Başta diaspora Ermenilerinin kendi aralarında hep birlikte oluşturdukları duyarlı ve kararlı çaba olmak üzere, savaş karşıtı, aklı selim her insanın, karar mekanizmalarının, tarafsız medyanın, kiliselerin ve yardım kuruluşlarının sayesinde diplomatik çözüme yönelik ilk adımlar atıldı.
Tarihin her döneminde diplomatik çözüm devletler arası çelişkilerin tırmanmasına, fiziksel agresif saldırılara, hatta saldırganlığın savaşa dönüşüp daha kötü sonuçlar yaratmasına karşı ventil işlevi görür. İki hafta süresince Ermeniler için Artsakh, Azeriler için Dağlık Karabağ olarak adlandırılan coğrafyada süren çatışmaların, 10 Ekim´de diplomatik çözüm aşamasına girmesi, bir süreliğine de olsa silahların susması elbette çok sevindirici ve rahatlatıcı. Ama bu henüz çelişkinin çözüldüğü ve barışın sağlandığı anlamına gelmiyor.
Şimdi bu vesileyle yazıya başlarken, tüm kalbimle, üstelik sadece Ermenilere ve Azerilere değil, dünyanın her yerinde herkese mutlak ve daimi bir barış ortamı diliyorum.
Ermenistan`da Doğu Ermenileri:
27 Eylül’den itibaren gerek televizyon ve gazete haberlerinde gerekse insanların tek tek sosyal medya hesaplarından yaptıkları paylaşımlarda kimin-hangi çevrenin savaş haberlerine yönelik nasıl bir reaksiyon verdiğini takip etmeye çalıştım.
Sosyal medyada ilk dikkatimi çeken tabi ki, kendini “Ost Armenier*innen” yani Doğu Ermenileri olarak tanımlayan, Erivan’daki sayfa arkadaşlarım oldu. Onlar ateş hattındaydı, kaygılıydı. Yakınları, akrabaları, arkadaşları, belki kendileri cepheye gitmek zorunda kalacak, gitmeseler bile savaşın korkunç etkileri onları doğrudan etkileyecekti. Almanca bilenlerin bazılarıyla özelden yazışabildim. Tabi ki korku içindeydiler. Ama panik yoktu. Hiçbirinde milliyetçi hamasete, fetih ya da zafer söylemine rastlamadım. Ama her birinde -açıkça dile getirmeseler de ikinci bir soykırım korkusunun haklı travması vardı. Hayatta kalabilmek, bunun için mücadele etmek… Evet hepsi buna hazırdı. Buna rağmen, sıradan insanlar olarak hiçbirimizin başlayan savaşa müdahale etme gücünün olmaması, çaresizlik, ölüm-kalım korkusu, hayatın alt-üst oluşu son derece üzücüydü.
