Bensaïd’in bir Marksist entelektüel olarak tanınması 1995 sonrasına tekabül eder. Ama bu dönemde bile, Henri Maler’in deyişiyle onun, ”tanınmış, ama daha çok kendisini tanımasına önem verdiği kişiler tarafından tanınmış” bir teorisyen olduğu söylenebilir. Ne var ki İngiliz Marksist Alex Callinicos’un şu sözleri, Bensaïd’in bir Marksist entelektüel olarak yerini daha iyi özetliyor: ”Bir zamanlar Perry Anderson, ‘İngiltere’deki ve muhtemelen Avrupa’daki en iyi sosyalist yazarımız Edward Thompson’dur’ diye yazmıştı. Benzer şekilde bizim de bugün, Daniel Bensaïd’in sosyalist yazarlarımız arasında en iyisi olduğunu söylemek için çok nedenimiz var: açıklığı, derinliği, çarpıcı formülasyon, metaforik çağrıştırma, ironi ve istihza yeteneği; daha da ötede, okuyucuyu şaşırtan edebi ve felsefi zenginliği…”
Daniel Bensaïd, 1946 yılında Fransa’nın Toulouse şehrinde doğdu. Babası, gençlik yıllarında boksörlük yapmış Cezayir kökenli bir Sefarad Yahudisiydi. Annesi ise orta Fransalı bir işçi ailesinden geliyordu. Çocuk yaşlarından itibaren anne ve babasının işlettiği kafenin kozmopolit havasını kokladı. Fransız Komünist Partisi yerel hücresinin haftalık toplantılarını yaptığı bu kafe, işçilerin, işgal dönemi direnişçilerinin, İspanyol mültecilerin ve İtalyan antifaşistlerinin dolup taştığı bir buluşma yeriydi. 1962 yılında daha onaltı yaşında iken Fransız Komünist Partisi’nin gençlik örgütlemesi olan Genç Komünistler’e katıldı. Bu açıdan onun, sömürge savaşına tepki sürecinde politika ile tanışan genç kuşağın bir temsilcisi olduğu söylenebilir. 1966 yılında, 1965 başkanlık seçimlerinde Mitterrand’ın desteklenmesine karşı çıktığı için komünist partisinden ihraç edildi. Bir süre sonra, partiden birlikte atıldığı birkaç arkadaşı (Alain Krivine, Henri Weber vb.) ile birlikte, Komünist Devrimci Gençlik (JCR) adlı örgütün kuruluşuna katıldı. 1969 yılında bu gençlik örgütü, Fransız radikal solunun son kırk yıldaki önde gelen devrimci örgütlenmesi olan Devrimci Komünist Lig’e (LCR) dönüştü (LCR aynı zamanda Troçkist Dördüncü Enternasyonal’in Fransa seksiyonu olacaktır). Buradan bakınca, 1966’dan itibaren onu Troçkizmle ve özel olarak da Ernest Mandel ile tanıştıran bu sürecin, Bensaïd’in politik evriminde son derece önemli bir yer tuttuğu söylenebilir.
Bensaïd, Nanterre Üniversitesi felsefe bölümü öğrencisi ve öğrenci lideri olarak 1968 olaylarında önemli bir rol oynadı. Ancak bu rolüyle ilgili olarak, o dönemi yakından bilen pek çok kişinin fark ettiği bir özellik söz konusudur. Bensaïd, 1968’in adı çok duyulan bir öğrenci lideridir; ne var ki tüm yaşamına ve politik eylemine damgasını vuran mütevazı kişiliği, onun bir ”1968 Starı” olarak algılanmasını önlemiştir. 2000’li yıllarda kaleme aldığı otobiyografisinde bu konuya şöyle değinir: ”Hatırlatmak gerekir ki bizler ilk medyatik kuşaktık. O kadar ki, 1968’de barikatların üzerinde iken kimileri, çoktan Paris Match ile fotoğraf pazarlığına başlamışlardı bile.”
Takip eden yıllarda 1968, pek çok aktörü tarafından neredeyse sadece bir gençlik çılgınlığı olarak görüldü. Oysa Bensaïd için bu büyük altüstlük, gelmekte olan devrimin bir ”genel prova”sından başka bir şey değildi.
