Sigmund Freud, psikanalitik teorinin, ilk kez kamu önünde boy gösterdiğinde uyandırdığı çalkantıyı, evvelkilerle, yani on yedinci yüzyılda Galileo kozmolojisi ve on dokuzuncu yüzyılda Darwin biyolojisininki ile kıyaslamıştı. Nitekim bu üç vaka sayesinde insan, şu uyuşturucu yanılsamadan sıyrılmıştı sahiden de: İnsan, kendisi, evrenin merkezinde durmaktadır, soyağacı biriciktir ve nihayet bilinci, ona zihninin ikâmetgâhı konusunda kapsamlı bir vizyon sunmaktadır.
Bilim tarihinin metodolojisi mevzubahis olduğu ölçüde, bizleri bu yanılsamadan uyandıran vakaların ilk ikisi arasındaki sıralama ve ilişkiyi düşünmek için yeterince besinimiz vardır. Türlerin Kökeni 1859’da ortaya çıktığında, Newton’un Principia mathematica philosophiae naturalis’i, Galileo’nun (yani yokluğu, ta o günden bu yana on yedinci yüzyılın en müthiş zekâlarını bulandırmış olan Galileo’nun kozmolojisinin) teorik ve deneysel teyidini yapalı 172 sene olmuştu. İngiliz teologları, Galileo’nun hipotezinin teyidinin etkisiyle sarsılmamak şöyle dursun onu, evet, ateizme karşı argümanları için bir memba olarak da kullandılar. Richard Bentley, vaazlarında; William Paley, incelemelerinde; bir olay ya kurucu unsurlarının devşirimine, ya doğa kanunlarının Tanrı’nın kararını yansıtmasına, ya da kadiri mutlak ve ihtimamlı bir iradenin tasarladığı bir adaptasyon sürecinin neticesi olarak insan ve diğer canlıların çevre ile ilişkisine dayanmayagörsün ya da öyle olduğu sanılsın, derhâl Newton’u, doğa teolojisinin medetine çağırıyorlardı. Zira Newton, “[S]onsuz Varlık her şeyi yönetir; Dünya’nın Ruh’u [soul] olarak değil, her şeyin Efendi’si olarak…” demişti. Kayracılığın[a] yankılarına, erken on sekizinci yüzyıl ateistlerinin yazdıklarında bile rastlanabilir.
Böylece güneş-merkezli kozmolojinin nihai etkileri, insan-merkezciliğin ilk mağlubiyetinin teorik sonuçlarını çelişkili olarak geciktirdi ve sürüncemede bıraktı. Bu, insanın, bir âlemin, yani önceleri ilâhi bir hakla hükümdarı olarak konumladığı hayvanlar âleminin bir unsuru olarak kendini yeniden konumlaması zorunluluğundan ötürüydü. Esasında Charles Gillispie ve Camille Limoges’in gösterdiği gibi, türlerin rastgele adaptasyondan çevrenin bireysel [tekil] üreme farklılıklarına dayanan baskılarına, bir dizi unsur eliyle dönüşümü düşüncesi idrak edilemedi, ta ki, eski bir fikir, yani her türün kendi yaşam tarzına nasip olunmuş adaptasyonu fikri imha edilene dek. Darwin’den evvel canlıların, adeta bir ölüm cezası tehdidiyle, kendilerine nasip olunmuş ekolojik nişe[b] hapsedildiği düşünülüyordu. Sadece koşulların uygun olduğu yerlerde çoğalıyorlardı, başka bir yerde değil. Canlı mahlûkatın kendi türlerinin kimliğini her keresinde ille de korumaksızın çoğaldıklarını ve onların devasa rakamlarını ve tekil farklılıklarını göz önünde tutarak, herhangi bir rezerve ortam ve hayatta kalma sigortası olmaksızın en iyi idame ettikleri yerde yaşamak durumunda olduklarını önermek, köklü bir yenilikti. Darwin’in isim babası olduğu bu adaptasyon -ki, tam da sözcüğün (adaptasyon) kendi etimolojisiyle çelişen- teorisi devrimsel bir gelişimdi ve Newton’un şaşaasının kimi akisleri doğa tarihi arazisinden tastamam arındırılana dek de, idrakten yoksun kaldı. Hakikatin tarihi ne çizgiseldir, ne monoton… Kozmolojideki bir devrim, ille de biyolojideki bir analojik devrimi zorunlu kılmaz. Bilim tarihi, bizleri, bir alandaki bilimsel keşiflerin, ideolojiye ayrıştığı takdirde, öteki alanlardaki teorik çalışmalara sekte vurabileceği konusunda uyarıcı olmalıdır.
Bazen, gelgelelim, bilhassa da deneysel kanıtın ağır aksak geldiği alanlarda, teorik çalışmanın evvelâ kendisi ideolojik bir biçime girer. Bu tam da, doğal seçilim vakasında vuku bulan şeydir. Çiftçilik tekniklerinin biyolojik teoriye talihsiz transferi yüzünden kavramın yanlış anlaşılmasını bir an için görmeyelim. Daha kötüsü, Darwin’in hayatta kalma mücadelesi görüşü, başlangıçta kozmolojik bir teori olarak beliren fakat sonra sonra özlü bir şekilde politik ve ideolojik bir şey hâlini almış olan Herbert Spencer’ın evrimciliği tarafından içerilmişti. Darwin’den itibaren yaşam bilimleri tarihi şu gerçeği nazarı itibara almak zorundadır ki, yer çekimi teorisinden ayrı olarak doğal seçilim teorisi, aralarında basbayağı aklı başında insanların da olduğu pek çoğu tarafından bir ideoloji telakki edildi. Artı, Newton kozmolojisinin Galileo’nun cüretkâr spekülasyonlarını nihayet haklı kılması gibi tıpkı, popülasyon genetiği, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında dahi kestirilemeyecek bir şekilde Darwin’in fikirlerini onaylıyordu.
Ne yazık ki, bir teorinin gizil uzantılarını ortaya çıkarmak üzere sonradan, taşlar yerine oturunca dönüp bakmak [hindsight], tarihi çizgisel ve dosdoğru olarak gösterme riskini içinde barındırıyor; gerçeklikte o bilakis daha da karmaşık olsa da. Newton’dan sonra Galileo’nun fikirlerine, bütün itirazları yanıtlamanın araçlarını haiz olmasa da, sıkıca sarılmasında haklı olduğu, hak verilir hâle geldi. Mendel, Bateson, Morgan, Dobzhansky ve diğer pek çoğundan sonra da biliyoruz ki Darwin, evrim problemini kendi icat edeceği tarzda konumlandırmakta haklıydı. 1878’de, Darwin’in fikirleri halen onaylanadursun, çalışmalarının gedikli bir okuru olan Friedrich Engels, kanıtın çıkageleceği bir yöne işaret ediyordu: “Doğa organizmalarında, deyim yerindeyse irdelenmemiş ama saptanması, türlerin evrimi bakımından büyük bir önem taşıyacak kendi popülasyon yasaları vardır. Ve bu yöndeki kesin atılımı kim yaptı? Darwin’in kendisinden başka hiç kimse” (Anti-Dühring, 7[c]).
