BalıKuş´u ben yazdım. Şimdi diyeceksiniz ki, “Haydaaa !!! İnsan hiç kendi yazdığı kitabı tanıtır mı, ne ayıp…” Doğrudur. Ama müsaadenizle ben yine de bu ayıbı işlemek, yazdığım kitaptan az-biraz bahsetmek istiyorum.
Efenim, BalıKuş şiir formatında yazılmış bir aşk romanı. İşte tam da bu sebeple az çok yazdıklarımı takip eden bazı insanlar arayıp kitap hakkında bilgilenmek istediklerinde, ne diyeceğimi bilemedim önce. Kem küm edip durdum. Hatta konuyu başka yerlere çekip dağıtmaya bile çalıştım. Bi de baktım ki, neredeyse kendime karşı hafif bir alaycılıkla yazdığım hikayeyi küçültüp karşımdakine,
“Ya boş ver, pek sana göre değil. Okuduğunda sıkılabilirsin.” demeye başlamışım.
Bu davranışımı farkettiğimde işin ciddiyetinin de farkına vardım. Üstelik karnıma bir ağrı da girdi.
“Şimdi ele güne karşı ne diyeceğim?” Yani okuma yapacak olsam bu kitabı nasıl tanıtabilirim diye kaygılanmaya başladım.
Nitekim Türkçe konuşan hemen herkesin politize olduğu şu günlerde kaygım haksız değildi. İnsanların her biri kendi etnik grubuna, inancına, politik fikrine, hatta herhangi bir eşyaya bakışına göre ayrışmış, kendinden farklı gördüğüne tahammül edecek durumda değil. Hatta yakınımda duran ve beni doğru anlayan birkaç arkadaşımla da bu kaygımı paylaştım. Tabi onlar da benimle aynı kafada olduklarından teselli edecek söz bulamadılar.
En son yarım saat kadar önce Avrupa Postası´ndan Adil bey kısa mesajında,
“Songül Hanım kitabınızı ya bir arkadaş aracılığıyla gazetemizde ya da burada yapacağımız bir etkinlikte tanıtalım, ne dersiniz?…” diye yazınca ve ardından kitabı basan La Yayınevi sahibi sevgili Leyla, “Songülcüğüm kitaptan bölümler paylaşırken neden kapağı da kullanmıyorsun? Daha iyi olmaz mı?” deyince bende jeton düştü. Daha doğrusu taş gibi ağır bir korku gelip yüreğimin ta üstüne oturdu.
Kendi kendime dedim ki;
“Kızım bunda korkup çekinecek ne var? Aşksa, aşk… dünyanın sonu değil ya…? Hatta en başı bile sayılır…!”
Derken dünyaya, yani haberlere baktım, her yer hakikaten kan ve revan. Sevecek sevinecek bir şey kalmamış. Aşk dediğimiz ucuz bi süs eşyası gibi kimsenin bakmaya bile tenezzül etmediği ufak bir ayrıntı. İşte korkum da ondan ya zaten! Politize olup gittikçe birbirinden uzaklaşan insanlara aşkı, yani huzur içinde, kendinden ve ötekinden memnun yaşamayı nasıl anlatacaksın?
Birden benim BalıKuş´un da aslında BalıKuş olmadan, yani aşkla pişmeden önce nasıl kan revan içinde kaldığını hatırladım.
“En iyisi otur BalıKuş´u Niye Yazdım diye bir makale yaz. İçindeki korkunun hesabını gör ve bu karın ağrısından kurtul.” dedim kendime.
Panzehir
(İçerik)
Üzerine doğduğumuz coğrafyada şu günlerde yaşanan kutuplaşmalar yeni değil. Ama eskiye nazaran son derece sistemli ve ekstrem. Bu toplumu öyle bir hale getirmiş ki, her şey politikleşmekte, politikleşen her şeyse yapay, zorlama ve çirkin bir hale bürünmekte. İşte tam da bu ortamda sanırım aşk teması bir tür doğal reaksiyon gibi kendiliğinden gelişmeye başlıyor. Herkes nefrete odaklanmış, karşıtını nasıl hırpalayacağını düşünürken birileri kalkıp aşktan bahsediyor. Aşk bu durumda sanki kafalara ve yüreklere yayılan, hatta sinen(!) zehri sağaltmaya yönelik bir ilaç, panzehir. Yani bence meseleyi bir de bu şekilde düşünmek gerek.