Gerçi 1968’de ”genel prova” yaşanmıştı ama, Avrupalı devrimcilerin özlediği ve beklediği oyun bir türlü sahneye konulamayacaktı. 1970’lerin birinci yarısında ABD’nin Vietnam’daki yenilgisi, Portekiz devrimi, İspanya ve Yunanistan’da diktatörlüklerin yıkılışı, bütün bunlar devrim umutlarını daha da güçlendirmişti. Ne var ki 1970’lerin dünyası, artık Batı ülkelerinde bir diğer ”genel prova”nın yaşanmayacağı bir döneme doğru ilerliyordu. Bu dünyanın bir parçası olan Fransa, birkaç yıl içinde devrim ve emansipasyon düşüncesinin itibar kaybedeceği, toplumsal sorunun politika gündeminin en gerilerine atılacağı, neo-liberal kültürün üste çıkacağı bir döneme girdi. Tarihin ironisi öyleydi ki bu dönem, sosyalist adayın 1981 Mayıs’ında Fransa devlet başkanlığına seçilmesiyle açılacaktı. 1980’li yıllar, işçi hareketi, sendikalar, komünist partisi ve başta LCR olmak üzere diğer radikal sol örgütler için, -devrimci jargondaki tabirle- tam da ”gericilik yılları”ydı. Öte yanda bu on yıl, başta Polonya olmak üzere, bir dizi ”sosyalist” ülkede Stalinizmin nihai krizinin yaşandığı yıllardı. Bu ülkelerde işçiler, adlarında hala ”sosyalist” ya da ”komünist” ibaresi bulunan iktidar partilerin totalitarizmine karşı mücadele vermekteydiler. Ne var ki bu mücadele, Troçkist hareketin on yıllardır beklediği anti-bürokratik politik devrimle değil, ”liberal devrim”le sonuçlanacak ve bir anlamda neo-liberalizmin zaferini daha da perçinleyecekti.
Bu on yılın sonunda Bensaïd, iki önemli kitap yayınladı. Bunlardan birincisi 1968’in yirminci yılı, diğeri ise Fransız devriminin 200. yılı vesilesiyle kaleme alınmıştı. Ona göre 1968, kimi eleştirmenlerinin iddia ettiği gibi 20. yüzyılın son devrimi olarak değil, tersine 21. yüzyıl devrimlerinin ilk habercisi olarak görülmeliydi. O anlamda Mayıs 1968, ne mitleştirilmesi ne de görmezden gelinmesi gereken bir büyük tarihsel momentti. Bensaïd’in 1789 Fransız devrimi üzerine olan kitabı ise, mevcut boğucu ideolojik atmosfere devrim perspektifinden bir karşı çıkışı ifade ediyordu. Bensaïd’in edebi ifade yeteneğinin zirveye çıktığı bu kitap, Fransız devriminin ”burjuva” ve ”liberal demokrasi” devrimi olmadığını, bu büyük altüstlüğün, pleblerin modern tarihteki ilk büyük emansipasyoncu kalkışması olduğunu anlatırken, devrimin güncelliğini de vurgulamaktadır.
1990’ın, Bensaïd’in hayatında özel bir yeri vardır. Çünkü bu yıl, bir anlamda dünya tarihsel gelişmenin önemli bir momentiyle kişisel yaşamındaki acı bir olayın ilginç buluşmasını yaşatır ona. Bensaïd, dünya ölçüsünde büyük yıkılışların etkilerinin farkına varılmaya başlandığı bu yılda ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenir. Söz konusu yıkılışlar, ona politik ve entelektüel planda yapılması gerekenlerin devasalığını gösteren bir boyuttadır. Ölümcül hastalığı ise, bu dev görevde kendi payına düşeni yerine getirmesi için zamanının ne kadar az olduğunu hatırlatır.
Takip eden yaklaşık yirmi yıl boyunca Bensaïd, ancak ortalama bir insan ömründe başarılabilecek olanı yapmaya girişir ve bunu büyük ölçüde gerçekleştirir. Onun kırk beş yıllık bir arkadaşı, cenaze töreninde yaptığı konuşmada, Bensaïd’in bu dönemdeki muazzam üretkenliğini şu sözlerle dile getirmiştir: ”1990 öncesinde gün 24 saat militan olarak yaşayan Daniel, JCR ve LCR’ın tüm politik tartışmalarına katılmış ve bu süreçte bir düzine kitap yazmıştır. Son yirmi yılda ise, sayısız metin ve makalenin yanı sıra, kırk kadar kitap onun imzasını taşır”. Daha da ilginci, 1990 sonrasında yayınlanan kitaplarının hemen hepsi teorik çalışmalardır. Ayrıca Bensaïd, yetersiz bilgi birikimi ile teori üretmeye çalışan bir otodidakt ya da École normale supérieure öğrenciliği yapmış bir hazır yiyici entelektüel de değildir. Yazdığı kitaplar, onun okuma ve öğrenme faaliyetini hiç durdurmadığını, hatta gün geçtikçe daha da yoğunlaştırdığını gösterir. Bu kitapları yazarken altı dilde (Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca ve Portekizce) yaptığı okumalar, onun referans kaynaklarına aşina olmak isteyenlerin nefesini kesecek yoğunluktadır.