Bu beklenti, nedenlerine birazdan girmeyi deneyeceğim bir gecikmenin ardından tatmin edildi, neticede. Gecikme, ilerleme kadar, tarihin ve hatta bilim tarihinin bir parçası olduğu için.
[ I. ]
1859’da yaşam bilimlerinin durumu ne idi? Yaşam bilimleri ile kastettiğim, tanımlayıcı zooloji ya da botanik değil -onları dışarıda bırakışım, saygı duymadığım anlamına gelmiyor elbette-, genel veya kuramsal biyolojidir. Türlerin Kökeni’nin yayımlanması dışında, biyolojik araştırmada ne gibi anlamlı olaylar yaşandı? 1859’da Félix Pouchet, Louis Pasteur’ün cevaplamaya hazırlandığı bir miktar argümanı derlediği Hétérogénie’yi [Heterogoni[d] ya da Kendiliğinden Oluşum Üzerine Bir İnceleme] yayımladı. Aynı sene Rudolf Virchow, Zellularpathologie’sini [Hücresel Patoloji] yayımladı ve Gegenbaur da, bu arada, omurgalıların yumurtasının tekhücreli olduğu bilgisinin mülkiyetini, yalnızca iki yıl sonra yayınlamak üzere taşıyordu. Gene, Claude Bernard kanı “iç-organik çevre” ile karşıladığı -ki bu sonradan “dâhili çevre” hâlini alacak şeye ilk atıftı- Leçons sur les propriétés physiologiques et les altérations pathologiques des différents liquides de l’organisme’ini [Organizma Sıvılarının Fizyolojik Özellikleri ve Patolojik Farklılaşmaları Hakkında Dersler] yayımladığında takvimler 1859’u gösteriyordu. Bu çalışma, kan gazlarının analizi için sayısız deneyin açıklamasını ihtiva ediyordu ve önemli bir nokta da, bu muhtevayla aynı konuda, aynı yıl Ivan Setchenov’un, Carl Ludwig’in yönlendirmesi ile ve yine onun laboratuvarında, Bernard’ın kullandığından oldukça farklı tekniklerle sürdürdüğü araştırmasının sonuçlarını içeren bir makale yayınlamasıydı. Kısacası, 1859 itibarıyla bahsi geçen çalışma alanları, keşifsel [heuristic] ilkeler, amelî kavramlar ve deneysel teknikleri haiz, sıkı bir bilimsel adımlamanın üzere kurulmuştu çoktan: (1) tekhücreli organizmalardan kökenlenen yaşamın incelenmesi; (2) çokhücreli organizmaların gelişimi ve temel yapısının incelenmesi ve (3) bütünsel açıdan bakılan tekil organizmanın idamesi ve davranışı. Fakat bu ilkeler, kavramlar ve teknikler, bilimcilerin Darwin’in türlerin kökenine olan yaklaşımını kavramalarına ya da benimsemelerine önayak oldu demek değildir, ille.
Başlangıç olarak fizyologlar, düşünme tarzları ve çalışma metotları yüzünden, Darwin’in canlılar dünyasına bakışını kabul etmeye gönül indirmediler. E. Mendelsohn ve J. Schiller’in kaydettiği üzere fizyoloji, kendisini Darwinizm’le ufak paylaşımları olan önsel [a priori] bir bilim olarak görüyordu. O, tekil vakalarla çalışan ve dalgalanmaların istatistikî dağılımlarından ziyade işlevsel sabitelerin belirlenmesiyle ilgilenen bir laboratuvar bilimiydi. Olasılıksal teknikler onun cephanesinin bir parçası değildi. Sonuçta fizyoloji, karmaşık organizmaların harici çevre hususundaki göreli bağımsızlığını elde etmesini mümkün kılan -bereket ki, Claude Bernard sayesinde ortaya konmuş- düzenleyici mekanizmaların varlığını keşfetme sürecinde olan bir bilimdi.
Benzer vurgular, doğmakta olan bir bilim olarak mikrobiyoloji için de yapılabilir. Heterogoni savunucularının argümanlarını bir bir çürüterek, küf ve maya gibi mikroorganizmalar üzerinde kanıtlanmış yöntemleri kullanarak ve kimilerinin mikropların başlangıçlarına tanık olduklarını söylediği her bir örnekte onların öncelikli varlıklarını açıkça göstererek [tanıtlayarak] Pasteur, salt ‘yaşam, bir başka yaşamdan ileri gelir’ fikrine değil, aynı zamanda, daha da ileri giderek ‘benzer benzeri üretir’ nosyonuna güven telkin etti. Dolayısıyla o, tahavvül [transmutasyon] hipotezine dayanan herhangi bir öğretiye karşı kuşkuculuğu beslemiş ve yükseltmiş oldu.
Buna mukabil hücre teorisinin ilk genelleştirmeleri ve Robert Remak’ın onu embriyonik gelişime kadar esnetmesinin, Darwin’in sonuçları ve kalıtsallık [heritability] konusundaki tahminleri ile bağdaşması o denli uzak ihtimal değildi. Gelişim sürecinin hayvani veya nebati, tüm organik yapılarda benzer olması gerçeği, soy ilişkilerinin varlığıyla a priori bağdaşmaz değildi. Rudolf Virchow, Darwin’in fikirlerine bir çırpıda ilgi göstermişti. İspat edilmişti ki Omnis cellula e cellula [her hücre, önceki bir başka hücreden oluşur] ilkesi, Omne vivum ex vivo [her canlı, daha önceki bir başka canlıdan (yumurtadan) çıkar] ilkesinden çok daha açıktı.
Hücre teorisi ile Darwin’in evrim teorisi arasında bir ilişki, evvelâ embriyolojide von Baër’in parablastlar[e] teorisi ve farklı tip organizmalardaki embriyonik benzerlikler ilkesi ile, otuz yıl kadar önce kurulmuştu. Kölliker, embriyolojiyi sistematik bir karşılaştırmalı disiplin hâline getirdi ve Kovaleski de onu kararlıca evrimsel bir hâle soktu. 1886’da Oskar Hertwig, çalıştığı disiplinin von Baër’e olan minnetini, o unutulmaz Lehrbuch der Entwicklungsgeschichte’nin [Embriyoloji Temel Kitabı] epigrafında kendi sözcükleriyle ifade eder: “Embriyoloji, organize vücutların incelenmesini aydınlatan bir fenerdir.”
