20 Mart 1984’ten bugüne, tam kırk yıldır, suya düşen her hayalde, sisli hatıralar arasında, son hıçkırığımızda, zambakların açtığı buğulu ilkyaz bahçelerinde hep onu hatırlıyorum.
“Soğuk adamakıllı ayazlı günde, Şişli Camii’nin avlusu bomboştu,” diyor Selim İleri Kar Yağıyor Hayatıma (2005) adlı kitabında ve şöyle devam ediyor: “Bir köşede Melisa Erdönmez, Doğan Hızlan, Yaşar İlksavaş, ben duruyorduk. Uzakta bir köşede Kerime Nadir’in yakınları, yayıncısı, sinemadan bir tek vefakâr Bülent Oran. Sinemaya aktarılmış romanları sayesinde üne kavuşmuş nice film yıldızı bu cenazeye gelmeyi gereksiz, anlamsız bulmuşlardı. Türk sineması o günlerde sosyal içerikli filmler dönemini yaşıyordu. Neyse ki, tabutuna iliştirilmiş birkaç gelin çiçeği, çok az kişinin katıldığı o cenaze törenine, Kerime Nadir’e yaraşır bir romanesk sunmuştu.”
Gün yeni ağarmıştı. Belli belirsiz sırça parçacıklar saçıldı sanki odaya. Üşüdüğümü hissettim. O romanların tılsımı, neredeyse çocukken, beni içine alıp sarıp sarmalamıştı. Bir hülya âlemiydi bu, hiç kuşkusuz. Melodram tadında hüzünler. İlle leylaklar, erguvanlar. Bir defa görülen bir rüyayı andıran bütün o aşklar. Uçsuz bucaksız melodramlar. Suya düşen her hayalde, sisli hatıralar arasında umarsızca aradığımız.
Biliyor musunuz, Kerime Nadir’in tüm eserlerini defalarca okudum. Nalan, Perran, Dr. İlhami, Nejad, Şehbal, Fehiman, Zerrin, Verda, Zülal, Nüvid, Handan, Pervin, Kenan ile yadsınamaz bir kan bağım vardı, emindim. Onlara tutunmuştum bir kez. Çünkü ben, biraz da Haluk Giray’dım. Ve Kenan’ın üvey annesini bir yerlerden hatırlıyordum. Yoksa Nalan?
Kimi çevrelerce ‘edebiyat dışı, basit, değersiz, sıradan, popüler kültür ürünü, piyasa roman yazarı’ olarak tanımlanırdı hep Kerime Nadir. Küçümsenir, kabul görmezdi. Oysa yadsınan bir gerçek vardı ki bestseller kavramını onunla tanımıştık. Okur yetiştirmiş, nice kuşaklara okuma alışkanlığı kazandırmıştı. Dahası edebiyatımızdaki ilk gerilim romanı olan Dehşet Gecesi onun eseriydi. Kırdık Kerime Nadir’i, örseledik. Üzdük. Sahi, özellikle Yeşilçam sineması, çoğu kez izin bile almadan, romanlarını en kötü biçimde kullanmamış mıydı?
“Eserlerimden birçok pasajlar, hatta sahneler çalındı. Bu çalınan parçalar birtakım kişilerin imzasını attığı senaryo müsveddelerine eklendi. Zaman zaman sinemalarda, hatta televizyonda yabancı adlar altında izlediğim eski filmlerde kendi diyaloglarımı, eserlerime ait çeşitli motiflerinin kopyalarını gördüm. Hatta konularda bile romanlarımın ana fikirlerinden çalınmış modellere rastladım. ”(1)
Ticari cambazlıklar, Babıali entrikaları, hele çok ünlü bir kadın oyuncunun, inanılmaz ayak oyunları (Romancı’nın Dünyası adlı anı kitabını okumanızı öneririm), bazı edebiyatçılar tarafından tümüyle yok sayılıp dışlanması.
Oysa döneminin en çok okunan yazarları arasında ilk sırada yer alıyordu Kerime Nadir. İnsanlar çocuklarına, ticarethane ve sokaklara kadar, Nalan, Kenan, Handan gibi, Kerime Nadir romanlarındaki kahramanların ya da Samanyolu, Funda başta olmak üzere, eserlerinin adlarını veriyorlardı. Kitleleri peşinden sürükleyen tüm o romanların, kısa öykülerin muharriri; Kerime Nadir. Duygularımızın, temiz aşkların, koşulsuz sevgilerin, hüzün ve ıssız gün batımlarının sözcüsü.
Doğrusu ya, yerli romanlar okumuyordu pek. Ta ki Çalıkuşu’na kadar. Ve hemen ardından, Mesut Cemal’in radyo programında dinlediği, Yaban. Kerime Nadir bir yol ayrımındaydı artık. Okuyor, sürekli okuyor, yeni dünyalar tanıyor, kendini geliştiriyor, bilinçleniyordu.
