Milli ve Yerli politikanın ortaya çıkışının bugünkü nedeni Kürtlerin siyaset sahnesinde giderek artan bir güce ulaşması, Türk demokratik çevreleriyle, soluyla buluşmuş olmasıdır. 1970’lerde Milliyetçi Cephe’nin ortaya çıkışı ise, solun ve komünist hareketlerin güçlenmesiydi; Alevi toplumunun mezhepçi sebeplerle hedef alınması da onları sola doğru politikleştirmişti.
Daha gerilere de gidip, tek parti döneminden de örnekler verilebilir ama sonuç değişmeyecektir: Egemen sınıflar siyasal iktidarı olağan koşullar altında sürdüremedikleri her dönemde, vatan, millet, bayrak kutsallığına, Sünni İslam inancına sarılmıştır. Bu sarılma hali rejimin sıkışıklık düzeyine göre şekillenmiş, CHP’yi de hedef alan faşist teröre ve devlet terörüne dönüşmüştür.
Bugün kurulmak istenen milli ve yerli cephe ise, aynı zamanda devletin geleneksel siyasal çizgisinin (Kemalizm) yenisiyle (Türk-İslam Sentezi) ile kesin biçimde değiştirilmesine dayanıyor. Bu sebeple baskı ve ötekileştirmeye sadece HDP hedef olmuyor, CHP de hedef alınıyor.
Kürtlerin başarısına tahammülsüzlük
Bundan 50 yıl önce kendini ifade edemeyen maraba, çoban, inşaat işçisi olma seviyesini geçemeyen, kaçakçılıkla geçinen, dağlı, cahil kalmış bir halk mertebesine mahkum edilen Kürtler, bugün çeşitli mesleklerde başarılı olmakla kalmayıp, çeşitli boylarda sermaye sahibi de olan; parlamentoda üçüncü büyüklükte bir partinin vekilleri, TBMM Başkan Vekili, komisyon üyeleri düzeyine ulaşan bir halk oldu.
Türk devletinin Türk hakim sınıfları, asimile edemedikleri bir halkı işbirlikçiliğe zorladılar. Sonra da siyasi iradesini tasfiyeye yöneldiler. Türkleşen Kürtlere saflarında yer açtılar onları din kardeşi saydılar. Kürt ulusal bilincinde olanları terörist kabul edip zerdüşt ilan ettiler. Bir yandan çözüm sürecini işlettiler diğer yandan binlerle ifade edilen HEP, BDP, HDP yöneticisini, milletvekilini hapse koydular; 100’e yakın belediye başkanlığına kayyum atadılar; faili meçhullere kurban ettiler.
Kürtler siyasi, ekonomik ve sosyal gelişimleriyle Türk devletinin kimyasını bozdu.
Sadece bu da değil: Suriye iç savaşı ve IŞİD tehdidiyle birlikte, PYD/YPG uluslararası plandaki büyük aktörlerle, ABD, Rusya, Almanya, Fransa gibi emperyalist devletlerle diplomatik ilişki kurdu. Fiili bir devlet gibi karşılıklı işbirlikleri ve anlaşmalar yaptı. Ortadoğu’nun burjuva devletlerinden daha demokratik, çok sesli, katılımcı sayılabilecek bir yönetim biçimini Rojava’da inşa etti.[*]
AKP politikası başarısız
Şimdilerde eski başbakan ve dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun sırtına yıkılmak istenen Türkiye’nin Suriye politikası, Esad rejimini devirmeye odaklanmıştı. Bugün Türkiye bu iddiasından fiilen geri adım attı. Rusya ve İran ile birlikte hareket ediyor ve hatta dolaylı olarak Esad rejimine destek verdiği bile ileri sürülebilir. Afrin nihayetinde Suriye’ye bırakılacak!
Bakmayın ÖSO güçleriyle Türkiye’nin ortak hareket ettiğine, bu sadece asker kaybının azaltılmasına yöneliktir ve Cihatçılara verilen desteği sürdürmek zorunda kalmasındandır. Bu destek kesildiğinde neler olabildiğini Reina katliamı vesilesiyle gördük. Cihatçılar Türkiye’nin açmazıdır.
AKP, içte de artık eskisi gibi yönetemiyor. Hergün sertlik çıtasını yükseltmek zorunda. Savaşın estirdiği milliyetçi rüzgarın kör ettiği kitlelere seslenen AKP-MHP ittifakı, ‘milli’ önyargıların arkasına sığınarak oylarını konsolide etmeye çalışıyor: Hedef 2019 seçimleri!
Ancak bu konsildasyon, Türkiye’yi Batı demokrasilerine değil, Doğu diktatörlüklerine doğru yaklaştırıyor. Erdoğan, Rusya’da Putin’e, Mısır’da Sisi’ye, Suriye’de Esad’a veya İran Ayyetullahlarına giderek daha çok benziyor. Türk siyasi yaşamı da bu ülkelerdeki gibi baskıcı, yasakçı, hukuksuz, adaletsiz ve keyfi olmaya başladı. OHAL sürekli yenilenerek devamlılık kazandı.
Kürt başarısına tahammülsüzlük, Türk egemen sınıflarını içte ve dışta muhalefet edenlere, başkaldıranlara karşı sert bir savaşa sürükledi. Türk siyasal rejimini ise, Avrupa burjuva demokrasisinin kriterlerinden uzaklaştı. Sadece Kürtlere değil, kendi halkına da, gazetecisine, akademisyenine, öğretmenine, doktoruna, işçisine hoyratça davranan, gözaltına alan, tutuklayan, cezalandıran bir siyasal rejim ortaya çıktı.