Darwin ile embriyologların yakınlaşmanın kökleri yine ilk olarak Darwin’in, kendi zamanındaki embriyolojinin biyoloji bilimine tanıtmaya giriştiği yeni bir boyutu içerdiğinin farkına varmasına uzanır: Zaman. Pekiştirmek üzere uzanırsak, evvelemirde Lamarck, bütün bir genişliğiyle kozmik zamanın, “en kusurlusundan en kusursuzuna dek” süreksiz ve ilerleyen, bazense düzensizleşen organize yaşam dizilerini üretme gücüne sığınmıştı. Fakat Türlerin Kökeni baştanbaşa yeni bir fikir ileri sürüyordu; zamanı bir güç değil ama etkileri birbirinden ayrı, ancak birbirini tamamlayan formlarda (fosiller, embriyolar ve körelmiş [rudimenter] organlar) gözlenebilir bir faktör olarak addederken. Fosil, taşlaşmış zamandı; embriyo, işleyen zaman ve körelmiş organ da, gecikmiş zamandı. Böylesi kanıt katreleri, topyekûn, biyolojik tarihin, içinde biyologun okuyarak ve mukayese ederek bir başlangıç kurmanın peşine düşebileceği arşivlerini oluşturuyordu. Paleontolojik arşivde başlangıç, en eski fosildi; embriyolojik arşivde o, ortak bileşendi; morfolojik arşivde ise en körelmiş biçimlerdi. Buradan hareketle, o eski mukayeseli anatomi tekrardan ihya edilebilirdi. Soyağacı, sistemin sonucu değil, temeliydi. Ortak ata, arketipin yerini aldı. Tasnif, birlikte var olan formların durağan bir portresi olmaktan çıktı ve zaman iplikleri ile dokunmuş, geniş bir sinoptik[f] kanvas hâlini aldı.
Yine de zamanın, yaşam formlarının organize olmasında (bireylerin öngörülemez fakat kalıtsal çeşitlenmelerini tanıtarak ve adına muğlâk biçimde doğal seçilim denmiş, fakat gerçekte tabii yok olmaya direnmek anlamına gelen sözkonusu süreç eliyle kimisini rastgele himaye ederek) bir etken olarak tanınması, bugün birinin düşünmeye meyledeceği gibi hemencecik ikna edici veya kışkırtıcı tesirde olmadı, çünkü Darwin’in teorisinde büyük bir gedik vardı. Çeşitlilikler, mevcut organizmalarda hangi mekanizmayla kayıtlı duruyorlar ve nasıl aktarılıyorlardı? Diğer deyişle kalıtım süreci, muazzam bir muamma idi. Darwin ve onun erken takipçilerince, onların fizyolojik işlevlerin incelenmesinde, fermantasyon ve enfeksiyonların analizinde ve embriyo gelişiminde anomali üretiminde durmaksızın çoğalan deneysel tekniklerinde çok az kullanım bulması, dikkate şayandır. Bu muhtemelen, doğrulamak için önerilecek deneysel teknikler etrafındaki hipotezlerin oldukça kıt sayıda oluşundandı. Bugün kalıtımın, bizatihi, bağımsız karakterlerin rastgele kombinasyonlarında tezahür ettiğini bilerek ve kalıtım deneylerinin buna göre modellenmesinden sonra görüyoruz ki, metabolizma üzerine yapılmış erken deneylerin bir kıymeti harbiyesi yokmuş.
Kalıtım meselesinde Darwin, bütün bir yirminci yüzyıl gelişimlerine dair öngörüleri itibarıyla, bir on sekizinci yüzyıl insanı olmayı sürdürmüştü. Sorunun kurgulanıp sunulmasında [formülasyon] Maupertuis ve Darwin arasında öyle ele gelir bir fark yoktu. Bir nesilden diğerine aktarılan şeyin bireysel organizmanın bir minyatürü olduğu ve yine muhtemelen üreme hücrelerinde yoğunlaşmış temsili özellikler olduğu düşünülüyordu. Tüm öbür öncülleri gibi Darwin de oluşum ve kalıtım meselelerini karıştırmıştı. Besiciler ve peyzajcılardan devşirdiği verilerin kapsamlı kullanımını becermiş birisi olarak onun, kalıtımı deneysel olarak çalışmak üzere melezleştirmeden yararlanmayı hiç düşünememiş olması, şaşırtıcıdır.
Tam da orada, bilim tarihinin genel alımlanmasına dair bir ders günışığına çıkıyor. İyi bir gözlemci olabilmek için iyi bir teorisyen olmak gerektiğini söyleyen, Darwin’in ta kendisiydi. Deneysel veri, verinin geçerli olduğu koşullar ve nasıl kullanılması gerektiği teorik olarak detaylıca tanımlanmadan [specification], yine teorik olarak bir işe yaramaz haldedir. Önceden mevcut olan bir pratik sürecinde toplanmış verinin -bilimde- kullanılabilir olması için pratik, kavramsal terimlere tercüme edilmek durumundadır; dolayısıyla teorinin pratiğe rehberlik etmesi zorunludur, başka türlüsü değil. Teori ilâ pratik arasındaki boşluk sıklıkla geniştir. Fakat yazık ki hiçbir teori, biyoloji ya da bir diğer bilimde, kendi başına deneysel pratikten neşvünemâ bulmaz. Tıp tarihinde Robert Koch’tan bu yana, bu hakikatin umursanmadığı, hafifsendiği ve inkâr edildiği misaller vardır. Ve aynı şey, ziraî tarih için de söylenebilir.
[ II. ]
Darwin’in başaramadığını Mendel başarmıştı. Uzun müddet kâle alınmasa da, Mendel’in çalışmalarının önemi bugün yetmiş beş yıldan fazla bir süredir kabul görüyor. Leonardo da Vinci’den bile fazla olmak üzere Mendel vakası, bilimin geçmişinde biricik olma özelliğindedir.
Farzımuhal, Beagle yolculuğu esnasında Darwin’in ölmüş olduğunu düşünelim. Evrim meselesinde büyük bir ilerleme hemen hemen aynı zamanda, şu veya bu yolla Alfred Russel Wallace sayesinde kotarılmış olacaktı. Bilim, demek ki, fırsatını bulduğunda en mühim bilimcilerine bile yol verebiliyor.
