Filmini Kıbrıslı hemşehrimiz Cacoyannis çekmişti,1964’de… Sahilde, maceracı-vagabond Zorba’yla, onun Patron diye seslendiği adı meçhul arkadaşının dans ettiği hafızalardan silinmeyen o meşhur sahnesiyle bilinen siyah/beyaz film… Müziklerini, tabii hemen bildiniz, Mikis Theodorakis yazıp besteledi. Bir tanesi, Zorba başlıklı dans müziği hâlen Yunanı, Türkü, Balkan insanı, Egeliyi yerinden zıplatır. Oynamak istemeyen gelin yerim dar diyorsa, meydanı açarlar; ama bu kez yenim dar der… Fakat Zorba bir çalarsa, ne yer dinlersiniz ne de yeninizin paçası darmış, bunu dert edersiniz. Biz bütün bunları filmlerinden, müzikallerinden, şarkılarından biliriz. Nikos Kazancakis’in yazdığı Zorba başlıklı bu romandan yapılan film bir yana dursun, eser 1946’da yayımlandığından beri çağdaş klasikler arasında en çok okura ulaşanlar arasında başta geliyor. Türkçedeyse, birkaç ay öncesine göre, 29.baskısını yapmış bulunmaktadır. Türk dilinde ilk baskının 1963’de, Ataç Yayınları tarafından yapıldığını da eklemek gerekiyor.
Nikos Kazancakis kendisini etkileyen birkaç ismi tekrarlamayı pek sever.
Zorba’ya yazdığı önsözünde okuyup öğreniyoruz ki, Homeros, Buddha, Nietzsche ve Bergson, nihayet Aleksi Zorba adıyla tanışdığı anarşist karakterli bir ruha sahip, macera düşkünü ama hedonist Yunan işçisi, Yunanların bu dev yazarını, Yunan olduğundan Egeli romancı Kazancakis’i pek etkilemiş olmalıdır.
Hele Bergson ¨gençliğinden beri her biri benim için birer işkence olan, çözülmesi olanaksız felsefe sorunlarından kurtarmıştır.”
Laf aramızda, Marksist teorisyenlerin pek çoğu düşünceci-idealist suçlamasıyla Bergson’a sırtını döner ama inada gerek yok, bir de Bergson’dan meseleleri dinleyiniz diyesim var; Kazancakis’e katılıyorum.
Kendisini iyileşmesi imkânsız Dr.Faust gibi öğrenme merakı içinde gören Kazancakis’e hayatı bu yönüyle kitaplar üzerinden kavramak yerine ona hissetmeyi öğreten Zorba’dır. Bergsoncu sezgi felsefesiyle hayatı anlamayı, Bergson’u ömrü boyunca duymamış bir işçi, emekçi olan Zorba’dan işittiği hikâyenin romanıdır elimizdeki…
Makedonyalı bir Yunandır Zorba ve Girit’te1883’de doğmuş Kazancakis’in hayat dönemine tesadüf eder. Zorba’yı maden işçiliğinde kalfalaşmış, ustalaşmış olarak Rusya’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da görürüz; o söyler, hayatını öğreniriz.
Anlattıkları kadınlarla doludur, zaten lakırdısı edilecek nesi var diyeceğiniz madenleri aktarmaz da oraya yakın köylerde yaşayan, bilhassa dul kadınları dillendirir.
Ona bakarsanız, bir dulu erkeksiz bırakmak Tanrı tarafından hoş görülmez, cezası dahi vardır; bu dünyadaki her şeyin unutmayınız, bir de Cehennemi vardır…
Zorba’yı biz romanda ilk kez Pire Limanında görüp tanıyoruz: Girit’e gitmek üzeredir, belli ki işsiz ve ekmek parası peşindedir. Pire’de gemiye binecekleri sırada, romanın adı meçhul anlatıcıyla tanışır.
¨Dil, iskorpit ve pisibalıkları gibi gece işçisi olan denizin çalışkanları seferlerinden dönüp uyumaya giderken”sabahın o saatlerinde gemi güvertesinde el sıkışırlar ve maceraları başlar.
Zorba kendine bir iş, gelecek, ekmek, özgürlük ve kadın aramaktadır; roman anlatıcısına yanaşıp ona emeğini teklif eder.
