Barış, insanlık, vicdan… Niye en çok bu kelimeleri zikrediyoruz, yoksa en az sahip olduğumuz şeyler olduğundan mı? Şüphesiz mutlu, gönençli ve barışçıl bir ülkenin insanlarının derdi olamaz bu. Günbegün daha çok insanı yitiriyoruz, günbegün acılar büyüyor, günbegün daha çok karanlık çöküyor üzerimize. İnsanlar öldürülüyor. Hangi insanlar bunlar? Bu ülkenin, belki hiç gitmediğimiz bir şehrinin, belki adını dahi hiç duymadığımız bir mahallesinde yaşamış insanlar. Hiç yüzünü görmediğimiz, sesini işitmediğimiz çocuklar, kızlar, gencecik delikanlılar…
Bombalar patlıyor, kurşunlar sıkılıyor ve ömürlerinin baharında tazecik bedenler öylece toprağa düşüyorlar. Kimi Kürt, kimi Alevi, kimi solcu… Yasal mermilerle infaz edilenler yıllardan beri değişmiyor bu ülkede. Birileri hayatı kana buluyor, yaşanacak güzel günleri insanların elinden çekip alıyor. Hayalleri, ülküleri ve ümitleri çalıyorlar. Sonra çalmakta mahir olan başka birileri maval okumaya başlıyorlar. “Devletin bekası,” “milletin huzuru” diyorlar. İnsanca olan ne varsa onlara heyula gibi görünüyor; mevtanın yanı başındaki gözü yaşlı anaları, acılı kardeşleri suçluymuş gibi kelepçelemeye kalkıyorlar, haklarında dava açıyorlar. Onlar için bir sınır yok, ölçüsüzlük ve daha çok kanatmak tek gayeleri. Büyük bir mirası devralmışlar, insanlığın tarihi kadar eski, alçaklığın tarihi.
*
Sosyal medya sayesinde herkes eteğindeki taşları daha rahat ortaya döküyor, bu toplumun tamamının olmasa bile önemli bir bölümünün kafasının nasıl çalıştığını açıkça görebiliyoruz. Dilek Doğan örneğinde de görüldüğü gibi ölen Alevi, Kürt, ya da komünist olduğunda birileri sevinç naraları atmaktan kendini alamıyor. Aleviler, Kürtler ve komünistler bu küfürbaz, kindar ve şuursuzlara ne yapmış olabilirler ki onların ölülerine bile küfredecek kadar alçalabiliyorlar? Köylerini yakmadılar, evlerini yıkmadılar, onları bir otele sıkıştırıp diri diri yakmadılar, çocuklarını bombalamadılar, bir köşebaşında arkadan kalleşçe vurmadılar, aşlarına, ekmeklerine, namuslarına göz dikmediler. Peki bu neyin kini, neyin öfkesi? Devlet aklıyla bütünleşik çürümüş zihinler, kendisini sokmayan yılanın zehriyle övünen köle ruhlu sefiller, kanını emenlere değil, kanı emilenlere diş bileyen aklıevveller, ölülerimize salyalı, pis ağızlarıyla sövenler, şu vaziyetleriyle en acınası haldeler. İşte bu yüzden kötücül ve nefret yüklü hislerle ölülere bile dil uzatıp, ağız dolusu küfredebiliyorlar.
Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerinizin hizmet ettiği ordu hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan “soykırım” işlerken siz kurban değilseniz, o zaman kesinlikle işkencecisiniz.
Jean-Paul Sartre
Kabul etmek gerekir ki böyle bir yerde, insanın akıl ve ruh sağlığını koruması oldukça güç. İnsan olarak doğmak kolay, asıl mesele insan kalarak devam edebilmek çünkü onların etrafa akıttıkları kin ve nefret, bulaşıcı bir hastalık gibi kolayca yayılabilir, onların karanlığına bizleri de çekebilir. Öte yandan, kör, sağır ve dilsiz olanlar var. Kafanızı kuma gömebilir ve bütün acıya, feryada yüz çevirebilirsiniz. Başkalarının sorunları üzerine efkâr üretmek, onların acılarıyla hemhâl olmak yerine; hayat işte, olur böyle şeyler diye düşünüp, ötesini unutarak hayatın kendinizce güzel bulduğunuz yanlarına odaklanabilirsiniz. Ama o zaman insan kalabilir misiniz? Yani bütün politik ve ideolojik anlamlarının ötesinde, masum insanların hunharca, vahşice ve adice öldürüldüğü bir yerde, insani bir tavır ortaya koymaksızın, insanım ben diyebilir misiniz, insana karşı olanlara bir şey söylemeksizin? Katliama methiyeler düzen, zorbalığa alkış tutan kötülük toplumunun bir üyesi olmaktan azade tutabilir mi sizi, bu umursamazlık?
Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü biri
Ve hiçbirşey yapmamaya karar verdi
Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir öteki
Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi
Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir üçüncü
Ve tek başına düşünmeyi sürdürdü
Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü yüzbinler
Ve tek başınalıklarını sürdürdüler
Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü milyonlar
Milyonlarcaydılar
Ve tek başınaydılar
Bu arada birileri
Onlar adına
Karar vermekteydi
Tek başına olduklarını sananlar
Topluca ortadan kaldırıldılar
Ataol Behramoğlu
Her birimiz, ışığının altında ömrümüzü tükettiğimiz bu topraklarda yaşananların, memleket havasını ciğerlerine çeken herkes kadar tanığıyız. Biz gördük, biz duyduk. Biliyorsak ve şahitsek, o halde sorumluyuz olup bitenden, olandan ve olacak olandan, her şeyden. Zorbaların vicdanına seslenmek, onlardan merhamet dilenmek düşünsel sefalete dair olabilir ancak. İnsanlığın bütün kazanımları, uzun süren mücadele ve ödenen ağır bedeller neticesinde elde edilmiştir. Kafasını kuma gömenlerin, oturduğu yerden ahkam kesip, düş görenlerin bir şey elde ettiği vaki değildir. Tarihsel ve toplumsal gerçekliğin bize söylediği şey, boyun eğmek değil, direngen kalıp, korkmadan sesini yükseltebilmek ve ilerici güçlerin mücadelesine omuz vermektir. Kurtuluşun ve yaşanacak güzel günleri görmenin yegane yolu budur.
Sırça köşkte bile yaşasa kişi, haysiyeti ve namusuyla yaşamıyorsa, hayatı boyunca kemirmiş, semirmiş ve kanatmışsa, bir şairin dediği gibi, ölmeden evvel ölmüşse kişi, böylesi bir hayatın saygı duyulacak bir yanı yoktur. Bazı insanlar da var ki öldürseniz ölmezler, unutturmaya çalışsanız bile unutulmazlar, bütün şarjörü boşaltsanız da halen aramızdalar, ensenizdeler. Bakın haykırıyor işte onlardan biri: “katil, katil, katil…”
Burası o kadar kötü, o kadar karanlık bir yer ki Dilek, sen ışığınla gittin ve biz daha da karanlığa gömüldük.