Gelgelelim Brünn’de, 1865 yılında yazarınca okunmuş değerli makalelerin, okunmasından evvel muhafaza edilip kataloglanmadan daha, bir yangında kül olup gittiğini farz edelim, yahut da esasen gerçekte olduğu gibi, anlaşılmadan okunduğunu. Bu durumda Mendel adı, yalnızca manastır tarihinde anılır olacaktı. Genetik yasaları olduğu gibi duruyor olacaktı fakat Mendel’in ismi, bütün o yaşamı boyunca kabul etmediği süksenin, şaşaanın çatılmasında yer almayacaktı. Embriyologlar dışında kalıtımı çalışan ve onu kendi başına bir disiplin hâline getiren ilk kişi Mendel’di neyse ki ve yine, şöhretinin ardından bugün “Mendel kanunları” adıyla anılan -biyoloji tarihçisi, işte, bazen başka türlü yapamayacağı şeyleri yapmak durumundadır- o kuralları formüle etmişti. Tarihçi, kısmen çakışan iki hikâyeyi eşzamanlı aktarmakla yükümlüdür. Bir tanesi gayet ayan beyan vuku bulanların, Mendel’in olmadığı bir genetik bilimin sahici tarihi. Diğeri ise Mendel’in gölgesinin muallâkta olduğu bir otuz yılın öyküsü. Çünkü, şundan ki, bilimcilerin henüz keşfettikleri şeyin aslında otuz yıl evvelinden biri tarafından keşfedilmiş olduğunu gerçekten bellemeleri için, işte o otuz yılın geçmesi gerekmişti. Bu, hikâyenin olmayan katılımcısının yani Mendel’in, bizatihi bir Mendelci olduğunu, dahası böyle olmakta haklı olduğunu öğrenmesinin hemen akabinde olmuştu.
Mendel figürünün bu iki tarih anlatımındaki farklı rollerine dikkat buyurunuz. İlkinde Mendel yoktu, çünkü pay sahibi değildi ve çünkü kendini duyurmakta başarısız kalmıştı. Ivan Fedorovich Schmalhausen’i haydi tenzih edelim, az sayıda onu okumuş biyologların hiçbiri anlamamıştı, Nägeli bile, üstelik hatta Darwinizm’in -bugün gayet açıkça gördüğümüz üzere- haklı olarak genetikten tasdiknâme dilenen mütehassısları bile. De Vries, Correns, Tschermak ve Bateson’un malum keşiflerinin aslında birer yeniden-keşif oldukları gerçeği, bu tarihsel açıklamada hiçbir şeyi değiştirmeye yetmiyor.
Fakat ortada, olayların anlatımının bir ikinci (on dokuzuncu asır sonlarından evvel düşünülemeyecek olan) versiyonu da var. Buna göre Mendel, deneyleri, hesaplamaları ve vardığı sonuçların aslında biliniyor ve anlaşılıyor olduğu için var olmuştur. Pekiyi, tarihçinin sorumluluğu tam olarak nedir? Birinin çalışmalarının bilim tarihindeki rolü ve etkisine değer biçmeye girişirken tarihçinin önünde ancak sınırlı bir seçenek yelpazesi vardır. Mendel, mutat kategorilerin hiçbirine uymaz. O bir öncü değildi mesela; öncü odur ki, çağdaşlarından ileride olacak şekilde, bir yolun, sonradan takipçilerince devamı getirilecek belirli bir mesafesini kat etmiştir. Oysaki Mendel bizatihi yolu baştanbaşa kat edip menzile varmıştı bile. O bir kurucu da değildi; zira kurucunun, kurduğu zemine sonradan bina dikecek olanlarca bilinmemesi mümkün değildir. Uygun bir kategori haceti dolayısı ile, belki de şöylesi bir teşbihe razı olmalıyız: Mendel’in bilimsel çalışması, prematüre bir bebek gibiydi; dünya henüz onu alımlamaya hazır olmadığı için vefat eden.
Çünkü Mendel bir ölçüde utandırıcı bir tarihsel haşiv idi. Bunun yanında, fevkalade baştan çıkarıcı bir soru tevcih edilmeyi bekliyor: Çalışmaları, şayet zamanında tanınsa ve kabul görseydi bu, acaba biyolojik araştırmanın ilerlemesini ivmelendirir miydi? Böylesi bir baştan çıkmayı, birine, neye dayanarak çok görebiliriz?
Hiçbir tarihçi, hangi okula mensup olursa olsun, ne olmuş olabileceğini tahayyül ederek, gerçekten vuku bulmuş olanı anlamaktan kendini mahrum bırakmayacaktır. Karşı-olgusal varsayımın, geçmişi kendi gerçekliğinden mahrum etmeye niyet ettiği yoktur. Bilakis o, hakikatin altını çizer ve ama bilimci, ama politikacı olsun, bireyselliklerin sorumluluğuna ışık tutar; Kader’in dikte ettiği tarihsel kayıtın bir manasının olmadığını göstererek tarihi paklar.
[ III. ]
Yaşayan cevherin yapı ve fonksiyonlarına dair bugünkü bilgimiz, birtakım biyolojik disiplinlerin (sitoloji, mikrobiyoloji ve biyokimya gibi) vardığı sonuçlar ilâ biçimsel genetiğinkinin sistematik bir kombinasyonuna dayanır. Fakat muhtelif sonuçların bu terkibi, onları üreten disiplinler arasındaki ilişkinin yeniden kurulmasının gerekli olduğu bir kapsama delâlet ediyor. Bu, bilimin enformasyon teorisi ve sibernetikten sağdığı derslerin süratiyle olanaklı hale geldi. Dahası elli yıl öncesine kadar vârit olmayan, x-ışını kırınım kristalografisi, elektron mikroskobu ve radyoizotop işaretleme gibi teknolojiler olmasaydı araştırmacıların, kalıtımın korunumcu [konservatif] ve yenilikçi [inovatif] işlevlerinin cisimleştiği deoksiribonükleik asit (DNA) makromoleküllerini nihayetinde göstermelerine yarayacak çalışmaları gerçekleştirmeleri imkânsız olacaktı.
Bu araştırmaları mümkün kılan tarihe, yürütülmesi için elzem olan teknolojik koşullara şöyle bir bakalım. Avery, MacLeod ve McCarthy saf DNA’nın bir bakteriden diğerine kalıtsal karakterleri aktardığını gösterdiklerinde sene 1944’tü. Böylece nihayet işlevi tanımlanmış olan cevher, esasen ta 1869’dan beri biliniyordu. İlk olarak izole ettiğinde Miescher ona, Mulder’in ‘proteinler’ diye adlandırdığı bir diğer bileşik sınıfından ayırmak üzere, nüklein [nükleik asit] ismini uygun bulmuştu. Takriben kırk yıl sonra Kossel, nükleik asitte bulunan dört-azotlu bazları analiz etmişti. 1930’da DNA ve RNA, kromozomlar ve sitoplazmada bulunduğu sırasıyla kabul görmüştü ama bir nisyan vardı ortada; o da Walter Flemming’in, gözlemlediği çekirdek [nükleer] formasyonlarına, sitolojideki boya tekniklerinin önemine izafeten, daha 1880 yılında kromozom adını vermesiydi. Anilin-bazlı sentetik boyalar olmasaydı, ortada özel bir boyayı tutmasıyla isimlendirilebilecek bir nesne de olmayacaktı çünkü. Demişken, mor anilin boya, William Perkin (Sr.)’in 1856 senesindeki âkim deneyinin adeta teselli ödülüydü.