Roman anlatıcısı da, Girit’e, elindeki son sermayeyi bir linyit kömürü madenine yatırmak ve talihini denemek üzere gitmektedir. Pardesüsü cebinde yol arkadaşı ettiği Dante’nin Cennet, Araf ve Cehennem’ini taşıyan eserin bu gizemli kahramanı, Zorba’yla iş ortaklığına razı olur; maceraları başlar. Kiralayacakları linyit kömür ocağının bulunduğu köye gidişleri, orada kaldıkları pansiyoner Fransız asıllı şantöz ve eskilerin fahişesi Madam Ortans’ın evinde Zorba’nın madamayla yaşadığı aşk, seks, tutku ardı arkasına dökülür; Kazancakis gümbür gürültü bir şelale gibi yazar, başınız döner…
Elbette bu anlatımı Türkçeye kazandıran Ahmet Angın‘ın çevirme kabiliyetini unutmayınız.
Ticaret yapmak ve sermayesini biriktirmek isteyen Patron, beri yandan, kitaplarından ayrılamaz ve Zorba’nın onu kâğıt faresi diye ironik biçimde iğnelemesine rağmen, çalışmaları Zorba sürdürür, bizimki denize nâzır bir Girit evinde kitaplarına gömülür.
Dışarıdan haberleri Zorba getirip götürür; bu anlamıyla Patron bir tür Oblomov‘dur; Zorba da onun uşağı Zakhar‘dır; hatta aynı zamanda ona dışarıdan taze haberler getiren Ştolts karakteridir.
Deniz, iyotlu deniz tuzu, Ege-Arşipel’in rüzgârları, elbette zeytin-şarap-ekmek kardeşliği, İsa ve Meryem ve Kilise çanları, sadelik içinde geçen günlerde antik dünyanın Stoacılığından Hedonizmine, Epiküryenciliğinden Platoncu toplum mühendisliğine kadar tüm felsefelerin seslendiği şeyler Zorba’nın dilinde biter.
En çok da kadın üzerine söyledikleri onu birden Casanova mertebesine, fakat dürüstlük adına Don Quijote’nin Tobasolu Dulcinea’ya bağlılığı gibi, seviştiği yaşlı ve kokona madama bağlar, onu üzmek istemez.
Nihayetinde Madam Ortans’la evlenecektir, zaten; ve bu altmış yaşını devirmiş Zorba’nın bilmem kaçıncı evliliğidir.
Bir ziyafet gecesinde şarap içip gözleri saldırıya geçmiş madamı anlatıyor Zorba: ¨Hanımımızın gözceğizleri de parlıyordu. Şarabı seviyordu. Oldukça da çekmişti. Bağın iskandilci şeytanı onu geçmişine götürmüştü…”
Zorba diyor ki, “Böyle anlarda kadının bütün kapıları açıktır, nöbetçiler uyumuştur ve iyi bir söz, altının ve aşkın büyük gücüne sahiptir.”[s.55]
Bütün kadınlarda, Zorba’ya göre, işte böyle zamanlarda ¨Aphrodite’nin onurlu, kutsal ve sır dolu yüzü belirirdi.”[s.61]
Zorba insan ve içindeki sesin sahibini iyi tanır; ötekisini de bilir.
Jose Ortega y Gasset‘in İnsan ve Herkes adlı eserinde etraflıca bize anlattığı bizi, romanda Patron’a o anlatır: ¨Hayır, hiçbir şeye inanmam! Zorba’dan başka hiçbir şey ve hiç kimseye inanmam. Zorba, ötekilerden iyi olduğu için değil; asla! O da canavardır. Zorba’ya inanırım ama. Çünkü yalnız ona sözüm geçer. Yalnız onu bilirim. Bütün ötekiler hayâldir. Ben, onun gözleriyle görüyor, kulaklarıyla işitiyor, bağırsaklarıyla sindiriyorum. Büütn ötekiler hayâldir. Ben ölünce hepsi ölür.”[s.75]
Bu, Bergsoncu bir anlatımdır; fakat ne kadar doğrudur, bilmez misiniz?
Ortega’nın kadını başka bir insan türü olarak nitelediği satırlarını hatırlayanlar hayret etmeyecektir, şimdi: ¨Kadın başka bir şeydir patron, insan değil, başka bir şey. Uygarlığın ve dinin bütün yasaları yanılmaktadır, kadın konusunda…”diyen Zorba’ya kulak vermek gerekir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, roman kadın, aşk, maden ocağı, şarap ve ekmek arasında geçer; ancak ¨Eğer bir kadın yalnız yatıyorsa bunun suçu bizde, bütün erkeklerdedir. Yarın Tanrı’nın huzurunda hepimiz hesabını vereceğiz. Tanrı bütün günâhları bağışlar, dedik ya o süngeri var; ama bunu bağışlamaz. Kadınla yatacak olup da bunu yapmayan erkeğin vay haline patron!”[s.131]
Zorba tensel aşkın peşindedir ama duygusunu asla elden bırakmaz; kadınlara her zaman aşk duymaya hazırdır.