Diaspora Ermenileri
Elbette Almanya´da tanıdığım Ermenilerin sosyal medya hesaplarından yaptıkları paylaşımlar da sayfama düştü. Bunların reaksiyonu daha soğukkanlı ve hatta kendinden emindi. Sonra Fransa, İngiltere, Belçika´daki Ermeniler, Yunanistan, Los Angeles… Bunlar çare yaratıp – yardım arayışı içinde bağış kampanyaları başlatıyor, savaş karşıtı gösteriler düzenliyor, meslek grupları olarak imzalı açıklamalar yayınlıyor, yetkililer dünya basınına röportajlar veriyor, kiliselerde dini ayinler düzenliyor, konuşup yazabildikleri her dilde diplomatik çözümü sağlamaya yönelik çağrılar yapıyor, doğru bilgileri, önemli gördükleri gazete ve televizyon haberlerini yaymaya çalışıyor, hatta moral olması için gençler açık alanda geleneksel Ermeni halk danslarını oynayıp, ateş hattında yaşayanlara gönderiyorlardı. Bu paylaşımların hiçbirinde öfkeyle yapılan küfürlere, hakaretlere, milliyetçi nefret söylemlerine rastlamadım. Hatta cephedeki Ermeni askerlerin halay çekerken kaydedip paylaştıkları bir videonun altına düşülen bir yorum son derece etkileyiciydi;
“Bir halk dans edebildiği müddetçe asla yok olmaz!“
Diasporanın başka bir gücü de kendini, dünya çapında tanınmış Ermeni aydınların, müzisyenlerin, sanat ve kültür insanlarının çabasında gösterdi. Serj Tankian´dan Kim Kardeşyan’a, Ara Melikyan’dan Tigran Hamasyan’a, John Hodyan’a, Peter Balakyan’a kadar her Ermeni kendi alanında yapabileceğinin en iyisini yaptı. Hepsi sözbirliği etmişçesine; “savaşa karşı barış!“ tutumu sergiledi, bağış kampanyası ve diplomatik çözüm için çevrelerini harekete geçirdi. Nihayet bu kararlılık dünya kamuoyunun ve karar verici kurumların dikkatini çekmeyi başardı. Tabi meselenin esas tetikleyicisi Türkiye hariç…
Türkiye`de Batı Ermenileri:
Bu savaşta Türkiye’deki politik gelişmeleri az-çok takip eden vicdan sahibi herkesin en çok tedirgin olduğu konu Ermenilerin durumuydu. Her biri kendi komşusunun, iş arkadaşının, yani ait olduğu çevrenin gerici ve milliyetçi tehdidi altında kaldı. Her türlü basın-yayın yoluyla gündemi meşgul eden en korkutucu şey; agresif, öfkeli, yıkıcı, hatta yok edici “iki devlet bir millet!“ şiarıydı. Bu şiarla Ermenilerin yaşadığı semtlerde bayraklı konvoylarla tehditkar gösteriler düzenlendi. Derken HDP Milletvekili Garo Paylan’ın ASAM tarafından hedef gösterilmesi, Hrant Dink´in katledilmesine tanıklık eden tüm Türkiyeli demokrat çevreleri kaygılandırdı. Hrant Dink´in kızı Delal Dink´in Agos´ta yayınlanan “Gün gün, saat saat boğuluyoruz!“ başlıklı yazısıysa, bu konuda Ermenilerin kendi içlerinde yaşadıkları travmanın “kısmen” dile yansımasından başka bir şey değildi. “Kısmen“ diyorum, çünkü soykırım korkusunun son derece derinde, tarifsiz bir travma olduğunu hep birlikte Alevi, Kürd, Ezidi, Süryani…vs., tüm Anadolu insanları olarak nesiller boyu tecrübemizle biliyoruz. Yine tarihsel ve aktüel tecrübemizden bildiğimiz başka bir gerçek var ki, o da; zaman zaman bazı etnik grupların -benzer acılar yaşamalarına rağmen, hakim düşünme tarzıyla hareket edip, karşı karşıya gelmesi.
“Büyük Ermenistan mı?” “Kızıl Kürdistan mı?” Yoksa bildiğimiz “Turan” mı?
Kendini “Sol” olarak tanımlayan büyük bir kesim, suskunluğu, yani bilip de bilmezden gelme tavrını sergiledi. Bunun çeşitli sebepleri olabilir… Ama suskunluğun yanında bazı “solcu” sayfalarda tesadüfen rastladığım yorumlar, iddialar şaşırtıcıydı. Bir sayfada yorumlarıyla bir gazete haberinin altını dolduran Kürtler, söz konusu bölgenin “Kızıl Kürdistan“ olduğunu iddia ediyor, Azerilerin ve Ermenilerin orayı er ya da geç terketmesi gerektiğini vurguluyordu. Başka bir sayfadaysa yine kendini “Sol“ olarak tanımlayan Alevilerin yorum ve paylaşımlarına rastladım. Bunlar Azerilerin Alevi olduğunu, Ermenilerin “Büyük Ermenistan“ yayılmacılığıyla bölgeyi işgal ettiğini, ancak Ermeniler bölgeyi terk ederse “barış“ sağlanabileceğini, barış sağlanana kadar Azerilerin desteklenmesi gerektiğini savunuyorlardı.