Perkin, 1856; yani Darwin’den (1859) üç yıl önce. Miescher, 1869; yani Mendel’den (1865) dört yıl sonra. Fakat Mendel hiç olmamış da olabilirdi, tabii. Bir an için, onun çalışmalarının vakitlice bilinmiş ve kabul edilip anlaşılmış olduğu farz edin. Kalıtım yasaları bilgisi, Darwin’in çeşitlilikler [varyasyon] teorisi ile hücre çekirdeğinin kimyasının incelenmesinin tek bir araştırma projesinde bağlanmasını olanaklı kılabilir miydi? Elbette hayır. Böylesi bir projenin herhangi bir objesi [nesne], demek istediğim herhangi bir araştırma odağı olmazdı. Tarih tanıklığında bir kez daha görüyoruz ki bilim objesi, bilimcilerin hazır ve nazır olarak doğada rastladıkları bir şey değil, aksine, kuramsal ve deneysel emekleriyle bilfiil ürettikleri bir şeydir.
Bizzat Darwin ile başlayan Darwin biyolojisi, hayvan ve bitkiler gibi çokhücreli türlerle ilgiliydi. Sitolog hücreler üzerinde çalışır; fakat onu Vichow, Bernard ve Haeckel’in beraber biçimlendirdiği bir hiyerarşik ayrıma tâbi tutmaya meyyaldir de –hücresel devlet, toplum ya da cumhuriyet, görünüşe göre, safi metafor olmaktan fazlasına denk düşen bir tür imgeydi onlar için. Sonra, 1880’lerde Strasburger ve van Beneden, eşeysel üreyen Metazoa’nın [Çokhücreliler], tohumlu bitkilerin ve parazitik nematodların [yuvarlak solucanlar] yumurtalarını gözlemleyerek August Weismann’ın “kalıtımın özü, spesifik bir moleküler yapının nükleer maddesinin aktarımıdır” görüşünü teyit ediyorlardı. Bugün acaba biz, Weismann’ın “seçilim süreçleri [. . .] eşeysiz üreyen türlerde büsbütün imkândışıdır” savı, yani şayet edinilmiş karakter büsbütün kalıtsal ise, orijinal tekile kazınmış değişikliklerin [modifikasyon] sonraki nesilde bölünerek [fisyon] paylaştırıldığı tekhücreli organizmalarda aynen geçerli olması gerekmez mi biçimindeki sorusu karşısında afallamamaktan nasıl kaçınabiliriz? Bilim henüz bakterilerin, makromoleküler yapı, kalıtımsal eşlenme [replikasyon], mutasyon ve bireylerin popülasyonundaki seçilimin etüt edilmesindeki seçimli [selektif] ve sistematik kullanımından çok uzaktaydı. Tekhücreli türler güçbelâ organizma olarak görülüyordu.
Gelgelelim, yirmi yıl kadar falan önce Pasteur, 1878’de (Sédillot) ancak mikrop adını alacak olan tekhücreli organizmaların etüdüne kimyasal yöntemleri sokmuştu. Robert Koch’un çalışmaları tüm dünyada bakteriyoloji çalışmalarını körükledi. Fakat jermler -bakteriler, basiller ve mikroplar olarak da bilinir-, organik harabiyet ve enfeksiyon etkenleri olarak, bira ve şarap üretiminde sorun sebepleri olarak ve ipekböceği, tavuk, koyun ve insanda hastalık kaynağı olarak incelendi; belki de bu nedenle canlıları kristallerden farklı kılan yasaların, özellikle de üreme yasalarının deneysel çalışmaları için uygunsuz olduğu düşünüldü. ‘Yaşamı tehdit ve tahrip eden, ve de asalak olarak üstüne tüneyen bir şeyde yaşamın yasalarını keşfetmek mi umuluyordu sahiden?’ Zira mikroplar, olumsuz bir değerle yaftalanmıştı, genel olarak insanlar ve hatta biyologlar da tarafından, çünkü onların teorik araştırmalarının nesnesi olarak pozitif bir değeri olduğu henüz kabul edilmemişti. Bu iddia doğru ise şayet, o halde denebilir ki tıbbi mikrobiyolojinin başarısı, mikropların biyokimyasının başlamasını geciktirmişti. Bununla beraber on dokuzuncu yüzyılın sonlarına yaklaşılırken mikrobiyoloji, hayatta kalma mücadelesinin etkilerinin gözlemleneceği bir yeni alan olması dışında, Darwinizm’e hemen hiçbir şey katmamıştı. Laboratuvar kültürlerinde tekhücreli organizmalar besin ve oksijen için, yani yaşamak için mücadele ediyorlardı. Bu yüzden Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasının on beşinci yıldönümünün anısına Cambridge Üniversitesi’nde tertiplenen kutlamada, Pasteur Enstitüsü’nü temsilen Elie Metchnikoff, mikrobiyoloji ve doğal seçilim teorisinin, berdevâm ilişkilerinden sağladıkları karşılıklı yarara memnuniyetle dikkat çektiği bir tebliğ sunmuştu.
O halde, açıktır ki Mendel’in makaleleri genişçe okunsa ve anlaşılsaydı dahi bu, bugün, yirminci asrın ortalarında, yaşam bilimlerinde artık yerleşik olan bir tür imece ve işbirliğini muhtemelen yine de hızlandıramayacaktı. Sözkonusu işbirliği ki, bütünsel bir birlik sergilemese de, canlı sistemlerin muhtelif özellikleri (nedir; yapısal değişmezlik, işlevsel sabite, tekil canlıların programlı adaptasyonu ve bu adaptif programda, çevrenin gen havuzu üzerindeki etkisiyle, bir diğer deyişle genetik homeostasi eliyle meydana gelen değişim…) hakkında sistematik ve tutarlı bilgi temininde yeterince mümbittir. Aslında, on dokuzuncu yüzyılın Darwinizm’e, esasen evrim teorisine olan tutkun ilgisi, muhtemel ki Mendel’in kalıtım teorisini [türsel] sabitlik düşüncesinin tuhaf ve ilkel bir biçimi olarak niteleyip, kapı dışarı etti. Mendel’in çalışmalarını yeniden uygulamaya koyan ve onu yeniden keşfedip Darwin’in teyit edilmesi yolunu yapanlarsa Yeni-Mendelcilerdi.