Söz konusu onlarca kitabın, Marksizmin yüz elli yıllık teorik ve pratik mirasını, 21. yüzyıl dünyasını anlamak ve değiştirmek üzere yeniden değerlendirme çabası olduğu söylenebilir. Muhtemeldir ki onun bu çalışmalarının önemi, önümüzdeki yıllarda daha iyi anlaşılacak ve daha iyi değerlendirilecektir. Bu noktada, onun bu çalışmalarında temel aldığı Marksist birikimin önemli bir parçası olarak gördüğü Troçkist miras hakkında söylediklerini hatırlatmakta yarar olabilir : Biz Troçkizm referansını hiçbir zaman kendimizi başkalarına kapamanın bir yolu olarak görmedik. Bu bizim için daha çok bir polemik meydan okumayı ifade ediyordu. Troçkist sıfatını Stalinistlerle mücadelemizde kabullendik; ne var ki ondan nörotik bir kimlik inşa etmeye teşebbüs etmedik; öte yanda bu mirasın önemini küçümsemeye de kalkışmadık. Genel olarak bu türden etiketlemelere eşlik eden basitleştirmeleri daima reddettik. İndirgemeci ortodoksluğa her zaman karşı çıktık. Her ne kadar Troçki’nin katkılarına büyük değer verdiysek de, politik eğitimimiz daima işçi sınıfı hareketinin çoğulcu hafıza ve kültüründen beslenmeye çalışmıştır. Bunun içinde Rosa Luxemburg, Gramsci, Mariategui ve Blanqui kadar Labriola ve Sorel de, kısacası Ernst Bloch’un ”Marksizmin sıcak akıntısı” dediği birikimin tümü vardır. Kuşkusuz Troçkizm, takipçisi ve eğitim malzemesi olmayan bu Marksist figürlerin yanında özel bir yer tutar. Stalinist gericiliğe karşı Sol Muhalefet’in ve daha sonra da Dördüncü Enternasyonal’in mücadelesi sayesindedir ki komünist proje, onun sahtekar bürokratları tarafından tam anlamıyla gasp edilmesini engellemiştir.”
Bensaïd’in ölümü üzerine Avrupa basınında, özellikle de Avrupa sol basınında çok şey yazıldı. Bunların bir dökümünü yapmak elbette kolay değil. Ne var ki önemli bir kısmını okuduğumu düşündüğüm İngilizce ve Fransızca metinlerdeki bir eksiklik gerçekten çok dikkat çekiciydi. Bensaïd’in teorik çalışmaları ve bunların entelektüel kaynakları üzerine pek çok şey söylenen bu yazıların çoğunda, nedense Ernest Mandel’in adı hiç geçmiyordu. Oysa Bensaïd, Mandel’in bir öğrencisiydi. Mandel’le 1960’ların sonlarında, henüz yirmili yaşlarda genç bir militan iken karşılaşmış ve bu karşılaşmanın ardından yaklaşık otuz yıl boyunca onunla yakın bir işbirliği içinde bulunmuştu. Bensaïd’in genç yaşlarında yaşadığı bu şanslı karşılaşmanın onun entelektüel gelişimindeki belirleyici rolünün görülmemesi gerçekten şaşırtıcı. O anlamda Bensaïd için yazılan bir ölüm yazısında, bu hafıza zaafına karşı çıkmak bana gerekli göründü. Bitirirken hiç abartısız şunu söyleyebiliyorum: Ernest Mandel olmasaydı, muhtemelen bir Marksist teorisyen olarak Daniel Bensaïd olmazdı.
Kişisel Bir Not
Öğrenmenin binbir yolu olmalı. Ama bir tanesi var ki, o benim yolum oldu: ”Bütün Eserler”i okuyarak öğrenmek. Bir düşünce insanını, bir yazarı, bir şairi, bütün eserlerini -belki bazen onların tamamını değilse de büyük çoğunluğunu- okuyarak ve kimilerini arada dönüp tekrar tekrar okuyarak tanımak… Bu yol, öğrenmenin belki en iyi yolu olmayabilir, ama en zevklisi olduğu kesin.