Ne ki, evliliğin namuslu çiftleşmesini tatsız, tutsuz, bibersiz yemeğe benzetmeden geçemez. ¨Yalnızca çalınmış etin tadı vardır. İnsanın kendi karısı çalınmış et değildir ki. Namussuzca çiftleşmeleri ise nereden hatırlayacaksın? HOROZ defter tutar mı?”[s.103]
Bunları söyleyen Zorba’ya, linyit madeni için gelip yaşadıkları köydeki alımlı genç dul kadına duyduğu aşka rağmen çekinik duran Patronu da kızar.
¨Yeter artık Zorba! Herkes kendi yolunu izler. İnsan bir ağaç gibidir. Neden kiraz vermiyor diye bir incir ağacı azarlanır mı hiç?”[s.141]
Fakat ay büyürken uyuyamayan köyün kadınları ve erkekleri birbirlerini aradığı sırada patron, romanı anlatan meçhul kişi, dulun evine girer, beraber olurlar.
Bu bir gecelik aşk kısa sürede köyde duyulacaktır, köylü üzerine vazifeymiş gibi namus meselesi yapıp dul kadını linç eder.
Filminde Irene Papas‘ın canlandırdığı, bizim aşinâ olduğumuz kapkara çarşafları içindeki dul kadın ölürken patronuna bir şey olmasın diye Zorba kol kanat gerilir.
Talihsizlikler ardı arkasına tevafuk eder; algının seçiciliğiyle anlaşılacak biçimde beklenecek tüm aksilikler ve iyilikler sökün eder.
Linyit ocağı iflasa gider, ormandan kereste elde etmek için yaptıkları girişim batar ama hayat berdevam…
Patron başka âlemlere gidip kitaplarıyla yaşamak isterken, Zorba uzak coğrafyalara göç edecektir.
Biz Zorba’yı Don Quijote ve Sancho Panza‘dan da tanıyoruz, aslına bakarsanız.
Cervantes‘in eserinde bilgiç, köylü zekâsına sahip Sancho’nun efendisine anlattığı ve yer yer mekanik bilgiye dönüşen parıltıların Yunan felsefesine bulaşmış, oradan esinlenmiş bir kahramanıdır karşımızdaki; Zorba…
Zorba bütün bunları patronuna, onun tavassutuyla bize aktarırken, sık sık dans eder; fakat niye dans eder!
Dans ettiği zaman kendi içindeki Zorba’yı tanır da ondan…
Zorba dansın kendi kendine bir tefekkür hâli olduğuna inanmıştır; kızdı mı, sevindi mi, şaşırdı mı, ümitlendi mi, hasılı ne kadar insan hâli varsa o kadar dans eder.
Deliliğin 77 hali var derler ya, dansın da yetmiş yedi biçimi olmalıdır.
Dans, Zorba’ya göre, içindeki ikinci Zorba’nın dışarıya çıkıp dur bakalım burada neler varmış diye bir göz atma zamanına aittir de işte ondan dans eder.
Bir de Zorba, bir vakitler Selanik’teyken, tanıştığı usta bir Türk müzisyenden santur dersleri almıştır; arada bir kılıfından çıkarıp santurunu çalar.
Santur, eski Hind zamanlarından kalma, bugünkü kanuna benzer bir telli sazdır; çın çın öter.
Onca fahişeliğinin ardından yaşlılığında Zorba’yla evlenmek hayali kuran Madam Ortans’ın ansızın ölümü, ayrıca köydeki bütün delikanlıların elleri apış arasında arkasından dolandığı genç dulun katledilmesi, linyit girişiminin de batması, zaman zaman bir eserse Afrika üzerinden gelen kumlu lodosun insanın dişleri arasına kadar girip gıcır gıcır etmesi, şarabın su gibi akması, papazların köylü üzerindeki ezici baskısı, yoksulluğun türlü halleri ve daha niceleri Zorba’yı okumak için yetmezse, bizim dilimiz de kısa kalmış deriz.