki, oyun süresince sahnenin bir köşesinde, zaman zaman baktığımda acaba sıkıntıdan patladılar mı dediğim müzisyenler, beyazlar içinde öylece kaldılar.
Evet, ben de aynı şeyi hissettim. Canlı müzik iyi bir vaatti gerçekten, ama yerine getirilmeyen vaatler hiç söylenmesin daha iyi. Canlılık fikri, oyunculuk ve diyaloglarda olduğu gibi müzikte de tasarım olarak kalmış, bir türlü hayata geçirilememişti. Böyle yapımlarda zaman zaman kızgınlık hissettiğimi söylemeden edemeyeceğim. Ödenekli bir tiyatro olarak ellerinde türlü türlü imkanların olduğu bir ortamda üretilen yapımlara bakıp kaynak israfının önüne nasıl geçilebileceğini sorup duruyorum.
Kaynak israfı? Biraz sert mi oldu acaba?
Hesabı verilmemiş fikirler sahnede yer aldığında böyle nitelemek zorunda kalıyoruz işte. Bu, yapım süreci ile ilgili seyirci olarak bizim göremediğimiz, görmek zorunda olmadığımız bir problem de olabilir. Ancak gösterinin burada suçu ne? Özel olarak tasarlanmış kostümler, geniş sahne içinde hareket ettirilen masalar, farklı işlev ve anlam yüklenerek taşınan ayaklı mikrofonlar… Orijinal metinle çağdaş metni yan yana getiren tüm bu buluşlar yüzeysel kalıyor.
Fluluk ile bulanıklık aynı şey mi? Flu deyince bir bulanıklık geliyor gözümün önüne şahsen.
Öyleyse yönetmen bulanık bir gösteri hazırladığını kabul ederek başlıyor. Bu bence heyecan verici, merak uyandıran bir tavır. Çünkü, kimi zaman flu bir alanda dolaşmanın, tuhaf ya da tekinsiz, özgürleştirici bir boyutu var. Bu da baktığım, duyduğum, ilişki kurduğum özneyi ve nesneyi yeniden görmeme, duymama imkan tanıyabilir. Bu özne ve nesne “ben” de olabilir; bendeki bir taraf da olabilir. Lysistrata metnine bakacak olursak, savaşan ve barışan yanlarım da olabilir tekinsizce çıkıveren. Hatta böyle bakmaya devam edersem eğer, oyuncuların kendileriyle, birbirleriyle ve oyunla giriştikleri kişisel ya da mesleki anlayış, ifade ediş ya da edemeyiş arasındaki eylemleri de olabilir. Bunu izlemek, oyuncuların kırılganlıklarına sahiden tanık olabildiğim paylaşım anları açabilirdi.
Kaçan fırsatlardan mı bahsetsek acaba? Evet! Kaçan fırsatlar güzel başlık.
Lysistrata’yı sahneleme aşamasındaki oyuncunun halini yansıtmaya çalışan bir reji fikrinden yola çıkmak gerçekten de bir dolu kapı açabilirdi. Oyunun ana karakteri Lysistrata’nın önerisini kabul eden/etmeyen kadınlar arasındaki olası çatışma bile, oyuna çok zengin bir açılım getirebilirdi. Farklı sınıf, yaş, cinsel yönelimden ağzı laf yapan bir dolu kadının, hararetle yaptığı “seks grevi” sohbetinin yaratacağı mizahı hayal ettim bir an. (Gülüşmeler.) Dünyanın en zengin çağrışımlı ve mizahı en çok yapılan konusunu es geçip utana sıkıla, üstelik meselesi bu olan oyunda “terbiyesini takınarak” ele almak neden? Oto sansür mü, yaratıcılıktan korkmak mı, içine içine yaratmak mı, amirlerden çekinmek mi yoksa ufkun darlığı mı sebep bu kısıtlanmış bakışa acaba?
Sınırlarını kırmanın, söylemenin, anlatmanın DOYASIYA tadını çıkaran yönetmen, müzisyen, oyuncu görmek isterdim. “Seks grevi”nin getireceği barış ortamı kadınlı erkekli baş döndürücü bir şenliğe dönüşebilir miydi? İktidar, sistem, kadınlık, erkeklik, birliktelik, dayanışma, (iç ve dış) barış kavramlarının bu oyun aracılığı ile açılıp tartışılması mümkün olabilir miydi? Hep birlikte oyuncular olarak oynadıkları güven oyununda buna dair izler arayabilir miydik? Kabul ediyorum, bulmak istedim. Ancak “o flu”luk içinde hepsi kayboldular.
Hayal kırıklığı itiraflara dönüştü.
Güne dair ciddiyetle ele alınabilecek konuların popüler komikliklerle süslenmesinden çok sıkıldım. Yeni arayışlar diyerek, bakın şimdi nasıl şaşırtıcı şeyler yapacağız denmesinden çok sıkıldım. Bu şaşırtmacanın içinde, çeşitli anlam katmanları sunup, sonra ya anlaşılmazsa kaygısıyla, her şeyin açıklanmasından çok sıkıldım. Eğer bir gösteri alışılmış, katı, hiyererşiye dayanan, eski kültürel kodları yeniden üretecekse, özgür, yaratıcı, kendini serbestçe bırakan bir alan yarattığını nasıl iddia edebilir? Kadın dayanışmasını bu denli basitleştirip, bu fikri neredeyse hor görürken samimiyetten, birlikten, tiyatro tutkusundan dem vurulmasını canlı canlı izlemenin üzüntüsü ile ayrılıyorum tiyatrodan.