Bizzat James Watson’un DNA yapısının keşfi üzerine açıklamalarından ve de Francis Crick’ten, 1953’te genetik kodu çözümleyen [bu] bilimcilerin bunu, kısmen lâtife ile “Darwin’in kitabından bu yana biyolojideki en meşhur hadise” olarak betimlediklerini öğreniyoruz. Elbette bu, eğer henüz yapılmadıysa, tarih mahkemesinin işi; ona bırakılmalı. Darwin devrindeki araştırma nesnelerinin, araç ve yöntemlerinin her hadisede Watson ve Crick devrindeki durumlarıyla kıyaslanması, bilim tarihinin hakikaten de bir dizi kopuş ve yeniliğin tarihi olduğunu çıplak hâlde ortaya getiriyor. Bizatihi yaşamın tarihinin ardından, yaşam bilimleri tarihinin de kalıplara dökülmesine karşı çıkmasaydım, “mutasyonlar” sözcüğünü kullanmaktan kaçınmazdım; ve yine entelektüel oportünizm zanlısı olmaktan çekinmeseydim, “diyalektik sıçramalar” tabirini müsrifçe sarf ederdim. Her durumda, metafor yahut model, herhangi bir önem taşımaz. Önemli olan, kimin ne yaptığı değil; ürünün nasıl ve niçin yapılmış olduğudur.
Bana sorarsanız ilerleme, biyolojinin kendisi için bir “yeni bilimsel obje” türetmesiyle geldi ki, bunlara, birden fazla disiplinle muamele edilmiş, fakat birçok disiplinin ortak çalışmasının apaçık bir sonucu anlamında “çoklu-bilimsel” ya da “bilimler-arası” obje diyebilirim.
1859’da organik yapı soruşturması, dağınık ve saçılmış bir hâldeydi. Bu araştırma yaması, on sekizinci yüzyıldan mirastı. Teknikleri, sıklıkla yalnızca bir kişinin doğaçlamalarıydı. Teoriler kıttı, üstelik de kısacıklardı.
İster Darwin gibi sahada; isterse histologlar, embriyologlar ve fizyologlar gibi laboratuvarda, modern standartları taşısa da enikonu ilkel ekipmanlarla çalışıyor olsunlar, bilimciler, dünyanın geri kalanında ve hatta kendi enstitülerinin hemen aşağısındaki vadide neler döndüğünden belli belirsiz haberdarlardı belki, fakat araştırma teknikleri gayet de birbirinden bağımsızdı. Not defterlerinde Claude Bernard, “[M]ikroskopinin ölçüsüzleşmesi fizyoloji için zararlıdır [. . .] mikroskopi aklı büzdü, kısalttı” diye yazmış, şunu ilave etmişti: “Matematik için son derece önem arz eden nicelik, biyoloji için, aynı miktarda önemsizdir.” Bu ek cümle, -farklı disiplinler arasında bir işbirliği ve teknik bir eklektisizm ihtiyacını kuşkusuz hisseden- Ludwig başta olmak üzere çağdaş Alman fizyologlarını hedefliyordu açıkça. Fakat ünlü Leipzig Enstitüsü’nde disiplinler, birlikte çalışmaktan ziyade beraber ve yan yana bulunuyorlardı.
İmdi, DNA kristalini düşünelim. O, bir insan yapısı [artefakt] olmaktan ziyade bir “üst-gerçek”, bir doğa-dışı nesne, düşünsel-teknik ve teorik emeğin bir mahsulü olarak vardır bugün. O, uzun bir zincirin, on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren icat edilen yeni bilimsel nesneler zincirinin son halkasıdır: Hücresel özüt [ekstre], ara ürün [metabolit], Drozofila [meyve sineği] geni, mutasyona uğramış [mutant] bakteri kültürü ve dahası. Bu yeni biyolojik nesne, geniş bir teknikler yelpazesinin kesişiminin temsilcisidir: Mikro-özütleme ve mikro-teşrihin [diseksiyon], kombinatoryal cebrin, istatistiğin, elektron mikroskopinin, enzim kimyasının… Yine bu yeni nesnenin bağıntısı, yeni bir biyolojidir; bizatihi kendi nesnesini büyüten, yükselten bir çalışmanın verimi olan bir biyoloji. Böylece fizik veya kimya sözcüklerine “biyo-” öneki takılarak yeni bir bilim oluşturulması, yeni bir araştırma sahasından fazlasının habercisiydi; yeni bir dünya görüşüne dönüşmenin. Biyofizik ve biyokimya, o ki, yeni bir nizamın fiziği ve kimyasıdır artık. Hücrenin enerjisini sağladığı süreçlerin incelenmesinde sözgelimi, biyokimya, mutat kimyanın düşük-sıcaklıktaki ve yarı-kararlı tepkimeler alanında eriştiği sonuçları kullanıyordu. Yeni biyoloji, on dokuzuncu yüzyılın sonunda yapısal ve işlevsel inceliği henüz tahayyül edilememiş, öyle ki canlıların eşeyli üreme ve enzimatik tepkimeler gibi karakteristiklerinin konmasından hemen evvelki bir dizi özelliklerinden art arda feragat edilmesi sırasında ortaya çıkarılmış bir nesnenin bilimidir. Yaşam bugün, ona yaşam-dışı bir şeymişçesine yaklaşan bakışlara mümkün olduğunca mesafe konularak irdeleniyor ve gene, ona geleneksel olarak bindirilmiş yüklerden mümkün mertebe sakınılarak.