Aslında tarihsel sürece bakacak olursak da öyle. 13. ve 14. y.y.´larda savaşlar, yokluk ve yoksulluk insanları kırıp geçirirken kendi coğrafyamızda hümanist söylemlerin, ve dahi öğretilerin geliştiğini görmek mümkün. Diyelim ki Farsça yazan Mevlana ile Türkçe söyleyen Yunus´un dedikleri özde birbirinden farklı değil. Yine 14. y.y.´da Diyarbakır´da Ermeni kilisesinin baş rahibi olan Migirdiç Nagaş da onlarla aynı şeyleri söylemiş, yazmış ve hatta resmetmiş. Hoşgörü bizim coğrafik ve tarihi geleneğimizde, -biraz daha ileri gideyim; genlerimizde mevcut.
Otantik
(Figürler)
Tarihi ve tasavvuf edebiyatını bir yana bırakalım, farkında mısınız bilmem ama biz hala felsefi değil, mistik bir toplumuz. Materyalist-Ateist olduğumuzu söylerken bile, rüyalarımızı ciddiye alıp üzerinde durur, yorumlarız. İçimize doğan iyi ya da kötü şey gerçekleştiğinde “bana ayan olmuştu” deriz. Yeni karşılaştığımız birini ya çok sever ya da hiç sevmeyiz. Aklımıza gelen, ya da korktuğumuz her neyse mutlaka başımıza gelir. Kısacası karnımızda bize iyiyi kötüyü hatırlatan bir ses vardır hep. Ne zaman o sesi duymazdan gelsek, tökezleyip küt diye düşeriz. Sezgiselliktir bu, yani mistisizmin temeli. Şimdiki avrupai tabiriyle Spirutailität.
Avrupalılar gibi teknik ve sanayi toplumu değiliz biz. Hiçbir zaman da olmadık. O yüzden sanayi devriminin kafalarda yarattığı devrimi de gerçek anlamda anlayamayız. Avrupa tarihini ve kültürünü okuyup bilgi edinmek başka, ezberleyip taklit etmekse çok saçma. İşte BalıKuş´un kendisi de en başta içindeki sesi duymak istemeyen, öğrendiğiyle hareket eden bir figür. Kuş biraz daha cesur bu konuda. Birinci bölümde balık aklı ve korkuyu, kuş kalbi ve cesareti temsil ederken, sonrasında durum değişiyor. Kitapta tabi ki başka figürler de var. Mesela bir karga, fırsatçı ve çıkarcı bu. Nereye baksanız ondan binlercesini görmeniz mümkün. Sonuçta otantik olan figür kendi merkezine doğru yol katederken, fırsatları ve çıkarları kollayan doyumsuzluk içinde yaşamaya devam ediyor.
Şimdiki Zaman
(Bağlamsal Düzlem)
Yol katetmekten konu açılmışken, kitapta aslında BalıKuş´un dışındaki diğer figürler -buna balığın aşık olduğu kuş da dahil, yol falan katetmiyor. Onlar dönüşüm olgusunun dışında, ama şimdiki zamanın içinde. Yani günü yaşarken geçmiş ve gelecekten bağımsız bir halde, varolan akıntıya ayak uyduruyorlar sadece. Var olan akıntı, yani anlatıcının “şimdiki zaman, -yor ekli” diye tanımladığı motif mevcut ve hakim koşulları temsil ediyor. Burada yine mistik anlayışın mekan ve zaman kavramına nasıl yaklaştığı önemli.
“Aşk zamana ve mekana bağlı bir şey değil.” diyor bu anlayış. Eğer zamana ve mekana bağlanmışsa orada aşk değil, çıkar ve beklenti devreye girmiştir, bu sadece bir ilişkidir. İliski çıkar ve beklentiler bittiğinde biter, aşksa sürer. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için zaman kavramına da dikkat etmekte fayda var.
Kitapta bağlamsal düzlemi pekiştiren bir başka şey de; bir yerine iki anlatıcı formunun kullanılması. Burada sözlü masal geleneğinin baştan sona tüm anlatım tekniğine hakim olduğunu söylemek yanlış olmaz.
xxxxxxxxxxxxxxx
BalıKuş yaklaşık üç senelik bir çalışmanın ürünü, ama henüz bitmiş değil. Çünkü altı bölümden, her altı bölüm de kendi içindeki altı bölümden oluşuyor. Bölümler BalıKuş´un kişisel gelişimindeki aşamalara dikkat çekiyor.
Kitabın yedinci ve son bölümüyse henüz bitmedi, şimdilik demini almakta. Yedinci bölüm -belli olmayan bir tarihte bitip BalıKuş II olarak yayınlanırsa kitaptaki hikaye de gerçek anlamda tamamlanacak.
Son olarak, yedi sayısı tabi ki tesadüf değil. Az çok mistik anlayışa sahip olanlar bunu bilir.