Bu insanların hiçbiri tarih, politika ya da sosyoloji dersi almadığı halde, hepsi konuyla ilgili ders verir gibi, çok keskin iddialarda bulunup, yalan-yanlış ve zaten eksik yüzeysel olan bilgilerle karşılıklı birbirlerini kışkırtıyorlardı. Bu tür insanların sayısının artması sadece Ermeniler için değil, kendi çevreleri için de aslında tedirginlik vericiydi. Çünkü aktarılan yorumlar, taraflı-eksik haberler, iddialar “sol“ söylemleri kirleten, yüzeyselleştiren, basitleştiren ve hatta karşıtıyla, yani iktidar propagandasıyla denkleştiren nitelikteydi. Bir başka deyişle “iki devlet bir millet” diyen Turan şiarının Alevilik üzerinden pazarlanmasıydı.
Sürpriz röportaj önerisi
Nihayet 10 Ekim´de diplomasi devreye girip, ateskes kararı alındığında, bu sesler de kesildi. Ancak 12 Ekim´de işyerine gittiğimde beni Rus akademisyen bir arkadaşım karşıladı ve gündem hakkında bilgim olup olmadığını sordu. Bir gazeteci röportaj yapmak için Türkiye´den biriyle görüşmek istiyormuş. Ben daha “olabilir“ derken, o gazeteciyi arayıp telefonu elime verdi. Yine ben daha kendimi tanıtmadan, karşı taraf röportajın amacından bahsetti. Karşımdaki Azeri bir gazeteciydi. Bana Ermenilerin diplomatik çözüm için dünya kamuoyunun dikkatini çekmeyi başardığını, buna karşılık kendilerinin de Türkiye´den yani “üçüncü taraf“´tan biriyle görüşerek, Dağlık Karabağ´ın aslında Azerilere ait olduğunu duyurmak istediklerini söyledi. Taraflı medyanın nasıl çalıştığını az çok tahmin edebildiğim için şaşırmadım. Aynı kişi neler söylemem gerektiğini bile bana telefonda anlatmaya çalıştı. Sözünü kesmeden sakin bir şekilde sonuna kadar dinledim. Konuşma sırası bana geldiğinde, ona böyle bir röportaj için doğru kişi olmadığımı söyledim ve ardından yukarda yazdığım gözlemlerimi ona aktardım. Bu gözlemlerim daha doğrusu savaş karşıtlığım onu etkilemiş olmalı ki, benden özür dileme gereği bile duydu ve hatta gözlemlerimi paylaştığım için teşekkür etti.. Yaklaşık 15 dakika süren görüşmede birbirimizi anlamıştık.
Telefonu kapattığımda aklıma ilk gelen şuydu, “Hiç tanımadığım Azeri bir gazeteci beni anladığı halde, her fırsatta savaş karşıtı, dünya vatandaşı, ‘sosyalist’ olduğu iddiasında bulunan kendi arkadaşlarım ve bunların ait oldukları çevreler neden beni anlamakta güçlük çekiyordu?“ Bunun on yıllardan beri önümüze konulan kin-nefret söylemleriyle doğrudan ilgisi olabilir. Ama kuşkusuz başka sebepleri de vardır. Neyse bu da başka bir yazının konusu olsun…
Sonuçta ölü saymak isteyen savaş yanlılarına karşı, ısrarla BARIŞ diye aTaN bir Ermeni nabzıyla karşılaştım. Şimdi pasifist ve hümanist biri olarak, bunun beni ne kadar memnun ettiğini istesem de anlatamam.