1859’un asal sorunlarından birisinin, yaşamın kökeni sorununun bugün yapı sorununa bağlanması ve onunla aynı araçlarla incelenmesi, işte bu nedenledir. Bugün doğa tarihinin meselelerini soruşturmak üzere deneysel metotlar kullanılmakta. Türlerin Kökeni’nin son satırlarında Darwin, kendi “kökeni, çeşitli erkleriyle, Yaratıcı tarafından bir ya da birkaç forma üflenmiş olan yaşam [. . .] görüşündeki ihtişamı”¹ anımsatır. Buradaki “Yaratıcı” atfı, evrim kanununun açıklayıcı gücünün sınırlarının kabulünden başka bir şey değildi aslında. Nerede yaşam varsa, orada evrim de sözkonusu olur. Ve evrim nerede yer alıyorsa, orada yaşam da vardır. İlk yaşam formlarının kökeni meselesi, üzerinde Pasteur ve Pouchet’nin de ayrıştığı bir meseleydi. Hiç kimse artık sıçan ya da sineklerde kendiliğinden oluşuma [spontan jenerasyon] inanmıyor olsa da, kimileri haşlamlıların[g] kendiliğinden oluştuğuna inanmıştı. Canlı maddenin makromoleküler yapısının keşfi, organik evrim ile kimyasal [inorganik] evrim hususlarının birleşimini de olanaklı kılmıştı. Temel fosil formlarının incelenmesinin faidesizliği tam olarak sabit olduğunda, artık makromoleküllerin paleontolojisinden söz edilemeyeceği için imdada biyofizik ve biyokimyanın yetişmesi gerekirdi. Laboratuvar defteri, doğa tarihinin sona erdiği noktada devreye giriyordu. Kimyager, sentetik gereçlerle, ileri-mikroskobik morfolojinin neşvünemâsını taklit etmeye ve bütün bir deneysel verinin nâmevcudiyetini de arkasına alarak kimyasal elementlerin başlangıç çeşitliliğinin, canlıların, sayesinde tedricen daha da karmaşıklaştığı bir seçimli süreci bir yandan sürdürürken, öte taraftan nispeten birleşmiş bir biyokimyaya doğru evrilme tarzını akılcı bir şekilde yeniden oluşturmaya çalışırdı. Darwinci seçilimin, biyolojik dünyaya olduğu kadar biyolojik-öncesi dünyaya da tatbik edilebileceği, acaba gösterilebilecek miydi? Evrim acaba, genetik kodun oluşturulmasından önce ve sonra, aynı mıydı? Evrim nasıl oldu da, bir kimyasal tepkimeler kaosundan ileri gelip öz-korunum ve öz-üremenin düzenlediği bir metabolizmaya erdi? Oparin’in “protobiyontları” ve Pirie’nin “öbiyontları”[h] mevcut yaşam formlarını yöneten [aynı] mekanizmalarla, hayatta kalmaya uyarlanabilir miydi acaba? Bir asır sonra, Darwin ve Pasteur’ün yaşamın kökenine yaklaşımları tek bir araştırma programının tamamlayıcı boyutları halini almıştı.[i]
Evrende bir şekilde binlerce yıl evvel çözümlenmiş problemlerin laboratuvar çözümlerini ararken, çağdaş bilim, müsterihçe ‘felsefi’ diyebileceğim bir problem koydu ortaya. Yeryüzündeki yaşamın tarihini yeniden-kurma girişimi ile -var olan organizmaların yapılarında gözlenen sonuçlarıyla ve bilinen yasaların şemsiyesi altında- varsayımsal başlangıç koşullarını keşfetmek hedeflenmişti. Velev ki bilim bu suali cevaplamayı başarsa bile, bir başka sual cevaplanmak üzere oracıkta beklemektedir: Evrimin seçilimine uğramış ve mevcut organizmalarda var olan metabolik süreçler mi daima vardı sadece, yoksa diğerleri yalnızca erken ya da ara yaşam formlarında bulunup, neden sonra sırra kadem mi bastılar? Yaşamın köklerine doğru yapılan araştırma yolculuğu, başlıca, günümüz gerçekliğinin zorunluluklarıyla sınırlanmış durumdaki bir dizi olanakların keşfidir. Tabiat kuvvetlerinin körlemesine çalışarak bugün bildiğimizden farklı bir yaşam üretebilmiş olup olmadığını acaba bir gün bilebilecek miyiz?
Soruşturmanın bu düzeyinde, daha evvel pek çok genetikçi ve biyokimyagerin belki de apar topar kovduğu belli sorunlar yine de tebarüz ediyor. Her biri mutasyona tâbi olan sonlu sayıdaki genin mümkün kombinasyonlarının sayısı, sahiden tahakkuk etmiş olan yaşam formlarının sayısından mislilerce büyüktür. Lukretius’un organizmanın bölümlerinin -geçimli yahut geçimsiz- itibarî kombinasyonları vizyonu, evrimdeki meseleyi tanımlayan bir şey değildir. Doğal seçilim, salt cebirsel olasılıkları karşılayan formlarda değil, yaşayabilir yaşam formlarında işler sadece. Yaşayabilirden kastım, yaşam formunun, belirli bir zaman periyodu için çevreyle ilişkide bulunabilme yeterliğidir. Genetik kod, hataların elenmesinden sonra saklı tutulan enformasyonu korur. Fakat o hatalar, kombinasyon [eşleşme] hataları değildir; onlar yalnızca test edildiğinde kanıtlanabilen hatalardır, yani hayata tutunamayan kombinasyonlardır. Böylesi imtihânlarda, organizmalar kendi çevreleriyle etkileşirler. Geri-dönüşsüz olsa da, genotip mutasyonları sadece dâhili bir kuraldan sapmalar değildir basitçe, aynı zamanda çevrenin etkisine verilen yanıtlardır, tepkilerdir.
Böylelikle, birileri, çevrenin organizma üzerindeki etkisini bir araştırma konusu olarak kendi başına ayrı bir çizgide takip edebilir (‘etmelidir’ dendiğinde ekoloji sorunlarını özelleştirme işinin biyologlara bırakıldığı söylenmiş olur). Kimi biyokimyagerler ‘hayır’ diye atılacaktır. Bugün biliyoruz ki böylesi bir araştırma, on dokuzuncu yüzyılda birçok yanlış anlaşılmayı tetikledi ve dahi yirminci yüzyılda keskin tartışmalar doğurdu. İdeolojik istismar sorularının yanı sıra mesele, adaptasyonun manası meselesidir. Gerçekte kimsecikler bugün teleolojiye itibar etmez, ne ki bugün bile çoğu, şansın yekten tatminkâr yanıtlar tedarik etmeyeceğini düşünmektedir. Eğer cevap ne teleoloji ne şans ise, o zaman canlı organizmanın oportünizmi dışında, ne kalmış oluyor geriye?
Başka bir deyişle, organizmanın doğal çevresiyle dengesini kontrol ettiği yolu düzenleyen yasaların araştırılması, biyokimya ve genetikte yakın zamanda gerçekleşen keşiflerce uygunsuz kılınmış değildir asla. Pavlov’un koşullanma üzerine ve başkalarının da sinirsel ve hormonal işlevlerle ilgili çalışmalarında görülebileceği gibi, fizyologlar önemli işler yapmayı sürdürüyorlar. Esasen, hücresel çeşitlenme mekanizmaları hakkında daha çok şey öğrendikçe emeğin hücresel bölümlenmesinin tamamlayıcı geri-besleme mekanizmalarıyla nasıl koordine edildiğini bilme ihtiyacımız da ivedilik kesbediyor. Bu alan dolayımında, servomekanizmalar[j] teorisindeki matematiksel modeller, reseptörler, regülatörler ve geri-besleme döngülerinin incelenmesinde başarıyla kullanılmıştı. Sözkonusu servomekanizmalar, nihai olarak genlere işlenmiş programlarla ayarlanıyorsa, fizyologların onları kendi meşreplerince çalışması da -o halde- meşru demektir.