Daniel Bensaïd, benim ”bütün eserler”ini okuduğum son yazarlardan biri sayılabilir. Ama onun benim için diğerlerinden farklı bir yanı da vardı. Diğer ”yazarlarım”ın çoğunu ne görmüş, ne dinlemiş ne de kendileriyle konuşmuştum. Oysa Daniel Bensaïd’i okumada büyük imtiyazlarım vardı. Onu 1982 yılında tanıdım. En son karşılaşmamız ise, 2003 Avrupa Sosyal Forumu’nda oldu. Bu süre zarfında kendisiyle birçok kez konuşma, tartışma fırsatım oldu. Ama hepsinden önemlisi, üç yıl boyunca Saint Denis (”Vincennes”) Üniversitesi’ndeki haftalık felsefe derslerini izleme olanağına sahip oldum. Bütün bunlar, ondan bir okuyucu olarak öğrendiklerime daha da büyük bir değer kattı. O nedenle de 12 Ocak günü öldüğünü öğrendiğimde -yaşamda bir kayıp anlamında ölüm acısını nadir yaşayan birisi olarak- bu acıyı hissettiğimi söyleyebilirim. Bir anlamda 20 Temmuz 1995’te Mandel’in ölümü ile hissettiğim kayıp duygusunu 12 Ocak 2010’da bir kez daha yaşadım.
Daniel, aşağı yukarı benim kuşağımdan bir devrimciydi. Köklü bir işçi ve komünist hareket geleneğine sahip bir ülkenin, bir entelektüel kültür diyarı olan Fransa’nın devrimcisiydi; ve ayrıca Ernest Mandel’in öğrencisiydi. Öte yanda bir uluslararası örgütün militanı olarak, devrimciliğin ne olduğunu sezen, hatta bilen bir devrimciydi. Entelektüel birikimini ve teorik yeteneklerini daha da değerli kılan yanı bu olmalıydı. Herhalde bu nedenle yaklaşık yirmi yıl boyunca onunla ilişkimde, kendisinden çok şey öğrendiğim bu insandan, sırasında bir mülteci arkadaş için kalacak yer ya da Türkiye’den çıkmaya çalışan bir kaçak için pasaport isteyebilecek kadar rahat hissedebildim kendimi.
Daniel yaklaşık yirmi yıldır hastaydı. Herhalde hastalığını onun kadar verimli kılabilmiş çok az insan, çok az entelektüel vardır dünyada. En önemli eserlerini ölümcül hastalığıyla boğuşurken yazdı.
Alex Callinicos, Mandel ile ilgili ölüm yazısında, onun Marx-Engels’ten Kautsky’ye, Lenin ve Trotsky’den Rosa Luxemburg’a, oradan Gramsci’ye kadar uzanan bir geleneğin son temsilcisi olduğunu yazmıştı. Gerçekten de bu isimler bilimi, öğrenmeyi ve öğretmeyi, insanlığın emansipasyonunu hedeflemiş militan bir politik mücadele ile birleştirebilen bir geleneği ifade ederler. Mandel o geleneğin son büyük temsilcisiydi. Peki Daniel farklı mıydı onlardan? Sanmıyorum. Onda eksik olan ne militan mücadele yeteneği ve kararlılığı ne de teorik-entelektüel birikimdi. Muhtemeldir ki eksiklik onda değil, tüm yaşamını verdiği işçi ve komünist hareketindeydi.
Notlar:
1. Une Lente Impatience (Bir Sakin Sabırsızlık), éditions Stock, 2004.
2. Mai 1968 : une répétition générale ? (Mayıs 1968: Bir Genel Prova mı?) (Henri Weber ile birlikte), Maspero, 1968.
3. Mai si ! 1968-1988, rebelles et repentis (Evet Mayıs! 1968-1988, İsyankarlar ve Pişman Olanlar) (Alain Krivine ile birlikte), La Brèche, Paris 1988; Moi, la Révolution. Remembrances d’une bicentenaire indigne (Ben, Devrim. Hiç Yakışmayan Bir 200. Yıl Kutlamasının Hatırlattıkları), Gallimard, Paris, 1989.
4. Daniel Bensaïd’in belli başlı eserlerinin daha geniş bir listesi için bkz :
http://www.npa2009.org/
Bensaïd’in 2004 sonrasında kaleme aldığı yüz otuz küsur makaleye de şu internet sitesinden ulaşılabilir:
http://www.preavis.net/breche-
Türkçede yayınlanmış eserleri : Köstebek ve Lokomotif, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2006; İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek mi Dünyayı Değiştirmemek İçin İktidar Olmak mı? (Alex Callinicos, Michael Löwy Hilary Wainwright, John Holloway, Phil Hearse ile birlikte); 1968 Son ve Devam (Alain Krivine ile birlikte), Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2008.
*Bu yazı, 12 Ocak 2010 tarihinde kaybettiğimiz Bensaid’in ardından Şubat 2010’da Mesele Dergisi’nin 38’inci sayısında yayınlanmıştır.