Muhalefet parçalı, tutarsız
Rejimin işe HDP’yi devre dışı bırakma operasyonuyla başlanmış olması, muhalefet cephesinin yumuşak karnı olan Kürt meselesindeki tutarsız siyasi tutumlardan kaynaklanıyor. Başta CHP ve Alevi kitlesi, hatta seküler kadın kitlesinin Cumhuriyetçi kesimi Kürt demokratik hareketiyle yanyana gelmek bir yana çoğu zaman AKP-MHP ittifakının milli ve yerli politikalarının peşine takılmaktadır.
AKP-MHP ittifakının karşısındaki cephenin de zayıf yanı Kürt halkının politik kimliğine tahamsüzlük oluşturuyor. Dolayısıyla AKP’ye karşı olmak, yetmiyor. Bu karşıtlık AKP’nin dayattığı anti demokratik rejime son vermeyi ve demokratik hak ve özgürlükleri geri almayı mümkün kılmıyor. Muhalefet cephesi demokrasi konusundaki iç tutarsızlıklarını Kürt meselesi vesilesiyle gösteriyor.
İktidarın HDP’yi her daim kriminalize etmesi, terörizmle eşitlemesi, tutuklaması, seçilmiş belediyelere kayyum ataması, taraftarlarını darp etmesi, vekillerini tutuklaması muhalefetteki CHP’nin HDP’den uzak duruşuna bahane oluyor. Sadece CHP değil, Kürt politikasını güvenilmez, dinci hatta emperyalizmle işbirlikçi sayan Alevi toplulukları, sosyalist ve komünist partiler, hareketler de birleşik bir muhalefet ve mücadele cephesinin oluşumunda katalizör olmuyor. Ayrı duruyorlar.
Devlet bunu da bilerek muhalefet cephesinin sol toplamını ‘yerli ve milli’ olan ve olmayan diye bölüyor. HDP bileşenlerine operasyon yaparken, HDP dışında olanlara şimdilik ses çıkartmıyor.
Halkın sabrı nereye kadar?
AKP ve MHP gibi partiler her zaman oldu. Olacak da. Toplumda bu partilerin karşılığı var. Ancak bu partilerin savundukları siyaset ve ideolojiyle 80 milyonluk bir ülkeyi demokratik biçimde yönetmek olanaksız. İzledikleri ekonomik program burjuvazinin çıkarlarına uygun olsa da, ırkçı-cihatçı ittifakın bütün Türkiye halkı üzerinde rızaya dayalı bir siyasal hegemonya kurması imkansızdır.
Gelecekte ırkçı-cihatçı ittifakla şekillenecek bir siyasal iktidar kadınları, Alevileri, Kürtleri ve her şartta işçi sınıfını siyasi baskıyla, zor gücüyle yönetmek zorunda kalacaktır. Türkiye’nin burjuva demokratik birikiminin toplandığı bu halk kesimlerinin mücadele deneyimi ve direnme kabiliyeti tarihsel olarak var. Kuşkusuz direnme gücü siyasal önderliklere (reel olarak CHP e HDP) de bağlı. Ancak bu önderliklerin dışında büyük bir genç kitlenin harekete geçme kabiliyeti olduğunu Gezi İsyanında gördük.
Öte yandan yoksulluk ve işsizlik küçümsenmeyecek düzeyde. Sadece İstanbul’da 500 bin kişinin doğal gaz ve elektriği borç sebebiyle kesik olduğu basına yansıdı. Seri biçimde işsizlik intiharları, kendini yakmalar yoksullar arasında yaşanan sıkışmanın işaretleri. Üniversite mezunlarının üçte biri işsiz, çalışanların üçte biri sigortasız. Millet, bayrak, din, iman diyerek bu düzeni sürdürmek biteviye mümkün olabilir mi?
Irkçı-cihatçı bir Türkiye’nin kaderimiz olmadığına inanan ve rejimin siyasi baskı altına aldığı, sermayenin sömürdüğü kitlelerin birleşik bir mücadele için yan yana gelme yollarını bulmaları zorunludur. Bu gidişi durdurmanın tek yolu yoksulların, işsizlerin, emek dünyasının, gençlerin, kadınların, Alevilerin ve Kürtlerin birleşik örgütlenmesi, acil iş, aş ve özgürlük talepleri için mücadeleye cesaret etmesidir. Çünkü, demokratik hak özgürlüklere ihtiyacı olan yalnızca onlardır!
[*] ABD ile (ya da Rusya veya diğer emperyalist devletlerle) PYD/YPG ilişkisi, epeyce tepki çekiyor. Haklı bir yanı elbette var. Ancak bu ilişki, ezen/ezilen burjuva devlet ilişkisi sayılır. Ulusal hareketler, toplumsal kurtuluş hareketi değildir. Yalnızca burjuva demokratik zeminde yer alırlar. Onlara sahip olmadıkları siyasi anlamlar yüklemek boşunadır. Toplumsal kurtuluş hareketleri ise, proleter devrimci/komünist hareketler olabilir. Ki an itibariyle Ortadoğu’da mevcut değildir. Ezilen ve sömürülenlerin ihtiyacı nedir diye soracaksak, cevabı devrimci komünist partiler olacaktır.