İşte, tam da o günlerde ‘Yabancı’ adlı küçük bir öykü yazdı. Ardından ‘Dağ Adamı’, ‘ Yeşil Işıklar’ geldi. Yıl 1933’tü. On altı yaşındaydı henüz. Aile başlangıçta pek tepki göstermemiş olsa da, bir genç kız tarafından kaleme alınmış bu eserlerin yayımlanmasına asla razı olmadı. Hem el âlem ne derdi?
Babasına göre, onca tanınmış yazar varken kim bir çocuğun yazdıklarına itibar ederdi ki? Annesi içinse duyguların elden ele gezmesi asla kabul edilemezdi. Yasaklar geldi çok geçmeden. Hatta kız kardeşi tarafından yazıp yazmadığı sık sık kontrol ettirildi. Direndi. Gizli gizli yazdı. Kararını vermişti bir kez. Dönüşü yoktu.
Yarımay, Servet-i Fünûn dergilerinde çıktı ilk öyküleri. 1937 yılında Tan gazetesi ‘Hıçkırık’ romanını tefrika etmeye başladı. Hıçkırık adeta gündem yarattı, kısa zamanda bir olay haline geldi. Her yerde ‘Hıçkırık’tan bahsediliyordu.
Sahi, gazete idaresi beş yüz sayfalık romanı uzun bulmuş ve neredeyse üçte biri Kerime Nadir’e sorulmadan, Nâzım Hikmet tarafından kısaltılmıştı.
Artık yazdıklarını kimselerden gizlemiyor, tam tersine milyonlarla paylaşıyordu. Günah Bende mi, Sonbahar, Samanyolu, Funda, Seven Ne Yapmaz, Aşka Tövbe, Solan Ümit, Ruh Gurbetinde, Posta Güvercini, Gönül Hırsızı, Aşk Bekliyor, Saadet Tacı, Boş Yuva, Gelinlik Kız, Pervane, Son Hıçkırık, Suya Düşen Hayal, Sisli Hatıralar, Karar Gecesi, Dert Bende, Güller ve Dikenler, Aynı Çatı Altında…. Satış rekorları kırıyor, Kerime Nadir ismi giderek büyüyor, büyüyordu.
‘Hıçkırık’ romanını piyes olarak yeniden kaleme almıştı. Musahipzade Celal Bey eseri beğendiğini ancak son kararın Muhsin Ertuğrul’a ait olduğunu söylemişti. Kerime Nadir Nalan rolünde, Cahide Sonku’yu hayal ediyordu nicedir.
“Biz tiyatrocuyuz, siz romancı,” diyerek gülümsedi Muhsin Bey. “Bu eseriniz duygusal bir öykü olarak çok güzel. Ama sahne tekniğinden yoksun. Onu sahnelemeye kalkmak hata olur. Bu hataya düşecek olsak emin olun ki, siz de beğenmezsiniz eserinizi. Çok üzülürsünüz.”(2)
Şimdi düşünüyorum da, Kerime Nadir’in bir hayranı da hiç kuşkusuz anneannemdi, romanlarla çocukluğumda tanışmam bundandı aslında. Kerime Nadir sonrasında tüm duygu dünyamı, hayata bakışımı etkileyecek, bende derin izler bırakacaktı romanlardaki kadın kahramanları sadece ve daima Filiz Akın’da gövdelendirecek, özellikle Hıçkırık, Son Hıçkırık ve Zambaklar Açarken, Ruh Gurbetinde, Aynı Çatı Altında neredeyse tüm zamanlarımı altüst edecekti.
“Eserlerimin hepsini severim. Bir ananın çocuklarını sevdiği gibi. Üstelik onlara büyük bir minnet duyarım. Zira onlar kaynaştırdı beni ülkemin insanlarıyla. Onlar bana böylesine renkli ve rahat bir yaşam sağladı. Benden sonra da, umarım, beni yaşatacak olan yine onlardır. Okuyucumla aramda sürekli olarak ruhsal bir bağ kurduklarından, hayatta hiç yalnız kalmadım. Beni gören, görmeyen milyonlarca kişi tarafından sevildiğim için bahtiyarım. Ve sonsuz bir şükranla doluyum.” (3)
5 Şubat 1917 ve 20 Mart 1984; bu belki, ilk bakışta sıradan gibi gözüken iki tarih arasında geçen altmış yedi yıl. Ya da sanatın hayatla doğrulanışı diyelim, isterseniz. Zamanın ses duvarını aşan bir muharrir Kerime Nadir ile beraber olduğumuz dönemin başlangıç ve bitiş tarihleri. Sonlanışı kabul etmiyorum. Çünkü o eserleriyle ölümü yendi. Sonrasızlığa erişti. Edebiyatımızda bir primadonna olarak yaşamaya devam ediyor. Yakında zambaklar açacak ve ben sisli hatıralar arasında, suya düşen her hayal de onu ne çok özlediğimi yeniden ayrımsayacağım.
(1,2,3) Romancının Dünyası: K.Nadir,1981