Davranış, bir diğer meşru inceleme alanıdır. Verili genetik programın rolü ne olursa olsun, gözlem ve deney yapmak elzem tabiatını muhafaza ediyor; özel bir maharet gereklidir, kısacası. Her birimiz ana dilimizi, fakat son tahlilde bizatihi dili konuşuruz. O dildir ki, ortaklaşa biçimlendirilmiş klişeler içerebilirken özgül ve öngörülemez durumlarda gerekecek özel ifadeler taşımaz. Ağaçta yaşayan hayvanların davranışları, mağarada yaşayanlarınkinden farklılaşmıştır ve artık, bir grubun üyesini diğer grubun üyesi olarak yetiştirmek, olanak-dışıdır. Bununla beraber bir maymun, farklı geometrik şekilleri ayırt etmeyi öğrenebilir; diğer ifadeyle doğa-dışı nesneleri tanıyabilir, insanın esamisinin okunmadığı bir yerde var olamayan nesneleri.
[ IV. ]
Darwin’den, ya da daha kesin olarak 1900’den günümüze, yaşam bilimleri on dokuzuncu yüzyılda inceledikleri sorunların ekseriyetinin çözümü, kesinkes, yeni bir metodolojiye geçmekte ve soruşturma nesnesinin ölçeğini değiştirmekte yatar. 1854’te Auguste Laurent, kimyanın yeni metotları ve kazanımlarına dönüp bakınca, artık onun, mevcut olmayan bileşiklerin bilimi hâline geldiğini söylerken haklı gerekçeleri olduğunu hissediyordu. Marcellin Berthelot da 1860’ta kimyanın bizzat kendi nesnelerini yarattığını söylemişti. Biyologların -bu kez- kendileri için, büyüklenmeden, benzer bir iddiada bulunması ise bir başka yüzyılın daha devrilmesini bekleyecekti.
Biyolojik bilimlerdeki yöntem ve nesnelerdeki devrim, fiziksel bilimlerin öncülüğü olmadan mümkün olamazdı. Çünkü fizikçi ve kimyagerler maddenin “maddeselliğini” soyduktan [demateryalizasyon] sonra ancak, biyologların yaşamı “yaşamsallıktan” çıkarmaları [devitalizasyon] sözkonusu olabildi. Fi tarihinden bu yana insanların doğada bulundukları halleriyle organizmalar içinde ve hakkında araştırdıkları şey, bugün bilimcilerin laboratuvar koşullarında çalıştıkları şeydir. Tanımlayıcı bir bilim olarak sivrilen Darwinizm bugün, dedüktif bir bilime dönüştü. Bir zamanlar diri teşrihi [viviseksiyon] yapan fizyologlar, birer matematikçi olup çıktılar. Gözle görülemeyen, elle tutulamayan şeyler yeni teknolojilerle ortaya çıkarıldılar. Biyoloji günümüzde, teknolojiye hatta bilgisayarlara dayanıyor. Yaşam bilgisi onun modelleri, enstrümanları, suretleri olarak hizmet eden modern otomatlara bel bağlıyor. Yaşamın neliğine daha bir nüfuz edebilmek için, insan işlevlerinin böylesi simülatörleriyle çalışmayı ve yaşamayı öğrenmek zorundayız. Bize aşina nesneleri, bilime layık yaşamsal sorular ortaya atmak ve bittâbi onları yanıtlayabilmek adına yabancı kılmak için insanın ne kadar yoğun çalışması gerektiği, belki de hiç bu kadar su yüzüne çıkmamıştı.
– Sonnotlar
1. Burt tarafından neşredilmiş edisyonunda (New York, 1906), s. 505’den itibaren.[k]
Moskova’daki 13. Uluslararası Bilim Tarihi Kongresi’nin (18-24 Ağustos 1971) açılış konuşması olarak sunuldu. Kongrenin bildiri kitabında yer almamıştır. – G. C.
[Dipnotlarda ve metin içinde yer alan köşeli parantez içindeki izahlar, aksi belirtilmedikçe, Türkçeye tercüme edene (Özen B. Demir; Ankara, 2013) aittir. Özgün metin ise şudur: “On the History of the Life Sciences since Darwin”, Ideology and Rationality in the History of the Life Sciences [Idéologie et rationalité dans l’histoire des sciences de la vie] içinde, çev. Arthur Goldhammer, MIT Press, 1988, s. 103-123.]
[a] [Providentialism – Evrendeki bütün olayları tanrısal sebebe dayandıran, insanların ancak Tanrı kayrasıyla, bağışıyla kurtulabileceğini ileri süren öğreti.]
[b] [Bir organizmanın yaşam sahası ve oradaki görevi.]
[c] [Türkçede bkz. F. Engels, Anti-Dühring, çev. Kenan Somer (Sol, Ankara, 2010), s. 119.]
[d] [Ayrı eşeyli, biseksüel (hermafrodit) ve döllenmesiz (partenogenez) üreme sonucu ortaya çıkan nesillerin (döl) ikili olarak birbirini takip etmesi biçiminde olan döl değişimi tipi.]
[e] [Yeni hücre oluşturan yapının çevresindeki hücreler.]
[f] [Bir bütünün türlü bölümlerini, ve buraların hâlihazırdaki özelliklerini, bir bakışta eşzamanlı görme olanağı veren.]
[g] [(infusoria) Çoğu sularda yaşayan ve yalnızca mikroskopla görülebilen hayvanlar. Çok hücrelilerin sölenterler alt bölümünden bir şube (filum); knidliler, yakıcı kamçılılar. Hidralar, gerçek medüzler ve mercanlar olmak üzere üç sınıfa ayrılır.]
[h] [Tek bir birim halinde örgütlenmiş yeterince büyük molekül sistemi formları.]
[i] [Canguilhem burada şunu işmâr ediyor: “Şunu söylemeliyim ki, Moskova’da 1957’de düzenlenen, Yaşamın Kökenleri üzerine olan Uluslararası Kolokyum, bu meseleler üzerine interdisipliner araştırmalar yapılmasını yüreklendirdi.” – A. G.]
[j] [Çeşitli denetim sistemleriyle (geri-besleme, vb.) özel bir işlevi yerine getiren mekanizma, otomatik kontrol aygıtı.]
[k] [Türkçede bkz. Türlerin Kökeni, çev. Sevim Belli (Sol, Ankara, 2009), s. 596.]